Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Müslüman Düşüncenin “Tarihsel” Sorunları: Hilafet Meselesi

Kadir Canatan Yazdı;

Müslüman Düşüncenin “Tarihsel” Sorunları: Hilafet Meselesi

Son yazımızda Müslüman düşüncenin temel tarihsel sorunları üzerinde durmuş ve bunları yedi madde halinde sıralamıştık. Şimdi bu yedi sorunun ilki olan “Hilafet meselesi”ni ele alacağız. Önce bu konu hakkında kısaca tezekkür edelim, yani anımsayıcı bir düşünmeyle şu sorulara bir cevap verelim: Neydi hilafet meselesi? Nasıl ortaya çıkmıştı ve bu konuda ne tür yaklaşımlar sergilenmişti?

Bilindiği üzere hilafet meselesi, Hz. Peygamberin vefatıyla ortaya çıkmış ve Müslümanlar onun cenazesini kaldırmadan bu sorunu tartışmak üzere bir sahabenin evinde bir araya gelmişlerdir. Bu sorunu bu kadar acil kılan şey, Müslümanların başsız olamayacağı gibi o günlerde bunu istismar edecek kişilerin de ortaya çıkmış olmasıydı. Bu soruna hemen bir çözüm getirilmeliydi. Yapılan tartışmalarda şunu açıklıkla görüyoruz: Hiç kimse atanmış bir halifeden bahsetmiyor, bilakis her kabile ve toplumsal kesim kendi adaylarını ileri sürüyor. Ensar (Medineliler) kendi adayını ileri sürerken, muhacirler (Mekkeliler) kendilerinden birinin buna daha layık olduğunu iddia ediyor. Neticede katılımcı sahabeler, Hz. Ebu Bekir üzerinde karar kılıyor ve seçimin ilk aşamasını atlatıyorlar. Sonra Hz. Ebu Bekir camiye giderek cemaate bir konuşma yapıyor ve “beyat” talebinde bulunuyor. Bu işlemin de yapılmasıyla halifeyi seçme süreci tamamlanıyor.

Bu ilk seçim biçiminin neden böyle olduğu ve meşruiyeti pek sorgulanmıyor, ancak sonraki dönemlerde bu sorgulanacak ve üç tür görüş ortaya çıkacaktır:

  1. Harici görüş: Hz. Ali’nin taraftarları iken ondan ayrılan Hariciler bir hükümetin olmasını gerekli görmezler, bunlara Müslüman tarihinde ilk anarşistler denebilir. “Anarşist” ifadesini hakiki anlamında kullanıyoruz. Anarşist, toplumda bir otoritenin varlığını gerekli görmez, insanların kendiliğinden kendi kendilerini yönetebileceklerine inanır.
  2. Şiilerin görüşü: Hz. Ali yanlısı olan gruplar hilafetin Hz. Ali’nin hakkı olduğunu savunurlar ve bu konuda kendi kaynaklarında bazı kanıtlar ileri sürerler. Onlara göre imamet akidenin bir parçasıdır ve imamet ilahi bir biçimde naspedilir. Seçim ve beyat gibi uygulamalar meşru değildir.
  3. Sünni görüş: Hariciler ve Şiiler karşısında Sünniler hilafeti ilk uygulandığı biçimiyle ümmete ait bir mesele olarak ele alırlar. Gereksiz olduğuna dair düşüncelere katılmadıkları gibi ilahi bir atama fikrine de sıcak bakmazlar. Bir hadiste de ifade edildiği üzere masum olan ümmettir ve halifeyi seçme hakkı ümmete aittir.

Bu tarihsel hatırlatmalar gerekli olmakla birlikte, bugün neden hilafeti konuştuğumuzu açıklamaz. Bugün yeniden halifeliği konuşmamız iki sebeple anlamlıdır. İlk olarak Müslüman dünyanın bugünkü halini düşünen çoğu insan, ümmeti toparlayacak bir lidere ihtiyaç olduğunu vurgulamaktadır. Özellikle kriz dönemlerinde bu istek ve talep bilinç düzeyine çıkmakta ve adeta birlik ve bütünlüğün onsuz sağlanamayacağı savunulmaktadır.

İkinci olarak mevcut şartlarda Şiiler ve Sünniler arasındaki ihtilaf ve bölünmenin de hilafet tartışmasıyla alakalı olduğu ileri sürülmektedir. Eğer bu “tarihsel sorun” çözülmezse, bu ayrılığın devam edeceği ve Müslüman dünyanın mezhep kavgalarından arındırılmayacağı ifade edilmektedir.

Geçen hafta söylediğimiz gibi, anımsayıcı düşünme (tezekkür) kapsamında tarihsel sorunların her birini yeniden hatırlamak, neden ve niçinlerini konuşmak zorundayız. Bu düşünme tarzı, “bugünden tarihe doğru” bir düşünüş biçimidir ve güçlü bir empati gerektirir. Ancak böyle bir empatiyle, sorunun bağlamsal analizini yapabilir ve anlayabiliriz. Bununla birlikte tarihsel sorunların ikinci cephesini “teemmül ve tefekkür” oluşturmaktadır. Tefekkür “derinlikli düşünme”dir. Bunun “odaklı düşünme” (yani teemmül) ile tamamlaması gerekir. Odaklı düşünmede değerlendirme, derinlikli düşünmede aşmak ve hakikate varmak ağırlıklıdır. Eğer tarihsel olaylar ve sorunlar üzerine yoğunlaşıp, değerlendirmeler yaparak yeni bir anlama ulaşırsak, o zaman bu iki düşünme biçimi birbirini tamamlamış olacaktır.

Bugün Şii kardeşlerimizle hilafet meselesini “tarihsel şekilleri”yle konuşmanın pek bir anlamı kalmamıştır. Onlara göre tarih farklı işlemiştir. Sünniler ilk dört halife dönemini meşru görmekle birlikte, sonraki saltanat dönemlerini temize çıkarmazlar. Ne Şiiler “masum imamları” geri getirmeye ve hilafeti onlara vermeyi düşünebilir, ne de Sünniler saltanat fikrini günümüze taşıma eğilimindedirler. Hatta hilafetin “Kureyş’in hakkı” olduğunu da kimse savunmamaktadır, çünkü bu fikrin aktüel hiçbir değeri yoktur. Bu konuda en iyi yorumu 14. yüzyılda İbn Haldun yapmış ve “Kureyş”ten kastın etnik veya kavmi değil, ümmete önderlik edecek ve birliği sağlayacak bir gücün olmasının önemine vurgu yapmıştır. O zaman ümmeti yeniden ayağa kaldıracak güç kimse “Kureyş” odur!

Geriye tartışılması gereken ne kalmıştır? Aslında geriye sadece iki konu ya da soru kalmıştır:

1) Hilafetin mahiyeti ve hükmü nedir?

2) Gerçekleşme şansı ve şekli nasıl olacaktır?

Çağdaş dünyada halifelikle ilgili tartışmalar, 1924 yılında hilafetin Türkiye Cumhuriyeti Millet Meclisi tarafından kaldırılmasıyla başlamıştır. Bu tartışmalarda bir yandan hilafetin kaldırılmasının sonuçlarının ne olacağı tahmin edilirken, diğer yandan da hilafetin tarihsel olarak miadını doldurup doldurmadığı ele alınmıştır. Özellikle ikinci mesele hilafetin şeri statüsü ve geleceği ile ilgili olduğu için sert tartışmalara konu olmuştur. Geleneksel dönemde Şia ile Ehli Sünnet arasında hilafetin bir akîde konusu olup olmadığı temel bir tartışma konusu iken, bu kez hilafetin tarihsel mi yoksa dini bir kurum mu olduğu gündeme alınmıştır.

Başlarında Seyyid Bey ve Ali Abdurrazik gibi şahısların bulunduğu bir kesim halifeliğin kaldırılmasının isabetli bir karar olduğunu savunmuşlardır. Bunlara göre Türkiye, aslında çok uzun zamandır gerçek mahiyetini kaybetmiş bulunan biçimsel halifeliği kaldırmakla, bu kurum üzerinden İslam’a yüklenen şaibelere de son vermiştir. Esas halifelik zaten ilk dört halifeden sonra kalkmış ve saltanata dönüşmüştür. Bu tarihten sonra sultanlar, sadece kendi iktidarlarını meşru kılmak için hilafeti sembolik olarak kullanmışlardır.

Hilafetin kaldırılması sırasındaki tartışmalarda önemli bir rol oynayan Seyyid Bey’in en temel argümanı şudur: Hilafet meselesi dini olmaktan ziyade dünyevi bir meseledir ve itikat meselelerinden değil, millete ait hukuk ve mesalih-i amme cümlesindendir. İtikada taalluku yoktur. Ehli Sünnet uleması kendi itikat kitaplarında “İmamet” unvanı altında hilafet meselesini mevzuubahis etmişlerdir. Maksatları bu mesele etrafında dönen hurafeleri ret ve iptal etmektir. Yoksa hilafet meselesini bir itikat meselesi olmak üzere beyan etmek değildir.[1]

Seyyid Bey bu çıkarımını hem tarihsel tartışmalara hem de kaynaklarda hilafetle ilgili açık seçik hükümlerin olmayışına dayandırmaktadır. Tarihsel tartışmalarda Ehl-i Sünnet karşısında Şia hilafet meselesini bir itikat meselesi haline getirmiştir. Şeri kaynaklarda halifenin nasıl tayin olunacağına, şartlarının ne olacağına ve bunun vacip olup olmadığına dair detaylı hükümlerin olmamasının sebebi, bu işin bir “millet işi” olması dolayısıyladır. Yani bu konu milletin istişaresine, zaman ve şartların icabına bırakılmış bir meseledir. Zaten bu konular açıkça aydınlatılmış olsaydı, ne tarihte ne de şimdi bu konuda büyük ihtilaflar çıkmayacaktı.

Seyyid Bey’e göre Kur’an siyasi anlamda sadece iki konuya parmak basmıştır. Bunlardan birisi, “bugün âlem-i medeniyette cari olan kaide-i meşverettir ki, bunu Kur’an bize bin üçyüz sene evvel vaz’etmiştir.” İkincisi de, “ülülemre itaat düsturudur.” İşte bu ikincisi “anarşiyi, Hükümetsizliği ref ve def etmek içindir.” Bunların ötesinde Kur’an’ı Kerim’de “halife” ve “imam” gibi tabirler vardır, ama bunlar Peygamber hakkında veyahut sonra gelecek olan halifeler hakkında varid olmamıştır.[2]

Gerek uzak gerekse yakın tarihte hilafetin kaldırılmasının doğru olup olmadığı tartışmalarına dönmenin hiçbir yararı yoktur. Tarihi olayları tarihçilerin tartışmasına bırakıp önümüze bakmalıyız. Eğer hilafetin itikadi bir konu olmayıp fıkhi ve dünyevi bir mesele olduğunda ittifak edersek, bunun ümmetin içtihadına bağlı olarak ortaya çıkıp şekillenmiş bir kurum olduğuna inanıyorsak geriye sadece şu soru kalmıştır: Hilafetin gerçekleşme şansı ve biçimi nasıl olacaktır?

Hemen ifade edelim ki, hilafetin gerçekleşme şansı ümmetin iradesine bağlıdır, yer ve zaman geldiğinde ümmet bu kurumu tesis edecektir. Bunun ulus çağında mümkün olmayacağını söylemek, verili dünya içinde realist bir görüş olmakla birlikte, dünyanın küreselleşmeye doğru gittiği; uluslarüstü yapıların ve ittifakların önem kazandığı bir dünyada bunun reel olmayacağını söylemek makul bir şey değildir. Pekâlâ Müslümanlar orta-uzun vadede bir araya gelip, ister ittifaklar kurarak isterse birleşmeler yaparak kendi liderini seçebilirler. Bizim kanaatimiz önderliğin dönüşümlü olması şeklindedir. Ancak dönüşümlü bir liderlik Müslüman topluluklar nezdinde kabul görebilir. Nasıl bugün AB ve NATO gibi ulusüstü yapılarda dönüşümlü liderlik işliyorsa, bu tür bir liderlik Müslümanların kuracağı ulusüstü bir yapıda da işlerlik kazanabilir.  

Ancak daha önemli bir mesele var ki, o da “meşveret” konusudur. Öndere bilgi, birikim ve görüşleriyle destek olacak ve ümmetin kaderi üzerinde tartışmalar yaparak katkı sunacak geniş bir istişare meclisine ihtiyaç bulunmaktadır. Bu istişare meclisi temsili olduğu kadar uzmanlık sahibi olan kişilerden oluşmalıdır. Her konuya değil, belli başlı sorunlara odaklanmalı ve ümmet için çözümler önermelidir.

[1] Seyyid Bey’in Meclis konuşması için bakınız: https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d02/c007/tbmm02007002.pdf, s. 40-41.

[2] A.g.e.

 

Kaymak: Farklı Bakış



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER