Bir ağacı tutuşturmak için kibriti neresine tutmanız gerekir? Yıkmak için neresini hedeflemek gerekir bir binanın? Bir adamı nefessiz bırakmak için hangi organına vurmalısınız?
Hemen her şeyin bir zayıf tarafı var; o şeyi yıkabilen, yakabilen, bölebilen, kırabilen, çözebilen.
Müslümanları bölebilecek kaç nokta var; onları parçalayabilecek, birbirine hasım edebilecek, ayrıştırıp çözebilecek?
Neredeyse yeryüzündeki Müslüman sayısı kadar fazla. Bizim bölünüp parçalanmamız için bir dış müdahaleye ihtiyacımız yok; bir kibrite, bir yumruğa, bir darbeye ihtiyacımız yok. Biz, her türlü bölünebiliriz. Bölündükten sonra bir daha bölünebilir ve bir daha bölünebilir; geriye bir şey kalmışsa yine bölünebiliriz. Öyle mezhep gibi, etnisite gibi büyük şeylere ihtiyaç yok.
Necip Fazıl üzerinden bölünebiliriz mesela, Farabi üzerinden, İbn-i Sina üzerinden, Menderes üzerinden, Bediüzzaman üzerinden, Abdülhamid üzerinden, Mevlânâ üzerinden, İbn-i Teymiyye üzerinden; Cemaleddin’in “Afgani” mi “Esedabadi” mi olduğu üzerinden, hatta canımız isterse Selahaddin Eyyübi üzerinden...
İbn-i Arabi’nin bir sözünü paylaştığı için tekmeyi basabiliriz en yakın arkadaşımıza.
Bir ayetin anlamı, bir hadisin zayıflığı, bir kârinin kıraatı üzerinden ayrışabiliriz.
Duadaki ellerin, kıyamdaki ayakların, başımızdaki sarığın şeklinden hır çıkarabiliriz...
Sakalın uzunluğundan, bıyıkların kısalığından, entarinin boyundan, başörtüsünün renginden kavgaya tutuşabiliriz.
Ayetlerin sayısı, sûrelerin numarası, halifelerin önemi, hadislerin senedi; kadının sesi, Ebu Talib’in imanı, Kıtmir’in sıra numarası, 19’un anlamı... Bizi kimse tutamaz; bize her yer ayrılık, her durum tefrikadır: Tesbih, türbe, kandil, muska, mevlid, lokum, tütsü...
Ne cami engel olabilir buna, ne cuma; ne Kâbe engel olabilir, ne Mina; ne Türkçe engel olabilir ne Arapça.
Ezanı nasıl okumalıyız? Düz mü, teganniyle mi? Mikrofonla mı, insan sesiyle mi? Yoksa akıllı telefon çağında hiç mi okumamalıyız?
Kur’an’ı neresinden, nasıl ve nerede tutmalıyız; yaprakları mı kutsal, anlamı mı? Lafzı mı indi, manası mı? Akıl mı önce gelir, nakil mi? Bâtın mı önemli, zahir mi? O ayet Mekkî miydi, Medenî mi; evrensel mi, tarihsel mi?
Peygamber Mirac’a yükseldi mi?
Bu yolculuk bedensel miydi? Döndüğünde yatağı hâlâ sıcak mıydı? Mekke’yle Kudüs arası kaç kilometreydi? 1500 km’lik yol nasıl gidilmişti? Dönüşü de hesapla; 3 bin km. Namaz için “pazarlık” yapıldı mı? Sidretül Münteha’nın ötesinde ne vardı? Yoksa bunlar bir rüya mıydı?
Kadın camiye gelmeli mi? Çalışması caiz mi? Ya okula gitmesi? Nisa 34’teki “darabe” fiili “darb-ı mesel”deki darb mı, yoksa baya bildiğimiz darb mı? Kavvam ne demek? Ekonomik bir kavram mı, ontolojik mi? Hicab farz mı? Yoksa Sümerlerden kalma mı?
Midye yenir mi? Domuz, tamam; peki köpek necis mi? Def serbestse, klarnet de mübah mı? Ya haşr? Yoksa cismani değil mi! Huri var da Gılman yok mu? Yoksa bunlar birer metafor mu?
Şefaat hak mı? İmanının gereği mi, şirkin işareti mi? Meryem 87’nin tarafında mısınız, Bakara 48’in mi? Ben de şefaat edebilir miyim? Yoksa sadece peygamberler mi? Yoksa onlar da mı edemez?
Muhammed’den sonra (SAV) yazılmasa olur mu? (SAV) yazsak da başına Hz. koymasak? Ya İbrahim? O’ndan sonra da (SAV) gerekli mi? Peki en büyük peygamber hangisi? Yoksa bütün peygamberler eşit mi? Ya peygamberlerin cinsiyeti? Neden hepsi erkek? Kadından peygamber olur mu? Teoride olur da, pratikte mi olmaz? Belki var da biz mi bilmiyoruz?
Kabir hayatı var mı? Ceset kabre girdikten sonra ruh cesede iade olur mu? Ceset kafasını tabuta ya da mezar tahtasına vurur mu gerçekten? Telkin diye bir şey var mı? Ya bir köpek balığı tarafından yenilen adamın durumu? O da kabir azabı çeker mi? Nasıl?
Peki Ramazan ne zaman başlar, bayram namazı kaçta kılınır, hilali çıplak gözle mi görmeliyiz? İftarı ezanla mı açmalıyız yarım saat sonra mı, sahuru kaçta kesmeliyiz?
Ayakta bevledenin, gece tırnak kesenin, sesli gülenin, kabağı sevmeyenin durumu nedir?
“Dat” harfini hakkıyla çıkaramayan adamdan imam olur mu? En yaşlımız mı imam olmalı, en bilgilimiz mi? En bilgilimiz kim? Yoksa en bilgili değil de en takvalı olan mı öne geçmeli? Ya takvalı gördüğümüz adam “ucb” içindeyse? Ya fasık da biz bilmiyorsak? Münafık olabilir mi acaba? Takvalı olsa Abduh’tan sitayişle bahseder miydi? Evinde TV olur muydu? Belki sadece haberleri dinliyordur! Ama şüpheli şeylerden kaçının demedi mi Allah Resulü? Ajan olmasın sakın!
*
İhtilaf tabii ki olacak; problem o değil. Problem, bizim hemen her meseleden kavga çıkarmaya yatkın oluşumuz.
Diyelim ki, 20 kişilik bir grupta sohbet ediyoruz. Şuna inanıyorum: Yale Üniversitesi’nde sosyal psikoloji alanında master yapan bir öğrenci, bu grubu yarım saat dinledikten sonra: “Abicim buradan en az üç grup daha çıkar!” diyebilir; tartışmanın dozajına, eleştirilerin dayanaklarına, seslerin tonuna/tınısına/rengine, yüz ifadelerine, jest ve mimiklerine bakarak. Hatta süre bile verebilir: “Üç ay, bilemedin beş. Taş çatlasa bir yıl.”
Dikkat edin, henüz daha gruba dokunmadı. Dokunmaya gerek yok çünkü bizdeki gruplar kendini imha etmeye ayarlı gibi sanki. Hapşırmak gibi bir şey bizim bölünmemiz; istemsiz, hızlı ve sert. Eğer grup biraz sağlamsa, bir kaç küçük dokunuş yetebilir.
Bu grupla diğer gruplar arasında çıkartılabilecek düşmanlıkların ise haddi hesabı yok; çocuk oyuncağı! Sadece ne istediğinizi söyleyin: Fıskla mı suçlasınlar birbirlerini, ifsadla mı? Zındıklıkla mı, mülhidlikle mi? Tekfirle mi, nifakla mı? İrtidad’a ne dersiniz? Ya ihanete? Nifak yeterli mi! Tamam.
*
Yeryüzünde İslam kadar, bütün mekanizmalarını; ibadi ve kurumsal örgütlenişini “kendi müntesiplerinin birliğini” merkeze alarak kurmuş bir inanç sistemi yoktur. Sadece “hacc” ibadeti yeter. Sadece “namaz” yeter, sadece “mescid”, “kıble”, “cuma” yeter; tek tek saymaya lüzum yok.
Bu kadar vahdet merkezli bir dinden, bu kadar “tefrika noktası” çıkıyorsa, bu, sadece ve sadece bizimle ilgili bir sorundur.
Bizim bir numaralı sorunumuz vahdettir; bunun nasıl sağlanacağıdır. Bu sorunu çözmeden ne gidilebilecek bir yol, ne çözülebilecek bir sorun var.
Bu sorunu çözmenin önünde üç engel var: Müslümanlar, Müslümanlar ve Müslümanlar.
Bu sorunu çözmenin tek bir gerek şartı var: Çözülebileceğine inanmak.
Yeter şartları, bir önceki şarttan sapmadığımız sürece, birlikte olgunlaştırabiliriz.
Elimiz boş değil, ortada somut bir proje var; Müslümanların son yüzyılda kayda değer tek küresel projesi: D-8
Yetersiz mi? Eksikleri mi var? Çok mu hayalci? Beğenmediniz mi?
Olabilir.
Ama üzerinde doğru dürüst konuşmamışız bile; yazmamış, araştırmamışız. Bir ucundan tutmamışız. Sosyolojik, psikolojik, kültürel koşullarını hazırlamak için bir gayret göstermemişiz. YÖK’ün sitesinde “D-8” ismi geçen topu topu altı tane tez var sadece. “Avrupa Birliği” ismi geçen 3419 kayıtlı tez var; belki siz bu yazıyı bitirinceye kadar 3420 olmuştur.
AB denilen zakkumu suladıkça sulamışız. D-8 tohumuna ise 3 damla suyu çok görmüşüz. Hesabını vereceğiz bunun, hem bu dünyada hem öte dünyada; veriyoruz da zaten.
Allah sonumuzu hayreylesin, bizlere akıl, sabır, izan ve itidal versin; inayeti üzerimizden eksik olmasın.