Yaklaşık 7-8 aydır Fransa’dayım. Avrupa’nın bazı şehirlerini gezip görme imkânım oldu. Burada sebebi sadece dil sorunu olan bir kısıtlamayla insanlarla iletişime geçme, onları anlamaya çalışma imkânım oldu. Mağrip ülkelerinden gelen Müslüman göçmenlerden tutun da Hint yarımadasındaki Müslümanlara varıncaya kadar tanıma bahtiyarlığına ulaştım. Tabi ki gerek Türkiye’den ve gerekse diğer üç parça Kürdistan’dan göçmenler, çoğunluğu esnaflık yapan Türk arkadaşlarla Türkiye’de hiç bir şekilde konuşamayacağımız bir rahatlıkla konuma, tartışıp tanışma ve onları anlama imkânım oldu. Çok trajikomik olaylardan tutun da dramatik sahnelere ve sözlere şahit oldum. Her biri ayrı psikolojik ve sosyolojik tahlile ihtiyaç duyan bu gözlemleri imkânım el verdikçe burada paylaşmayı düşünüyorum. Fakat her şeyden önce Müslüman toplumların Batı ile ilişkileri üzerinde durulmalıdır. Müslümanlar batıyı ne kadar tanıyor?
Çoğunluğu tarihsel olay ve olguların ürünü olan soru ve sorunlar arasında kalmış Müslüman toplumlar kelimenin en geniş manasıyla bir geri kalmışlığın içinde debelenip duruyorlar. Bazen çok cılız sesler çıkaran bir iki kişinin, korku ile kuyu arasında kalmış Edgar Allen Poe vari bir ruh haliyle bu gidişata itiraz babında bir iki soru sorma cüretkârlığını gösterse de Müslüman toplumların içine düştüğü bu soru ve sorunların devasa durumu bu seslerin daha en başta butlan olmasına sebep oluyor. Sesler duyulmuyor. Dolayısıyla korku ile kuyu arasında bir ömür tüketip en sonunda kuyunun karanlığında kaybolup gidiyoruz. Ve maalesef ki toplumların varoluş, varlığını sürdürme serüveni ve varlığının nihayet bulma durumu da insanınki ile aynı şekilde seyreder.
İslam toplumlarının bu geri kalmışlığının belki milyon sebebi sayılabilir; bunları saymak hem bu yazının konusu değil ve hem de belki boyumuzu da aşabilecek bir vakit ve imkân sorunudur. Kökenlerini tâ Bedir’deki muazzam üstünlük ruh halinden, Viyana kapılarındaki heybetli duruşundan ve Bizans İmparatoru Herakleios’a gönderilmiş hakikat vurgusundaki şaşmazlıktan ve de Lale Devri’ndeki aşağılık kompleksinden ve tabi ki Mondros Mütarekesi’nin ağır şartları altında ezilmişliğin ruh halinden alır. Yani önümüzde ameliyat masasına yatırmamız gereken oldukça uzun ve karmaşık bir zaman ve olgular yumağı var.
İnsan ömrünün sonbaharında karşılaştığı hemen hemen tüm sorunlarının (sağlık, psikolojik ve sosyal gibi diğer tüm sorunlarının) ana kaynağı delikanlılığındaki davranışlarıdır. İnsan en büyük yanlışları ya en güçlü olduğu zaman yapar ya da sefaletin ve yenilmişliğin dibini gördüğünde yapar. Toplumların serüveni de böyledir. Toplumlar gücünün doruğundayken yıkımın kilometre taşlarını örerler. Ve varolma ile yokolma arasındaki o ince çizgide akla hayale gelmedik hatalar dizisiyle yokluğa kapıyı sonuna kadar açıp karadeliğin içinde kaybolup giderler.
İslam toplumlarının modern Batı ile ilişkileri de böyle bir çizgi üzerindedir. İlişki demek yerine daha doğru bir ifadeyle iletişimi demek lazım gelir belki de. İlişki kelimesi daha sıkı bir sürekliliği ve alış verişi bağrında barındırır. Oysaki İslam toplumlarının Batı ile böylesi bir ilişkisi hemen hemen hiç bir dönem olmamış. Bu ‘hiç’liğe bir iki istisnai deneme olarak belki Endülüs’ teki çalışmalar ve Dar-ul Hikme’lerdeki tercüme faaliyetleri gösterilebilir. Ama maalesef ki bunların ikisi de başarısızlıkla sonuçlanmış. Bunlardan birincisi bizim şu an ki halimizi o zamanlar yaşayan Avrupa’nın barbarlığına, ikincisi ise Abbasilerin toplum mühendisliği siyasetine kurban gitti. Osmanlı’nın balkanlarda aldığı yerlerdeki uygulamaları amacının sadece ekonomik emperyal siyaseti olduğunu gösterdiği için buna değinmeyi gerek dahi görmüyoruz.
I. Cihan Harbi’nden sonraki süreçte ise Müslüman toplumların Batı ile iletişimleri genelde hariçten gazel okumak şeklinde olmuştur. Görmediği, bilmediği bir dünya üzerinden ahkâm kesmişlerdir. Ve maalesef hala da öyledir. İslam toplumlarında Batı’ya yönelik üç çeşit yaklaşım tarzı var. Bu üçü da maalesef ki sorunlu yaklaşımlardır.
Bu yaklaşıma göre Batı hem necis olması hesabıyla ve hem de düşman olmasından dolayı hiç bir şekilde üstünlüğü kabul edilemez. Onlar aşağılık durumdalar, insanlıklarını yitiren esfelessafilin konumundalar. Ahlaken çökmüş, siyasetleri işgal siyaseti, çıkarcı, bencil, vahşi, aile yapıları olmayan ve ekonomik olarakta çökme ile karşı karşıya kalmış bir durumdalar. Rahmetli Mehmet Akif’in “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” tezinden, Şehit Seyyid Kutub’un Amerikan seyahatinde yazdıklarından ve sosyolog Ali Şeriati’nin “Batı tarihin günahıdır” sözünden ve gerek sömürgecilik dönemi gerekse sömürgeciliğe karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelelerinden ve soğuk savaş dönemi tezlerinden ilhamını alan bu yaklaşım maalesef ki bir türlü bunları aşamamış ve bir adım dahi öteye gidememiştir.
Bu yaklaşım bağrında iki ana saik taşır. Üstünlük vurgusu ve yenilmişliğin doğurduğu nefret.
“Sömürgeci Batı, emperyal vahşi bir makinadır. Sahip olduğu imkân ve güç bizden ve dünyanın Güney Yakası’ndan çaldıklarıdır. Batının bize medeniyet diye yutturmaya çalıştığı şey tek dişi kalmış canavardır. Herkesi yutan ve kanını emen vahşi bir canavar. Cezayir’de yaptıkları, Bosna’da göz yumdukları, Filistin’de destekledikleri, Afrika’da, Güney Amerika’da ve daha birçok yerde yaptıkları ortadadır. Bunları görmeyen ya kördür ya da Batı’nın satılmış piyonudur. Toplumsal olarakta ahlaki bir dejenerasyona uğramış, kendinden başka kimseyi düşünmeyen vahşi bir varlıktır. Oysa biz kemale ermiş mükemmel bir dinin (aslında o mükemmel din Kufe minberindeki kandan, Kerbela çöllerindeki feryattan ve Kâbe mancınıklarla vurulduğundan beri kayıptır) ve şanlı başarılarla dolu bir tarihsel birikimin (ki bu da kocaman bir yalandır. Elbette tarihimizde başarılar vardır. Ama biz Müslüman toplumların, özellikle Ortadoğu halklarının, tarihi birbirimizi boğazlama tarihidir) son temsilcileriyiz.” İslam toplumlarındaki seküler aydınlarda da bu bakış açısı (din vurgusu dışında) aynıdır. Hepsi de devamla şöyle derler. “Batı’ya karşı yapacağımız ve yapmamız gereken yegâne seçenek ona karşı gardımızı alıp savaş pozisyonuna girmektir. Değerlerimize dört elle sarılıp ona tüm kapıları kapatmalıyız. Surda bir gedik açmalarını var gücümüzle engellemeliyiz.” Üstünlük duygusu, böbürlenme hissi ve nefretin ürünü olan bu yaklaşım temelde sakattır. Sakat olduğu gibi handikabın da asıl sebebidir. Bunu imkânlar dâhilinde ileride yeniden ele alacağız.
2.yaklaşım geleneksel gavur yaklaşımıdır. Bu İslam toplumlarında geniş halk yığınlarının sahip olduğu yaklaşımdır. Eğitim seviyesi düşük, dini cami hutbelerinden ve ebeveyn öğretisinden öğrenip bundan öteye gidemeyenlerin bakış açısıdır. Onlara göre Batı gavurdur, necistir ve düşmandır.
“Biz Batı’dan üstünüz. Çünkü biz Müslümanız. Hem ahlaki olarak hem de dini bakımdan onlardan üstünüz. Son ilahi din ve kitap bizdedir. Üstelik Batı’nın şu an sahip olduğu bilimin ve teknolojinin alt yapısını biz Müslümanlar atmışız.” Çok kaba olarak bu şekilde ifade edebileceğimiz bu üstünlük iddiası bariz bir şekilde anlaşılacağı üzere içi boş ve hiç bir anlam ifade etmeyen bir iddiadır.
Görüldüğü gibi bu ilk iki yaklaşım temelde aynı saiklerle hareket ediyor, üç aşağı beş yukarı aynı dili kullanıyorlar ve aynı sonuca çıkıyorlar. Hazindir ki toplumun aydın ve uleması toplumun avamından ileri gidememiştir. Onların sokaktaki insandan ve tarladaki çiftçiden tek farkı aynı şeyi biraz daha süslü kelimelerle ifade etmelerinden başka bir şey değildir.
3.yaklaşım Batı’ya hayranlık duyan yaklaşımdır. Buna göre biz geri kalmışlığın dibindeyiz. Sahip olduğumuz hemen hemen her şey bizi geri bırakıyor. Kültürümüz, değer yargılarımız, dini inanışlarımızı ve hatta ahlaki kaygılarımız geri kalmışlığımıza sebeptir. Bunların hepsinden sıyrılmalı ve her yönüyle Batı’yı örnek almalıyız. Onlara benzemeli, onlar gibi giyinip yemeli, onlar gibi yaşayıp onlar gibi inanmalı, onlarla bütünleşmeliyiz. Bunun da yolu bize ağırlık yapan yukarıda saydığımız her şeyi atmalıyız. Kökeni Lale Devri’ne dayanan ve batıcılık akımının en uç noktasında bulunan Abdullah Cevdetlerin, Tevfik Fikretlerin ve Necip Mahfuzların sahip olduğu bu yaklaşım kökeninde bir aşağılık kompleksi barındırsa da tek sebebi elbette bu görülemez.
Aşağılık kompleksi olgusunu hiç bir zaman gözardı etmeden belirtmek gerekir ki bu yaklaşımda bir arayış, bir çaba ve kurtuluş için bir kaygı var. Bu kaygıyı haklı görmekle beraber bu yaklaşımın da butlan olduğunu vurgulamak gerekir. Çünkü bu gerçekliğe aykırıdır ve önermesi taklittir. Takdir edilir ki hiç bir zaman taklit gerçeği bırakın geçmeyi yakalayamaz bile.
Bu üçüncü yaklaşımın başarısız olmasına bir diğer sebepte kendi toplumuyla kavgaya giriyor olmasıdır. Tarihin hiç bir döneminde kendi toplumuyla kavgaya girmiş hiç bir düşünce ve hareket başarıya ulaşmamıştır, ulaşamaz da. Devrim dediğimiz olay toplumla kavgası sonucu olan bir olgu değildir. Devrim iktidarlara ve onun güç odaklarına karşı yapılan bir kalkışmadır. Kalkışma başlangıç ve zaferden önceki süreçte asla toplumla kavgaya girmezler. Çünkü asıl güçlerini ve insan kaynaklarını buradan alırlar. Zaferden sonra toplumu dönüştürürler mi, evet. Osmanlı yenileşme süreci ve onun zafer noktası olan Cumhuriyet Türkiye’sinin öyküsü buna en iyi örnektir. Sanıldığının aksine Mekke İslam Devrimi de aynen bu şekilde olmuştur. Peygamber Mekke toplumuna değil, Mekke’nin iktidar odaklarına ve onların şirk düzenine savaş açmış, her noktada da toplumsal desteği arkasına almak için çabalamıştır. Devrimden sonra da Mekke toplumunu dönüştürme yasalarını uygulamıştır
Konumuza dönecek olursak bugün İslam toplumlarında saydığımız, Batı’ya bu üç farklı yaklaşım tarzı vardır. Üçü de birbirinden sorunlu yaklaşım tarzları olduğu için bir türlü derdimize çare olamıyorlar. Bırakın çare olmalarını her biri kendi başına bir sorundur. Büyük sorunun bir parçasıdır. Ve hatta sorunun yani bu geri kalmışlığın ana sebeplerinden birini teşkil ediyorlar.
Avrupa’dan notlar üst başlığı altında yazmayı düşündüğümüz bu yazı serisinin girizgâhı niyetine olan bu ilk yazıyı fazla uzatmadan burada noktalayalım. İnşallah ömür yeterse İslam toplumlarının Batı ile ilişkilerini, Avrupa’daki Kürt, Türk ve diğer Müslüman halkların durumlarını irdelemeye ve Avrupa’da gördüklerimize değinmeye devam edeceğiz. Ve tabi ki Avrupa’dan memalik-i İslam’a ve hassaten bizim topluma bakışlarını da ele almaya çalışacağız. İnşallah bir sonraki yazıda “Batı’nın teknolojisini alıp, anlayışını almayalım” yaklaşımını irdelemeye çalışacağız.
Kaynak: Farklı Bakış