BBC Türkçe'den Akanda TAŞTEKİN'İN "KONUYA DAİR" HABERİ...
Türkiye'de kadının rolü, kadın cinayetleri ve cinsiyet eşitliği sorunu önemli bir gündem maddesi haline gelirken, Müslüman çevrelerde feminist çıkışlar dikkat çekiyor.
Mısır, Lübnan ve İran'da epey zamandır Müslüman kadınlar arasında görülen feminist akım Türkiye'de de zemin bulmaya başladı. "Müslüman feminist" kavramı hem seküler hem dindar çevrelerde giderek daha fazla tartışılıyor.
İslami kimliğiyle feminist mücadelenin içinde yer alan kadınlar, erkeği kadından üstün gören geleneksel dini yorumlara meydan okuyor. Daha muhafazakâr çevrelerin bu akıma yanıtı "Kadın fıtraten erkekten farklıdır, İslam'la feminizm yan yana gelemez" şeklinde oluyor.
Kadınlarla ilgili sorunların varlığını kabul edenler ise "Kadın haklarını feminizmden bağımsız savunulabiliriz" diyor. Seküler feminist çevrelerde ise 'Müslüman feminist' kavramı kuşkuyla karşılanıyor.
BBC Türkçe, Türkiye'nin ilk Müslüman Feminist Derneği Havle'nin kurucularından müzisyen Rümeysa Çamdereli, Gazete Duvar yazarı Berrin Sönmez, Yeni Şafak yazarı Sema Maraşlı, gazeteci Özlem Albayrak, feminist yayıncı ve yazar Ayşe Düzkan, feminist aktivist Feride Eralp ile "Müslüman feminist" tartışmalarını konuştu.
Kendisini "Müslüman feminist" olarak tanımlayan Rümeysa Çamdereli erken yaşlarda benimsediği İslami kimliğine üniversite yıllarında feministliği eklemiş. Feminizme yönelişinde başörtüsü yasağı tetikleyici faktör olmuş.
Çamdereli, "Müslümanlık benim için hem kimlik aidiyetini temsil ediyor hem de iç huzurumu sağlıyor. 12 yaşında örtündüm. Feminizm hayatıma 18-19 yaşlarımda girdi. Her ikisi benim için birlikte mümkün olabilecek şeylerdi. Birincisi, kulları arasında adil olan bir Allah'a inanıyorum, ikincisi de kadınların görünür şekilde ayrımcılığa uğramasını ve cinsiyetçiliği bu meselenin içinde bir yerde görüyorum, bunun için de feminizme ihtiyaç duyuyorum" diyor.
Başörtüsü nedeniyle üniversiteye alınmadıkları dönemde diğer feminist kadınlarla birlikte mücadele etmiş olmaları, Rümeysa Çamdereli'yi bu konuda araştırmaya itmiş. "Başörtü yasağının bir kadın meselesi olduğunu ve ideolojik yüklerin hepsinin altında kadınların bırakıldığını konuşurduk o dönemde" diyen Çamdereli, bu aidiyetin hem seküler hem İslami mahallede çok iyi karşılanmadığını belirtiyor.
Bunu iki taraf için de eleştiriler barındırıyor olmasına bağlayan Çamdereli'ye göre İslami çevreler kadın mağduriyeti ve dinin ataerkil yorumlarını deşifre etmelerinden dolayı rahatsız. Çamdereli, bazı seküler feministleri de "Başörtüsü asla özgürlük getirmez" yaklaşımı ve Müslüman kadınları kuşatamamaları nedeniyle eleştiriyor:
"Başörtüsü gibi önemli bir görünürlüğü, erkeğin kadın üzerindeki baskısı olarak yorumlayan ve bizim asla özgür olamayacağımızı söyleyen argümanlarla da mücadele etmek durumundayız. Ancak bunların tehlikesi daha düşük. Diğer taraf bizi dinlemeyi tamamen reddediyor ve had bildirmeye çalışıyor."
Gazete Duvar yazarı Berrin Sönmez ise kendisini "İslami feminist" olarak tanımlıyor. O da benzer sorgulama süreçlerinden geçmiş biri:
"Dindar bir gençtim. İslami metinleri okurken birçok şeye 'Bu kadar da olmaz ya' derdim. Çevremdekiler 'Sen Allah'a mı karşı geliyorsun?' derdi, halbuki Allah'a değil bu yazılanlara karşı çıkıyordum. Ben orada yazılan kadın değildim. Hem kadındım hem de Müslüman."
Başörtülü kadınların 1400 yıllık İslam medeniyetinin temsilcisi gibi davranmalarını yanlış bulan Sönmez, her insanın kendi düşüncesi ve eylemiyle özgür bir birey olma hakkına sahip olduğunu söylüyor. Sönmez'e göre "Müslüman feminist" olmak tüm bu kalıpları yıkmayı gerektiriyor:
"Eşitlik fıtrata aykırıdır diyenlere kesinlikle katılmıyorum. İslam, kadınla erkeği eşit kılmıştır. Hucurât Suresi'nin 13. Ayeti'ni örnek olarak yeterlidir; bu ayet net bir şekilde ırkçılık ve cinsiyetçiliğe karşıdır."
"Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız O'na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır." Hucurât Suresi 13. Ayet
İslami çevrelerde "fıtrat" kavramıyla kadın ve erkeğin farklı yaratıldığına işaret edilirken Sönmez, İslam'da "fıtrat" ile biyolojik bir varlığa işaret edilmediğini, bununla insanın özünde var olan Allah'ın cemaline vasıl olabilme yeteneğinin kast edildiğini söylüyor. "Cemale ulaşmak hem kadın hem erkeğin görevidir ve cinsiyet değil takva ile ilişkilidir" diyor.
İslami kesimlerde kadınların annelik ve aileyi sağlam tutma görevleri üzerinden tanımlanması da çok yaygın. Kuran'a göre kadının kocasına itaat etmesi gerektiği yorumları da "Müslüman feministler" tarafından kabul görmüyor. Sönmez'e göre Kuran, kadın ve erkeği eşit sorumlu tutuyor:
"Hem kadın hem erkeğe aile yükümlülüklerini yerine getirmesi emrediliyor. Kadına evi işaret eden ve kadını sadece annelikle tanımlayan hiçbir şey yok. Kadın, Allah'a karşı doğrudan sorumlu bir bireydir."
"Müslüman feministler", patriyarka (mutlak erkek hakimiyeti) ile mücadeleyi de esas alıyor. Kadınların son 200 yıldaki kazanımları feminist mücadelenin bir başarısı olarak tanımlanırken, ırkçı ve sağ siyasetin yükselişi ise patriyarkanın kaybettiği alanları geri kazanma çabası olarak yorumlanıyor. Sönmez de ırkçılık ve sağın yükselişiyle kadına şiddet arasında bağ kuruyor:
"Bu ülkede kadına yönelik şiddetin yükselmesinde en büyük etken patriyarkanın güçlenerek kadın kazanımlarına saldırmasıdır. Kurumsal mekanizmalarla yasal düzenlemelere saldırıyorlar; evde, ailede, sokakta kadının özgürlüğüne saldırıyorlar. Ülkelerin yöneticileri, 'hayır' deme gücüne sahip değil, hatta bu düşünceler iktidarda."
İslami çevrelerde "Müslüman feminist" kavramına itirazlar da güçlü. Genelde cinsiyet rollerinde eşitlik değil farklılığın esas alınması gerektiği savunuluyor. Yeni Şafak yazarı Sema Maraşlı, bu kavrama farklılık perspektifini esas alarak yaklaşıyor. Maraşlı'ya göre İslam'ın ilkeleri ile feminizmin argümanları birbirine tamamen zıt. Maraşlı, Nisa Suresi'nin 32. Ayeti'ni referans gösteriyor:
"Rabbimiz kadın ve erkeğin birbirinden farklı yaratıldığını ve ikisine de birbirinden farklı üstünlükler verdiğini beyan ediyor ve 'Birbirinize özenmeyin' diye tavsiyede bulunuyor."
"Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri iç çekerek arzu etmeyin. Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var, kadınların da kazandıklarından nasipleri var. Allah'ın lutfundan isteyin; şüphesiz Allah her şeyi bilmektedir." Nisa Suresi 32. Ayet
Kadın-erkek eşitliğini İslam'la çelişen bir durum olarak gören Maraşlı'ya göre insan hakları ve adalet konusunda kadın ve erkek eşittir fakat cinsiyet rolleri konusunda böyle bir eşitlik söz konusu olamaz.
Maraşlı, "Bir cinsiyete çok verilen vasıflar diğer cinsiyete az verilmiş. Mesela insan ilişkilerinde kadınlar daha iyiyken, erkekler nesnelerin dünyasında daha başarılıdır. Kadınlar mühendis olmaları için erkeklerle yarıştırılıyor" deyip ekliyor: "İnsan ilişkilerinde başarılı olmak, çocuk doğurup büyütmek ve toplumun mimarı olmak makinalardan daha mı değersizdir?"
İslam'ın feminizmin argümanlarıyla örtüşmediği de sıklıkla tartışılıyor. Feminizmin özgürlüğü, dinin ise bağlılığı esas aldığını belirten Sema Maraşlı, Müslüman kadın ve erkeği "özgür değil, gönülden yaratıcıya bağlı" olarak tanımlıyor ve ekliyor:
"Özgürlüğümüz Allah'ın çizdiği sınırlar kadardır."
Sema Maraşlı, İslam'da kadının ikincil olduğu algısını ise reddederek, "Dinimiz aileye her kurumda olması gerektiği gibi bir idareci tayin etmiştir, bu da erkektir. Kavvam yani koruyan, idare eden ve sorumluluk alan erkektir. Bu, kadını değersizleştirmez, statü üstünlüğü mutlak bir üstünlük değildir. Ailenin devamı ve düzeni için gereklidir. Dinimiz ailenin sorumluluğunu kadının narin omuzlarına yıkmaz, erkeğin güçlü kollarına bırakır" diyor.
Maraşlı feminizmin bireyselliği savunması ve aileye karşı durmasını da eleştiriyor:
"Gösterilerde 'Aileniz Batsın' diye pankart taşıyan başörtülü kadınlar, ailesine değer veren muhterem bir kadının adını feminist derneklerine isim yapıyor. Tek başına bu tezat bile feminizmin Müslüman kimliğiyle bir arada olamayacağını gösteriyor."
Bu çevrelerde İstanbul Sözleşmesi de tartışmanın odağında. Bazı taraflar sözleşmenin kadına karşı şiddetle mücadelede etkin bir araç olduğunu savunurken, bu sözleşmeyi bütün erkekleri şiddet yanlısı ve istismarcı olarak kabul etmekle eşdeğer bulanlar da var. Erkeğin saldırgan ve kadının kurban olduğu ön kabulüyle hazırlanmış bir sözleşmeyi cinsiyetçi olarak değerlendiriyorlar.
Maraşlı, "kadın beyanının esas alınarak erkeklerin iftiralar karşısında çaresiz bırakılmasından" rahatsız. Feminizmin kadını öne çıkarmasını bizzat "cinsiyetçi bir tavır" olarak gören Maraşlı, "mutsuzluklar ve şiddetin sebebini sadece erkeğe yüklemenin iki cinsiyet arasında düşmanlığa sebep olacağını" savunuyor:
"Şiddetin en çok boşanma aşamasında olması İstanbul Sözleşmesi ve ona bağlı çıkarılan 6284 sayılı kanunun kötüye kullanılmasından kaynaklanıyor. İstanbul Sözleşmesi ile adalet sistemi temelden sarsıldı, insanların masumiyet karinesi yok sayıldı. Sözleşme, acilen iptal edilmelidir."
İstanbul Sözleşmesi olarak anılan Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet konusunda bağlayıcılığa sahip ilk uluslararası sözleşme.
Bu nedenle yalnızca Sözleşme'yi onaylayan ilk devlet olan Türkiye açısından değil Avrupa Konseyi'ne üye tüm diğer devletler bakımından da son derece önemli bir yere sahip.
11 Mayıs 2011'de İstanbul'da imzaya açılan Sözleşme, 1 Ağustos 2014'te yürürlüğe girdi.
Cinayet işleyen erkekler üzerinden bütün erkeklerin suçlu ilan edilmesinin mağduriyet yarattığını savunan Maraşlı, şiddetin cinsiyetinin olmadığını ve kadınların da son derece zalim olabildiğini söylüyor.
Bir yazısının yayımlanmaması gerekçesiyle geçen ay Yeni Şafak gazetesinden ayrılan Özlem Albayrak ise kadına karşı şiddeti geleneksellikten modernliğe geçiş sürecinde yaşanan toplumsal bir kriz olarak okuyor:
"Eski geleneksel değerler işlevini yitirdi, ama yerine daha yenileri tahkim edilemedi. Kadına yönelik şiddet, erkek özgüvensizliğinin tezahürü olarak dışa vuruyor. Erkek, hayat boyu helali, namusu sayacağı ve kendisinin her türlü kahrını çekeceğini varsaydığı kadın boşanmak istediğinde çıldırıyor. Çünkü o erkek, gelenek tarafından meşrulaştırılan egemenliğini kaybettiğini seziyor, nasıl başa çıkacağını bilemiyor, şiddete başvuruyor."
Albayrak'a göre Müslüman toplumlardaki feminist hareketler Batıdakilerin bir taklidi değil aksine sömürge ve kapitalizm karşıtı bir pozisyonla ayrışan ve milliyetçi bir karaktere bürünen akımlar:
"Müslüman feministler; seküler olmayan, dinlere mesafeli olmayan, erkekleri düşmanlaştırmayan, LGBTİ'nin varlığını kabul etmesine rağmen onu meşrulaştırmayan bir feminizm yorumu olabileceğini göstermeleri açısından bence kıymetliler."
Albayrak, Müslüman bir feministin mümkün olup olamayacağı sorusunun ise kolay bir soru olmadığını belirtiyor:
"Feminizmden kasıt, geleneksel ataerkil toplumlarda kadınların cinsiyet eşitliği için mücadele etmesiyse bunu tuhaf bulmam, ama feminizmden anladığımız cinsel özgürlük ya da erkek karşıtlığı olacaksa, Müslüman kadın feminist olamaz."
Albayrak'a göre cinsiyet eşitliği mücadelesi dinle araya mesafe koymadan da verilebilir. İslam'ın kadının özgürleşmesiyle çeliştiği fikrine karşı çıkan Albayrak, feminist hareketin İslam başta olmak üzere tüm dinlere ataerkil oldukları gerekçesiyle mesafe koyulmasını da hatalı buluyor:
"Hem Müslümanlığı oryantalist bakışa karşı savunmak hem de Müslüman düşüncenin yenilenmesini talep etmek mümkün."
Feminist yazar Ayşe Düzkan ise kimlik tartışmasından ziyade "Ortak bir mücadele mümkün mü?" sorusuna odaklanmayı değerli buluyor:
"Kendine feminist diyenler adına onların feministliklerine biz karar veremeyiz ama hangi fikrin feminist olup olmadığını tartışabiliriz."
Düzkan, "'Örtülüyüm ama çalışmak istiyorum, evde oturmak istemiyorum, annelikle yetinmek istemiyorum, anne olmak istemiyorum' diyen kadınlar var. Bunlara İslamcı erkekler ateş püskürüyor" diyor. Düzkan başörtüsünün bir özgürlük olarak ifade edilmesine karşı çıkıyor ve özgürlük ve eşitlikle ilgili sınırlar konulması gerektiğini savunuyor:
"En güçlü merciden de gelse bir emre itaat etmek özgürlük değildir ancak hak olabilir. Dolayısıyla başörtüyü özgürlük olarak tanımlayıp onu feminizm içine sıkıştırmayı doğru bulmuyorum."
Feminist mücadeleye 2006'da Amargi dergisi çevresinde örgütlenerek katılmış olan Feride Eralp de kimin kendine hangi noktada feminist dediğinin bir başkası tarafından değerlendirilemeyeceği kanısında.
"'Birbirimize Sahip Çıkıyoruz' sloganıyla bir araya gelen kadınlar arasında Müslümanlar da vardı; kadın mücadelesinden birbirini bilen insanlardık; birlikte tartışma ve politika yapma alanımız vardı" diyen Eralp, feministlerin başörtüsü yasağını tartıştığı bir dönemde bu alana dahil olduğunu belirtiyor.
"Kendini Müslüman feminist olarak nitelendiren kadınların hepsi başörtülü değil. Bu sadece din meselesi değil. Kadın bedeninin nasıl bir sembolik araç olabildiğinin tarihiyle ilintili. Örtülüyü örtüsüzü ayırıyorsun, ama aslında hepsini metalaştırıyorsun. Bu, patriyarkanın kadim iktidar olma yöntemi. Bıyığın, sakalın, takkenin değil de başörtüsünün İslam'ın sembolü olarak tartışılmasının nedeni patriyarkal tahakküm."
Eralp, Müslüman olan ve olmayan kadınların tarihsel olarak birlikte mücadele ettikleri anların bir dayanışma dinamiği geliştirdiğini belirtiyor:
"Kemalist bir ideolojinin iktidarda olduğu yıllarda Müslüman feminist kadınlar çifte bir dışlanma eğilimindeydi. Bu kadınlar kendi var oluş mücadelelerini verirken 'Siz bizi yok saydınız' demek zorunda kaldı. Bugün ise başka bir ideoloji iktidarda ve hakim paradigma değişti. Şimdi, o kadın şort giydiği için taciz edilen diğer bir kadınla dayanışıyor. Bu, bizim birbirimizle ilişki kurma biçimimizi de değiştiriyor."