Tarih: 10.12.2021 12:40

Müslüman Kalarak Siyaset Yapmak

Facebook Twitter Linked-in

İslami kesim için siyaset alanı fevkalede problemli bir alan. Dindar insanlar siyaset yapmalı mı, yapmamalı mı tartışması da hep yapılmıştır. Özellikle bazı kesimler için siyaset, yalanın, hilenin, aldatmanın geçerli olduğu bir uğraş alanı olarak görülür. Onun için de uzak durulur. Hatta öyle ki, “şeytan ve siyasetten Allah’a sığınılır” diye siyaset alanını bu kadar kötü görmüşlerdir. Türkiye’deki cari siyaset anlayışı da bu yargılara haklılık verdirecek derecede kötü örneklikler sergilemişlerdir.

Bu yazıda, birazcık da olsa kıyısından bu mevzuu ile ilgili imal-i fikr edeceğiz. Bir de bu anlamda Ak Parti iktidarının örneklik teşkil etmeyeceğini de izah etmeye gayret edeceğiz.

Malum, siyaset alanı seküler bir alan. Bu durum, Müslüman veya başka bir inanca mensup siyasetçilerin bireysel yaşamlarında seküler olacağı anlamına gelmiyor. Müslüman birey, siyaset veya kamusal alana girdiğinde dinini/inancını askıya asarak girmiyor; girmemesi icap eder. Herkes kendi inancı ve değerleriyle oradadır. Bunda bir problem olduğu kanaatinde değilim.

Problem; hangi inanca mensup olursa olsun bir siyasetçinin / yöneticinin kendisiyle aynı inancı paylaşmayan diğer inanç mensuplarına karşı adil olup olmadığıdır. Kendileri için hak gördüğünü diğerleri için de hak görüp görmeme meselesidir.

Her inanç sahibi siyasetçi/yönetici de kendi inancının değerleriyle orada temsil edilmeyi arzu eder. Hangi inanca mensup olursa olsun; siyasetle iştigal eden insanlar, inandıkları/iman ettikleri birtakım değerleri yönetime taşımayı isterler. Bunda da bir anormallik yoktur herhalde?

Mesela ilim, ahlak ve erdem sahibi bir Müslüman yönetici, yönetime geldiğinde artık evrensel manada kabul gören şu temel değerleri siyasete/yönetime hakim kılmak ister.

• Irkı, inancı, cinsiyeti ne olursa olsun herkese adil muamelede bulunma;

• Ülkede hasıl olunan maddi değerleri adil bir şekilde topluma taksim etme (kul haklarının birbirine geçmemesi için);

• Haksız kazanç sağlama yöntemlerinin (yolsuzluk) önüne geçme;

• Ekonomik değerlerin toplumsal kesimler arasında eşit ve adil dağılımı için tedbirler alma;

• Yönetimde şeffaflığı ve hesap verebilirliği sağlama;

• İktidarın bir emanet olduğu şuuru içiresinde, elindeki kamu mallarına sahiplik değil; emanetçi olduğu bilincinde olma;

• Toplumun can, akıl, din (inanç), nesil ve mal emniyetini / güvenliğini sağlama ve koruma…

Bunların artık insanlığın ulaştığı temel ve evrensel değerler olduğu konusunda kimsenin itirazı olmaz herhalde… Ayrıca, hukuka ve genel ahlaka taalluk eden bazı meseleler vardır ki, onlar da toplumun eriştiği olgunluk ve uygarlık seviyesine göre hoşgörü içerisinde, tahammül kültürünü de geliştirerek ve süreçlere yayarak çözülebilir.

İslami kesim bu seküler alana dahil olduklarında, denizden çıkmış balığa döndüler. Çünkü kaba siyasi propaganda malzemesinin dışında karşılaştıkları yeni sistemle uyumlu çalışma konusunda hazırlıkları, bu konuda bir yol haritaları, bir kılavuzları / pusulaları yoktu. Sözün kısası, onlar da kendilerinden öncekilerin yaptıkları gibi klasik siyaset yapma yolunu seçtiler. Yani, zoru değil, kolay olanı tercih ettiler. Makyavelist anlayış ve yolsuzluklarla iyice kirlenmiş Türkiye siyasetinin ikliminde ne yapacakları konusunda bir yol haritaları ve netlikleri yoktu. Belki tek farkları, diğer siyasal organizasyonlara kıyasen, söylemlerinde, İslami tonlamalı siyasi propagandaya daha çok yer vermiş olmaları ve dinin sembollerini öne çıkaran politik tutum ve davranışlarda bulunmalarıdır.

MSP ve sonra RP belediyelerinde geçmişe kıyasla gözle görülür bir fark ortaya koydular. Bunu gören halk, İstanbul Büyük Şehir Belediye yönetimini genel idareye taşıdı. Bu anlamda Ak Parti bir bakıma miras yedidir. Halbuki bilen biliyordu; İstanbul Büyükşehir Belediyesi ilk yıllarda durduğu yerde değil, artık haram/helal konusundaki hassasiyetten uzaklaşmıştı. Şeytanın adamları, sağ taraflarından yaklaşıp onlara; iktidarlarını güçle taçlandırıp Türkiye sathına yaymaları” telkinatında bulunmuşlardı. Az bir süre gösterdikleri direnci bırakıp, atı alıp Üsküdar’ı geçtiler.

Ve ne yazık ki, o telkinata prim vererek; helal-haram gözetmeden oluşturdukları siyaset finansmanı ile genel yönetime taşındılar ve orayı da enfekte ettiler. Bir süre sonra bu anlayış tıpkı kanser hücresi gibi tüm kamu birimlerini metastaz etti. Bugün yaşadıklarımız; birkaç yılın değil, neredeyse 30 yıllık bir günah ve haram birikiminin patlamasıdır.

Ne yazık ki, İslami cenahın siyasetle sınavı çok berbat geçti. Aslında Müslümanlık iddiasındaki bu kesim, siyasette İslam’ın Peygamberinin şahsında mücessem hale gelen örnek ahlakını adeta geçersiz kıldılar. Artık siyasal hayatlarında O ahlaktan bir numune kalmadı. Sık sık telaffuz ettikleri “Sistem laik olabilir ama bizler bireyler olarak laik olmak mecburiyetinde değiliz.” beyanlarını kendileri iptal etti, hükümsüz bıraktılar. Seküler hukuk düzeninin imkan aralıklarından helal-haram gözetmeden en fazla onlar yararlandılar. Uzun yıllar mahrum kaldıkları kamu imkanlarını, adeta geçmişteki bu mahrumiyetleri de tazmin ediyorlar gibi vicdanlarında meşrulaştırdılar. Geçmişte seslendirdikleri “Dar’ül Harp” halini fiiliyata geçirdiler. Ancak işin tenakuz ciheti, artık devlet, başkalarının değil, kendilerinindi. Kendileriyle harp halinde olma gibi bir durum olmayacağına göre o savı bırakıp bu sefer “Müslümanların zenginleşmeleri ve İslam karşıtlarına karşı güçlü olmaları gerekir” savına sarıldılar. Onun için de nefislerinin kendilerine yaptırdığı her şeye dini bir kılıf uydurdular.

Bürokrasi de bir süre beraber çalışma bahtsızlığını yaşadığım bu siyasi kadronun Peygamber ahlakından ne kadar uzaklaştığını müşahede ederek öğrendim. O günlerde bir dostum mevcut durumu tasvir ederken şöyle demişti; “Siz bu adamları akşamları dergahlarında, tekkelerinde, vakıflarında görseniz hepsini evliya zannederseniz; ertesi gün gündüzün kamuda işlerine / muamelatlarına / ahlaklarına baktığınızda, “bunlar acaba Müslüman mı?” diye kendi kendinize sorarsınız.” Üç aşağı, beş yukarı aynen böyle…

O insanlara helal ve haramı hatırlattığımızda, müstehzi bir bakışla bize baktıklarını görürdük. Adeta, “kamuda helal-haram kriterleri geçerli değil” der gibi…

Birine basit bir mevzuda Peygamberin ahlakını örnek verdiğimde / hatırlattığımda bana, “Bize Peygamber gibi uç bir örnek verme” demişti. Yani, kastı şu; “Peygamberi geç, O bizim için bir ölçü değil artık. Çünkü O bir uç örnek.” İşte sözün bittiği yer burası…

Risaletiyle / Pratiğiyle Allah’ın muradını hayat haline getiren Peygamberin ahlakını kamusal alanda askıya almışlardı. Adeta geçersiz kılmışlardı. Onun için de hesap vermeye yanaşmıyorlardı. Onlar için Müslüman olmak adeta -hâşa- hesaptan muafiyet sebebi idi!

Halbuki bu dünyanın hesabını bu dünyada vermeden, öte tarafın hesap gününe inanmanın bir samimiyeti kalır mı?

Bu dünyada hesap vermeye yanaşmayanlar öte dünyada nasıl hesap verecekler? Mekke de Peygambere direnen seçkinci, zalim tayfanın en büyük derdi, Peygamberin haber verdiği hesap gününün olmadığı inadı idi. Bu hakikate karşı dirençti. Çünkü onlar hesap vermek istemiyorlardı. O kaygı ile yaşamak istemiyorlardı. Hesapsız bir dünyada istedikleri gibi yiyip, içip, eğlenmek istiyorlardı.

Halbuki iman iddiasında bulunan her yöneticinin, imanın bir gereği olarak sadece insan hakkı değil; küre-i arzda yaşayan tüm varlıkların hak ve hukuklarının hesabının kendisinden sorulacağı şuuru ile yaşaması beklenir. Yerde yürüyen karıncanın da hakkının, hesabının sorulacağı şuuruyla…

Ez cümle, Müslüman siyasetçi Müslüman kalarak, ilkelerinden, ahlakında taviz vermeyerek siyaset yapma imkanına sahiptir. Ülkeler arası İslamilik endeksi listesinde başa yerleşen ülkeler hangi kriterlerle yerleşmişlerse üç aşağı, beş yukarı aynı kriterleri kendi ülkenizde uyguladığınız zaman bir Müslüman yönetici olarak dininize de büyük bir hizmette bulunmuş olursunuz. İslam kalarak, toplumunu adil yönetmek; refah ve güven içerisinde bir hayat sürmelerini temin etmek zor ve imkansız değil. Kararlı, güçlü ve samimi bir irade gerektiriyor.

Ne yazık ki, Türkiye toplumunun “Bunlar dindar bir kadro bir de bunları deneyelim” dedikleri AKP kadrosu kendilerine tanınan bu krediyi -tabirimi bağışlayın lütfen- hovardaca harcadılar. Ve kaybeden sadece kendileri olmadı. Kendileriyle birlikte nice umutları, idealleri, hayalleri berhava ettiler…

 

Kaynak: Farklı Bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —