22.05.2023
Deprem ve seçimlerin araya girmesiyle bir süreliğine ara verdiğimiz “Müslüman Düşüncenin Temel Sorunları” yazı dizisine kaldığımız yerden devam etmek istiyoruz. Daha önce Müslüman düşüncenin temel sorunlarını “tarihsel” ve “çağdaş” sorunlar diye ikiye ayırmış ve tarihsel sorunlar başlığı altında sıraladığımız ilk sorun olan “hilafet meselesi”ni ele almıştık. Bundan sonra gelen başlık “büyük günah” meselesi olup bu sorunu bu yazımızda ele alacağız. Öncelikle şunun bilinmesi gerekir ki, bu sorun bir öncekiyle çok yakından alakalıdır. Şöyle ki ümmet hilafet meselesinde anlaşmazlık ve çatışmalar içine düşünce, siyasi fırkalara bölünmüş ve bu fırkalar arasındaki savaşlarda çok kan dökülmüştür. Bu sorunun ortaya ilk defa çıkmasına doğrudan vesile olan şey, tarihte “hakem olayı” olarak bilinen hadisenin öncesinde ve sonrasında meydana gelen olaylardır.
Kısaca hatırlatmak gerekirse, Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra Medine halkının beyat etmesiyle halife olan Hz. Ali, ilk icraat olarak dönemin tüm valilerini görevinden alır ve yerlerine yenilerini atar. O zaman Şam valisi olan Muaviye bu uygulamaya muhalefet ederek makamını yeni valiye devretmediği gibi, Hz. Osman’ın katilerini bulup cezalandırmadıkça Hz. Ali’ye beyat etmeyeceğini de bildirir. Bu doğal olarak bir isyandır ve isyan da bir savaş sebebidir. Her iki taraf da kendine göre bir ordu oluşturup harekete geçer ve iki ordu Şam ile Kufe arasındaki Sıffin Ovası’nda karşı karşıya gelir. Zaman zaman sert çatışmaların da olduğu bu karşılaşma bir ay kadar devam eder ve binlerce Müslüman şehit düşer. Tarihçilerin verdiği rakamlar dehşet vericidir. Sonunda bu kanlı savaşa barış yoluyla bir çözüm bulmak için bir arayışına girilir. İşte, tam böyle bir durumda tahkim fikri ortaya atılır. Bu noktada hemen hemen tüm eski kaynaklar ile yeni çalışmaların büyük bir çoğunluğu, bu fikrin Amr b. el-Âs tarafından, bozguna uğramak üzere olan Şam ordusunu kurtarmak için bir hile ve aldatmaca olarak ileri sürüldüğünü belirtirler.
Hakem olayının oluşumu ve gelişimden ziyade bizi daha çok sonuçları ilgilendiriyor. Hz. Ali Ebu Musa El-Eş’ârî’yi, Muaviye de Amr ibnul’-As’ı hakem olarak tayin ederler. Bilindiği üzere hakemler anlaştıkları üzere halkın huzuruna çıkınca, Ebu Musa el-Eş’arî Hz. Ali ve Muaviye’yi azlettiğini duyurmuştur. Ondan sonra söz alan Amr b. Âs ise Hz. Ali’yi azlettiğini ama Muaviye’yi yerinde sabit bıraktığını söylemiştir. Tarihçilerin çoğuna göre bu bir hiledir ve bu hileyle Hz. Ali saf dışı edilmiştir. Çünkü önce Muaviye’nin tarafları onu halife ilan etmiş, aradan geçen dört yıl sonra Hz. Ali Hariciler tarafından öldürülünce Muaviye’nin hilafet iddiasının önündeki engeller ortadan kalkmıştır.
Hariciler başlangıçta Hz. Ali tarafında yer alan ve hakem olayına başvurunca ondan kopan bir kitledir. Onlara göre hakeme başvurmakla Muaviye ve Ali “büyük günah” işlemişler ve küfre sapmışlardır. Hariciler hakem olayına kadar gelen halifeleri meşru kabul etmekle birlikte, seçim işleminde Şura ilkesini esas alırlar ve halife adayının Kureyş’ten olmasını, olmazsa olmaz bir şart olarak kabul etmezler. “Büyük günah” konusunda ilk defa kendilerine özgü bir görüş geliştirmişlerdir. Onlara göre büyük günah işleyen kişi İslamiyet dairesinin dışına çıkar. Çünkü iman ve amel birbirinden ayrılmaz. Ameli yanlış olanın imanı da yanlıştır.
Görüldüğü üzere onların tekfir ideolojisi, büyük günah ve dolayısıyla iman-amel ilişkisi konusundaki görüşlerinden kaynaklanmaktadır. Burada siyasi olaylar mı, bu fikre yol açtı, yoksa böyle fikirleri sebebiyle mi Ali ve Muaviye’ye karşı tavır alınmasına sebep olmuştur sorusu ve bu soruya verilecek tekil bir cevap, indirgemeci bir cevap olacaktır. Şöyle demek daha uygun görünmektedir: Olaylar içinde Müslüman fırkalar görüşlerini geliştirmişlerdir. Dolayısıyla olaylar görüşleri, görüşler de olayları şekillendirmiştir.
Büyük günah problemi etrafında yapılan tartışmalarda iki mesele öne çıkmaktadır. Bunlardan biri hangi fiillerin büyük günah olduğu, diğeri de bu günahı işleyen kişinin dinî statüsüdür. Hariciler “amel imandan bir parçadır” görüşünü ileri sürdükleri için hem ilahi emirlere muhalif her eylemi büyük günah kabul etmişler, hem de onları kafir ilan etmişlerdir. Büyük günah tartışmasında Hariciler bir aşırı uç iken, diğer aşırı uçta da Murcie yer almaktadır.
Murcie’nin görüşü iki madde halinde özetlenebilir: İlk olarak Murcie, Hariciler tarafından büyük günah işleyen kimselerin Müslüman topluluğun dışına çıkarılmalarını, yani tekfir edilmelerini reddeder. Çünkü büyük günah, imana zarar vermez. Günahkâr kişi yine iman ehli içinde yer alır. İkincisi, bu görüşe bağlı olarak Murcie, Hz. Ali ve Muaviye gibi kişilerin hakeme başvurmaları onları günahkâr kılmadığı gibi, bunu büyük günah olarak kabul etsek bile onları tekfir etmek doğru bir yaklaşım değildir. Görüldüğü üzere Murcie, görüşleri itibariyle daha çok Hariciliğe bir tepki olarak doğmuş gibidir. Amaçları, ümmet arasında birliği sağlamak için daha geniş bir hoşgörü ortamı yaratmaktır. Ancak “iman ayrı, amel ayrıdır” fikri ümmet arasında ahlaki yozlaşma ve gevşemenin de yolunu açmıştır.
Büyük günah konusunda elbette başka fikirler de ortaya atılmıştır. Bilindiği üzere Mutezile’nin öncüsü Vasıl bin Ata büyük günah işleyenin ne mümin ne kafir ne de münafık olduğunu, ona sadece “fasık” denilebileceğini ileri sürmüştür. Oysa hocası Hasan el-Basri, bu konuda farklı düşünüyordu. O büyük günah işleyenin “münafık” olacağını iddia ediyordu. Vasıl, ondan ayrılıp aynı camide başka bir ders halkası başlatınca, ona “terk eden, uzaklaşan” anlamında “Mutezili” denilmiştir. Vasıl’ın bu fikri, daha sonra Mutezile’nin beş temel ilkesinden biri olan “el-Menzile Beyne’l-Menzileteyn” ilkesini oluşturmuştur. Bu ilkeye göre büyük günah işleyen iman ve küfür arasında bir yerdedir. Bu başka deyişle bu statü “fasıklık” olarak ifade edilmiştir.
Sünni dünyada Haricilik ve Mutezile’nin görüşleri pek yer tutmamıştır. Daha çok Murcie’nin görüşü muteber karşılanmış ve hep “iman ayrı, amel ayrıdır” fikri işlenegelmiştir. Büyük günahlar dâhil olmak üzere tüm günahların imana bir zarar vermeyeceği düşüncesi, günah işlemeyi cesaretlendiren bir açıklama olarak görülmüştür. Bu düzeydeki bir hoşgörü, sınırların aşılması ve hatta bu noktada bir cesaretlendirme olarak kabul edilmiştir. Mezhep tarihçilerinden İbn Hazm, bu noktada Murcilere sert eleştiriler yapmıştır.
Sünni kelamcılara göre;
1) İman, bir kalp ve vicdan işidir (Kalp ile tasdik, dil ile ikrar etmektir);
2) İman, fazlalık ve noksanlık kabul etmez.
3) Salih ameli olsa da olmasa da iman sahibi olan herkes cennete gidecektir (Bakınız: A. A. Aydın, İslam İnançları (Tevhid ve İlm-i Kelam), Sh. 159-173, Gonca Yayınevi, İstanbul 1984.)
Bu teolojik ilkelerin halk arasındaki algısı, çok basit olarak şöyle özetlenebilir: Din ve iman bir kalp ve vicdan meselesidir. Allah ile kul arasına girilmez. Din, çok özel bir ilişki biçimidir. Kimin ne kadar dindar olduğunu kimse bilemez. Camiye gitmek, namaz kılmak ve hac etmekle Allah’ın rızası kazanılmaz. Hatta bunlar gösteriş için yapılırsa insanı cehenneme bile götürebilir. Önemli olan halis bir niyete ve kalbe sahip olmaktır.
Müslüman dünyada ahlak sorunları Osmanlı’nın son dönemlerinden beri tartışılmaktadır. Mehmet Akif Ersoy, Müslüman dünya üzerine yaptığı gözlemler ve Batı’yla yaptığı karşılaştırmalar sonucunda, çöküşün ana nedenini ahlak olarak tespit etmiş ve bunun genel bir durum arz ettiğini ifade etmiştir:
“Durumumuz, çökmüş bir vücudun durumudur;
Çöküşümüzün ana nedeni ahlakın yok oluşudur;
Ancak bu hikmeti özlü bir sözle ifade etmeli:
Kurtulmanın tek yolu: Ahlakımız yükselmeli” (Safahat)
Fakat bugüne kadar kimse bunun teolojik öncüllerden kaynaklandığı konusunda bir fikir ileri sürmemiştir. Başka bir deyişle sahip olduğumuz kelami/teolojik görüşlerin ahlakın altını oyduğu gerçeği hep göz ardı edilmiştir. Oysa Kur’an’da “iman” ve “amel” kelimeleri hep ard arda gelmekte ve imanla amel arasında sıkı bir ilişki bulunduğunu vurgulamaktadır. “Ey iman edenler” diye başlayan ayetler büyük bir yekûn oluşturmakta ve bu hitapla başlayan ayetlerin hepsinde inanç meseleleri değil, eylem ön plandadır. Kur’an, iman edenleri hep iyi ve güzel eylemlere davet etmektedir. Bugün Müslüman dünya ahlak krizini aşmak istiyorsa, iman ve amel ilişkisi konusunda yeni bir formülasyona ihtiyaç duymaktadır. Dün dehşetli olayların etkisi altında kalarak çeşitli formüller ortaya atmış olan Müslümanların tarihsel şartlarından uzakta ve tarihsel yüklerden arınmış bir şekilde bu konuyu yeniden değerlendirmeliyiz. Bu değerlendirmede elbette çıkış noktamız Kur’an olacaktır.
Kanaatimizce Kur’an’da imani ve ameli olgular birbirinden bağımsız olarak ele alınmamaktadır. İman ve amel arasında kesin bir ilişki vardır. İman bir ağacın kökü ise, ibadetler gövdesi, ahlak ve ameller ise dalları ve meyveleridir. İman, kuvvetli ise ibadetler ve ameller de kuvvetlidir. Tersinden ibadetler ve ameller sağlamsa iman da sağlamdır. Ancak Haricilerin düştüğü hataya da düşmemek gerekir. Ameller eksik olduğunda veya özellikle büyük günahlar işlendiğinde bunlar imanı etkiler, ama yok etmez. Bununla birlikte iman ve ameller arasında etkileşim vardır. Bu etkileşimsel ilişkiyi temel alarak şöyle bir formülasyon yapılabilir: İman ve amel arasındaki ilişki diyalektik bir ilişkidir. İman amelleri etkilediği gibi, ameller de imanı etkiler. İmanda nitel anlamda zayıfla ve güçlenme mümkündür. Büyük günahlar imanı ortadan kaldırmaz ama zayıflatır.