Geçen hafta Müslümanların tarihte karşılarına çıkan ve çözmek zorunda kaldıkları temel sorunlara işaret etmiştik. Ve demiştik ki, bu sorunlar sadece geçmişte olup bitmiş sorunlar değil, aynı zamanda tarihten bize kalan ve hala üzerinde konuştuğumuz meseleler olduğunu söylemiştik. Ne yazık ki Müslüman zihin, tarihi yükleri üzerinden atamadan bir de “hilafet sonrası” dönemde yepyeni sorunlarla karşılaşmıştır. Geri kalmışlık, milliyetçilik, ulus-devletlerin kurulması, otoriter rejimlerin varlığını sürdürmesi, laikleşme çabaları gibi kısaca “modernleşme” başlığı altında inceleyebileceğimiz bir sürü yeni sorunlarla baş etmek zorunda kalmıştır.
21.yüzyılın başında sorunlarımızı yeni bir sınıflandırma içinde “tarihsel sorunlar” ve “çağdaş sorunlar” başlığı altında iki grup olarak ele alabiliriz. Tarihsel sorunlar, ortaya çıkışı ve dinamikleri itibariyle bugüne ait değillerse de, etkileri açısından günümüzde de Müslüman zihinleri meşgul eden ve hatta çözülmediği için bizim önümüzü tıkayan sorunlardır. Özellikle tarihin çengeline takılmış geleneksel zihinler, sanki 1000-1400 sene öncesinde yaşıyormuşçasına, hala Mutezile ve Şiilik düşmanlığı ile zaman geçirmekte ve bizim tarihte ne kadar haklı olduğumuzu ispatlamaya çalışmaktadır. Belki Şii dünyasında da benzer kesimler geçmişte Sünnilerin Şiilere yaptıkları zulümleri sık sık anarak tarihten bir düşmanlık üretmektedirler.
Tarihsel sorunların dinamikleri önemli oranda dahili iken, çağdaş sorunların dinamikleri haricidir. Çağdaş sorunların ortaya çıkış tarihi hakkında bir milat koymak zorsa da Fransız Devrimleri bizim için de bir başlangıç noktası olarak alınabilir. Neden derseniz, Osmanlı’da “Batılılaşma hareketleri” denilen hikâye, Fransız Devrimi’nden kısa bir süre sonra başlamıştır. Söz konusu Devrim, 18. yüzyılın sonuna doğru, 1789-1799 yılları arasında mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Katolik Kilisesi’nin ciddi reformlara gitmesiyle başlamış ve milliyetçilik akımının etkisiyle Avrupa ve Dünya tarihinde büyük bir dönüm noktası olmuştur. Osmanlı’da da ilk yenileşme hareketleri, Lale Devri ve sonrasındaki ıslahatlarla başlamış, asıl olarak III. Selim (1789-1807) ve II. Mahmut (1808-1839) dönemindeki askeri ve yönetsel ıslahatlarla ivme kazanmış ve Tanzimat Dönemi ıslahatları ile kapsamlı bir yenileşmeyle devam etmiştir.
Batı sosyolojisi kendini iki büyük devrim (Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi) sonrasında meydana gelen büyük değişimlerle tanımlar. Çünkü bu devrimler Avrupa toplumlarının da tarihinde bir kırılma yaratmış ve sonuçta modern toplumu ortaya çıkarmıştır. Sosyoloji dediğimiz disiplin, işte bu modern toplumu anlamak ve açıklamak üzere ortaya çıkmıştır. Yeni toplum nasıl olacaktır? Temel özellikleri itibariyle geleneksel toplumdan ne kadar ayrılmaktadır? Söz konusu büyük değişimi hangi dinamikler tetiklemiştir? Bu kopuş, Avrupa toplumlarını nereye sürüklemektedir? Bu ve buna benzer soruları klasik sosyologlar sormaya ve cevaplamaya çalıştığında sosyoloji kendini bir bilim olarak kurgulamaya başlamıştır.
Sanıldığı ve Türkçeye sıkça çevrildiği gibi sosyoloji, “Toplumbilim” değildir. Böyle bir çeviri sosyolojiyi kendi özgüllüğü içinde kavramamızı engeller. Çünkü sosyoloji, ne geleneksel Batı toplumlarını ne de Batı-dışı toplumları kendine konu olarak almaz. Batı aklı, geçmiş toplumları tarih bilimine, Batı-dışı toplumları da kültürel antropolojiye bırakmıştır. Sosyoloji sadece ve sadece Fransız ve Sanayi Devrimleri’nin akabinde ortaya çıkan “modern” topluma odaklanmıştır, yani o genel anlamda toplumun değil, kısıtlı anlamda “modern toplumun bilimi”dir.
Osmanlı’da gerilemenin ve bozulmanın sorgulanmaya başlandığı süreçte, imparatorluğun neden gerilediği sorusu, önce devlet yönetimindeki yozlaşma daha sonra ise Batı’nın askeri üstünlüğü üzerinden cevaplandırılmaya çalışılırken, gerilemeye çare olarak düşünülen yenileşme çabalarının özünü, merkezileşme yönelimi oluşturmuştur. Bu dönemde reformların asıl amacı, padişaha sadık modern bir ordu yaratmak ve bu ordu aracılığıyla ayanlar ve diğer yerel güç odakları üzerinde merkezi otoriteyi tesis ederek ekonomik durumu düzeltmeye çalışmak olmuştur.
Osmanlı ulema ve aydınlarının cevabını aradığı sorunlar iktidar-merkezli sorunlardır. “Devlet nasıl kurtulur?” sorusu, her şeyi önceleyen bir meseledir. Devletin yozlaştığı zamanlardan beri bu soru sorulmaktadır Osmanlı sarayında. Ulema, devlet adamları ve bürokratlar arasında yapılan tartışma ve müzakerelerde, önce iç dinamiklerle sorunu çözmek esas iken, bu noktada oluşan bir kısırdöngüyle birlikte bu kez gözler dışarıya çevrilmiştir. Yerli çözümlerde hep ortaya çıkan sonuç, “Kanun-u Kadim”e dönmek şeklinde olmuştur. Bununla kastedilen Osmanlı’nın yükseliş dönemini temsil eden Sultan Süleyman’ın kanunları ve uygulamalarıdır. Avrupalıların deyimiyle “Muhteşem Süleyman”ın döneminde (1520-1566) dışarda fetihler sürerken içerde de görece istikrarlı bir hayat hüküm sürmüş, hukuk, mimarlık, sanat ve eğitim alanında önemli atılımlar gerçekleştirilmiştir.
Geçmişteki “iyi ve güzel günler”e dönmek, hem Doğu hem de Batı’da yenilikçilerin rutin ütopyasıydı. Batı’da Rönesans ve Reformlar dahil her tür yenileşme hareketi hep “Re” (Yeniden) ekiyle başlayan kelimelerle ifade edilmiştir. Çünkü yenilik, daha önce gerçekleşmiş ve dolayısıyla da yeniden gerçekleşme ihtimali bulun bir çağa özlemi dile getirir. Ne var ki Fransız Devrimi de “Revolüsyon” olarak adlandırılmışsa da, eski yenilikçi hareketlerden radikal anlamda farklılaşır. Artık yenilik geçmişte aranmaz, belirsiz de olsa gelecekte kurgulanır. Geleceği kuracak olan şey, ideallerdir. Nitekim Fransız Devrimi kendine “Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” gibi ilke ve idealleri esas almıştır.
Osmanlı’da da benzer bir şey olmuştur. III. Selim ve II. Mahmut zamanına kadar eskiye dönmek ve çözümleri yerli kaynaklarda aramak asıl iken, ilk defa yenilikleri “yeni” olan şeylerde ve “dışarda” aramak esas sürükleyici etken olmuştur. Bundan sonra başlayan Batılılaşma hareketleri, yukarıdan aşağıya doğru peyderpey ilerlemiş ve sonra tüm toplumu sarmıştır.
İkinci önemli bir nokta, Osmanlı modernleşmesi ile Cumhuriyet modernleşmesi arasındaki farktır. Osmanlı modernleşmesi düalist bir karaktere sahipti. Bir başka deyişle Avrupa’dan mülhem yeni kurumlar ve politikaları devreye sokarken, eski kurumları ve alışkanları da önemli oranda sürdürüyordu. Cumhuriyet, Osmanlı tecrübesini terk edip, eski kurumları fesh ederken yerine de Avrupa’dan aldığı kurumları ikame etmiştir. Bu bakımdan “devrimci” ve “monist” bir felsefeye sahiptir. Bunu en iyi yansıtan kanun da “Tevhid-i Tedrisat”tır. Osmanlı eğitimde eski medrese sistemini devam ettirirken, yanına farklı alanlarda ve seviyelerde mektepleri de inşa etmiştir. Oysa Cumhuriyet eğitimde birliği esas alarak, geleneksel eğitim kurumlarını tasfiye edip herkesin katıldığı ve farklılığın olmadığı tek bir eğitim sistemi kurmuştur. Amacı da tektip bir insan yaratmaktır!
Orta zamanlarda Müslüman düşünce dışa kapalı sayılmaz. Bilakis bir taraftan fetihlerle diğer taraftan da Abbâsî halifelerinden Me’mûn tarafından 830’da Bağdat’ta Beytül Hikme’nin (Bilgelik Evi) kurulmasıyla “tercümeler çağı” başlamış, Müslüman dünya kendinden önce üretilmiş olan fikir ve bilimlere kendini açmıştır. Hilmi Ziya Ülken’in bir kitabında da ifade ettiği üzere “Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü” çok önemli olmuştur. Ne var ki bu tercümelerin etkisi, Osmanlı’daki ve Cumhuriyet’teki tercümelerin etkisi farklı olmuştur. Klasik dönemde Müslümanlar kadim ve dışardan gelen fikir ve bilimleri kendi dünya görüşü içinde eritip içselleştirirken, yeni dönemde tamamen dışardan gelen fikirlere teslim olmuştur. Bu teslimiyet, askeri, bilimsel-teknolojik, siyasi ve ekonomik bağımlılıkla birleşince ortaya, bugün halen tam olarak kıramadığımız bir “entelektüel” bir emperyalizm çıkmıştır. Entelektüel emperyalizm, tek kelimeyle; Müslüman aklın Batı aklına teslim olmasıdır. Teslimiyet her kesimde ve alanda kendini hissettirmektedir. Sadece aydın ve halk kesimi arasında derece farklılığı vardır.
Bu noktada İbn Haldun’un öykünme teorisini hatırlamamak mümkün değildir. Ona göre bir başka milleti taklidin sebebi şudur: “Nefs daimî surette, kendisine galip gelende, bir kemal bulunduğuna itikad eder ve onun hizmetine girer.”
Kaynak: Farklı Bakış