İslamiyet’in gelişiyle birlikte Müslümanlar bazı temel sorunlarla yüzyüze geldiler ve bu sorunlara cevaplar aradılar. Bu sorunları Asr-ı Saadet döneminde çözmek görece kolaydı, çünkü bir avuç diyebileceğimiz Müslümanların başında “Kitabı ve Hikmet”i bilen bir peygamber vardı. Hz. Peygamber bazen vahiy alarak veya kendi reyiyle, bazen de etrafındaki arkadaşlarıyla müzakere ederek bu sorunları çözüyordu. Sözgelimi Mekke’den Medine’ye geldikleri zaman ilk etapta şu üç sorunla karşılaştılar:
İlk olarak Medine’ye gelmiş olan Mekkeli göçmenlerin yerleştirilmesi ve uyum sorunları vardı. Hz. Peygamber dahiyane bir fikirle bu göçten kaynaklanan bunalımı kısa sürede çözdü. Şöyle ki Mekkeli muhacirlerle Medineli ensarı “kardeş” ilan ederek, herbir göçmeni ensar ailelerin yanına yerleştirerek onların yeni şehirde hayatlarını sürdürmelerini sağladı. Ensar aileler muhacirlerle her şeyini paylaşarak onların temel ihtiyaçlarını karşıladılar.
İkinci sorun, Medine’de yaşayan diğer gruplarla birlikte yaşama sorunuydu. Bu sorunu da, “Medine Sözleşmesi”ni yaparak halletti. Bu sözleşme, farklı grupların gönüllü katılımı ve müzakereleriyle ortaya çıktı. Hz. Peygamber nasıl muhacir ve ensarı kardeş kılmışsa, Medine’deki Yahudi, Müşrik ve Hristiyan grupları da tek çatı altında bir “ümmet” yaparak tarihte ilk defa bir sözleşmeye dayalı şehir-devletinin temellerini atmıştır.
Üçüncü sorun, kendilerini Mekke’den süren Müşriklerle savaş ilişkilerini ve Medine’nin güvenliğini sağlamaktı. Bu sorun bir yönüyle Medine Sözleşmesi, bir yönüyle de silahlı mücadeleye (cihada) izin verilerek çözüldü. Muhacirler yurtlarından kovulmuş oldukları için kendilerini savunmak zorundaydılar ve gerekirse Medine’yi savunmak için savaşacaklardı. Çünkü Mekkeli Müşrikler Müslümanlara bundan başka çare bırakmamışlardı. Nitekim Medine ve çevresinde onlarla birçok savaş yaşandı. En son Mekke’nin fethiyle İslam Mekke ve Medine’de zafere ulaştı.
Müslüman toplumun ve düşüncenin çetrefil sorunları Hz. Peygamberin vefatıyla birlikte başladı. İlk sorunların başında da siyasal bir sorun olarak “hilafet” sorunu ortaya çıktı. Temel soru şuydu: Hz. Peygamber’den sonra Müslüman toplumun kaderini kim belirleyecekti? Başka bir deyişle Peygamber’in yerine kim geçecekti? Onun “yerine geçen” anlamında yöneticiye “halife”, halifelerin yönetimine de “hilafet” denildi. Burada amacımız hilafet meselesini uzun uzadıya ele almak ve açıklamak değil. Bu konuda yeterinde eser yazılmıştır. Bizim yapmak istediğimiz Müslüman toplum ve düşüncenin temel sorunlarını belirlemektir.
Şu konuda herkes ittifak halindedir: Peygamber sonrası Müslüman toplumun karşılaştığı ilk sorun siyasal bir sorundur ve bu sorun, daha sonraki dönemleri de etkileyecek temel bir meseledir. Bu mesele yüzünden Müslüman toplum Hariciler, Şiiler ve Sünniler olmak üzere üç politik cemaate bölünmüş ve özünde siyasal olan bu bölünme, daha sonraki dönemlerde kendine has teolojik/kelami ve hatta fıkhi birer düşünce ekolü yaratılmasına da sebep olmuştur. Bugün halen “Hilafet, Şiilik ve Sünnilik” gibi kavramlar altında bazı sorunları konuşuyorsak, bu sorunlar bize tarihten aktarılmış olan meselelerdir.
Yine devlet başkanlığı etrafındaki tartışmaların bir sonucu olarak Hz. Osman’ın öldürülmesinin ardından, Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde meydana gelen Cemel ve Sıffîn savaşları sebebiyle bir müslümanı öldürmenin dinî hükmü, iman-günah, kader-cebir, tekfir gibi konular tartışılmış ve çözümler aranmıştır. Siyasî iktidarı bir türlü ele geçiremeyen muhalif gruplar ise iktidar ümitlerini canlı tutmak için kurtarıcı mehdî inancını icat etmişlerdir. Öte yandan Emevî idarecileri icraatlarını meşrulaştırmak amacıyla cebir inancını yaymaya çalışmışlardır. Bütün bunlar kelâm disiplininin doğmasına sebep teşkil eden iç faktörlerdir.
Bu ikinci aşamada ortaya çıkan sorunların her biri kelam ilminin de ortaya çıkmasını ve gelişmesini sağlayan içsel dinamiklerdir. Nasıl hilafet etrafında yapılan tartışmalardan üç ayrı siyasal, teolojik ve fıkhi cemaatler ortaya çıkmışsa, yukarıda anılan tekil sorunların herbiri hakkında yapılan tartışmalar da yeni ayrışmaları ve ekolleşmeleri beraberinde getirmiştir. Özellikle şu üç sorun, Müslüman düşüncenin tarihinde günümüze kadar aktarılan sorunların başında gelmektedir:
Bir Müslümanı öldürmenin hükmü ya da büyük günah meselesi, iman-amel arasındaki ilişkinin mahiyetine ilişkindir. Bu noktada “Amel, imandan bir parçadır” diyen Hariciler ile “İman ve amel arasında içsel bir ilişki yoktur” diyen Sünniler tam bir karşıtlık oluşturmaktadır. İlk grup söz konusu inançların gereği olarak ameli/pratik meselelerde hoşgörüsüz davranıp, hatta amelinde eksiklik gördüğü Müslümanları tekfir ederken, ikinci grup kendi çağında bir hoşgörü kültürü doğurmuş olmakla birlikte, daha sonraki dönemlerde ahlaki çözülmenin de temellerini atmıştır. “Madem ki iman ile amel arasında ilişki yok, o zaman ameli konularda rahat olunabilir” şeklindeki fikir, ahlaki normlardan sapmalara zemin oluşturmuştur.
İkinci problem olan kader meselesi, hem siyasi hem de kelami tartışmalarla ilgili olup meydana gelen olayların meşrulaştırılmasına yöneliktir. Emeviler kendi iktidarlarını meşrulaşırmak için alabildiğine kader ya da cebir inancını savunmaya çalışmış ve netice de bu mesele Sünni kelamın da “iman esasları” arasına girecek kadar önemli bir mesele haline gelmiştir. Günümüzde Hüseyin Atay gibi bazı ilahiyatçılar, kader inancının İslam akaidine sonradan eklenen bir ilke olduğunu ileri sürmektedirler. İlerde bu konunun tartışmasına girdiğimizde yeniden bu konuya döneceğiz, ancak şu bir gerçek ki, kader konusunda ister cebriyye ister kaderiyye tarafında yer alalım, bu sorun Müslüman aklı iğdiş eden meselelerin başında gelmektedir ve bugün halen Müslüman kuşaklar ve gruplar arasında tartışılmaktadır.
Üçüncü mesele, Mehdi inancı, muhalif grupların bir kurtarıcı arama yönündeki siyasal ve toplumsal psikolojisinden kaynaklanmıştır. Dünyanın kötüleştiğine dair algılar ya da kötüleceğine dair beklentiler hep bu fikri canlı tutmuştur. Üstelik bu fikir zamanla muhalif grupların ideolojisi olmaktan çıkmış, ana akım gruplara da mal olmuştur. Şimdi biz bu inancın sadece İslam içinde değil, Yahudilik ve Hristiyanlık içinde de önemli bir taraftar kitle bulduğuna şahit oluyoruz. Modern Ortadoğu’daki sorunlara taraf olan kesimler arasında gelecekte büyük bir savaş bekleyen ve bu savaşın aynı zamanda kurtarıcı bir kişinin (ister buna Mehdi diyelim, ister İsa diyelim fark etmez) ortaya çıkmasıyla sonuçlanacağına inanan insanlar ve gruplar bulunmaktadır.
Müslüman toplumun iç yapısındaki çatışmalar ve anlaşmazlıklar bazı sorunları su yüzüne çıkarırken, Müslüman toplumun fetihlerle birlikte farklı coğrafyalar ve kültürlerle ilişkiye girmesi de Müslüman düşüncede yeni sorunları tetiklemiştir. Bunların başında Hz. İsa’nın ulûhiyyeti iddialarını kanıtlamak için Kur’an’da ondan “Allah’ın kelimesi” diye bahsedilmesini ve ilâhî kelimelerin ezelî olması gerektiği delilini ileri sürerek Halku’l-Kur’ân ile zât-sıfat tartışmalarının ortaya çıkmasında hıristiyan âlimler, teşbih ve tecsîme dair konuların müslümanlar arasında tartışılmasında da yahudilerin payı bulunduğunu gösteren ipuçları bulunmaktadır. Halku’l-Kur’an meselesi, yani Kur’an’ın yaratılıp yaratılmadığı tartışması, farklı gruplar ile iktidar arasındaki çatışmaları hızlandırdığı gibi, Allah’ın sıfatlarıyla ilgili olarak yapılan tartışmalarda da (teşbih ve tescim) yeni gruplar ortaya çıkmıştır. Bu sorunlar sadece tarihsel sorunlar olarak kalmamış, bugün yeni bağlamlar kazanarak yeni tartışmalarla yeniden kendisine dönülen temel tartışma konuları olarak varlığını sürdürmektedir. Özellikle modern zamanlarda Kitap ve Tanrı algıları, karşılaştırmalı olarak çalışılan akademik ve aktüel konulardır.
Son olmasa da, tarihte Müslüman düşüncede önemli bir tartışma konusu da akıl ve nakil ilişkileri olup, özellikle Yunan kaynaklı felsefenin Müslüman dünyaya intikal etmesinden sonra gündeme gelmiştir. Akıl-nakil ya da felsefe-din ilişkisi, sadece eski zamanların değil, bugünün de önemli bir sorunudur. Tarihte alimler ile filozoflar arasındaki bir ayrışmaya sebep olurken, bugün de felsefe ve aklın rolü etrafındaki yapılan tartışmalarda yeniden eski tartışmalar ve bu tartışmalarda serdedilen fikirlere dönülmekte ve farklı tarafların argümanlarına kaynak oluşturmaktadır.
Başka ihmal ettiğimiz konularla olmakla birlikte, tarihte Müslüman toplumlar ve düşüncedeki temel sorunlara ana hatlarıyla işaret ettiğimize inanıyorum. Demin de belirttiğimiz gibi bu sorunlar sadece tarihte olup bitmiş şeyler değil, bugün de gerek iç gerekse dış etkilerle varlığını sürdüren ve müslüman zihinleri meşgul eden “temel” sorunlardır. Bunların nasıl çözüleceğine dair yaklaşımları, sonraki yazılarımızda tek tek ele almaya çalışacağız.
Kaynak: farklı bakış