Ünlü boksör Muhammed Ali 1971 yılının Kasım ayında BBC kanalında Amerika’da ki ırksal entegrasyon hakkında konuşurken bugün hala cevaplanmayı bekleyen bir soruyu kendi hayatına referans ile dinleyicilerine soruyordu: “Neden iyi olan her şey beyaz olmak zorunda?”
Ali’nin Muhammed bu soruyu sorduğu tarihten bugüne aradan neredeyse yarım asır geçti. O günlerde sorulan bu soru ırkçılığın kabul edilemezliğinin kelimelere dökülmüş en sitemkâr hallerinden birisiydi. Hem Amerikan tarihi boyunca hem de Muhammed Ali’nin bu soruyu sormasının ardından ırkçılığın kötü bir şey olduğu, Amerikan toplumu için kabul edilemez olduğu, Allah’ın yarattığı her rengin güzel olduğu ve insanların doğuştan gelen deri renkleri dolayısıyla birbirlerinden üstün olamayacakları anlayışının Amerikan toplumu içerisinde yayılması için hem devlet hem de toplum düzeyinde oldukça önemli çabalar sarf edildi, projeler hayata geçirildi. Fakat 46 yaşındaki siyahi bir Amerikalı olan George Floyd’un polis vahşeti sonucunda öldürülmesinden sonra bir kez daha anlaşıldı ki Amerika’da yaşayan bazı kesimler için ırkçılık hala kabul edilebilir bir olgudur ve bu kesimler için iyi olan her şey beyaz olmak zorundadır. Peki Allah’ın rengarenk yarattığı bir dünyada beyaz olan her şey iyi midir? Ya da başka bir şekilde soracak olursak beyazdan farklı olan kötü müdür?
Irkçılık fıtri değerlere aykırı olan kendini üstün görme ve kibir ile doğrudan alakalıdır. Irkçılık bireylerin doğuştan gelen özellikleri nedeniyle kendilerini diğer insanlardan üstün görmesi ve bu eşitsizlik üzerinden kendini konumlandırmasıdır. Irkçılık bir cahiliye hastalığıdır ve kibrin cisimleşmiş halidir.Evrensel insani değerler çerçevesinde dünyaya baktığımızda hiçbir şekilde insanlar doğuştan gelen,yaratıcının onlara bahşettikleri fiziksel özellikleri nedeniyle birbirinden üstün olamazlar. Irkçılık Allah’ın insanı yarattığı fıtri değer sistemine ters düşmektedir. Bu yüzden de ırkçılık hakkında konuşurken ilk bilmemiz gereken husus ırkçılığın, insanın yaratan değil yaratılan bir kul olduğu gerçeğine dayanan tevhidi değerler ile çakışan bir cahiliye hastalığı olduğudur. Hatta 12 yaşındaki kızım Meryem’in Floyd için gerçekleşen eylemlerde taşıdığı pankart üzerinden konuşacak olursak “Irkçılık da Corona gibi bir virüs” tür.
Her ne kadar ırkçılık deri rengi üzerinden siyahlara karşı yönelen bir tutum olsa da ırkçılık üzerinden gerçekleşen kendini üstün görme ve kibir farklı formlarda kendisine yer bulmaktadır. Yabancı düşmanlığı, İslamofobi, kadınlara karşı gelişen ayrımcılıkta ırkçılık gibi kibirden kaynaklanan üstünlük varsayımı üzerine kurgulanmıştır. Irkçılığı sadece ırk kavramı üzerinden değil nefret ve kendini üstün görme (arrogance) kavramları üzerinden değerlendirmek daha doğrudur. Dolayısıyla nefret söylemini ırkçılığın yanında daha geniş bir çerçevede cinsiyet ayrımı, yabancı düşmanlığı, İslam düşmanlığı fakir-zengin ilişkileri çerçevesinde alt-üst ya da iyi-kötü diye ifade edilen bir bağlamda değerlendirmek daha yerinde olacaktır.
Irkçılıktan sonra gelen en önemli nefret söylemi ne yazık ki cinsiyete yönelik negatif ayrımcılıktır. Dünyanın birçok yerinde cinsiyeti dolayısıyla kadınlar ikinci sınıf insanlarmış gibi ayrımcılığa maruz kalmaktadır. Tarih boyunca kadınların fiziki olarak doğuştan gelen özellikleri erkek egemen toplumlarda kadınların baskılanmasına neden olmuştur ve hala da olmaktadır. Peygamberin içinde doğduğu cahiliye Arap toplumunda kız çocukları diri diri toprağa gömülürken, bu günlerde ise farklı yöntemler ile erkeğin kadın üstündeki sözde üstünlüğünü gösteren aktiviteler devam etmektedir. Amerika, Avrupa ve hatta Türkiye’de bile birçok kurumda hala kadınlar için gelirde eşitsizlik devam etmektedir. Kadınlar için “Eşit işe eşit ücret” mücadelesi hala günümüzde devam etmektedir. İHH İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin yayınladığı 2018 tarihli rapora göre dünyada kadınların %35’i hala fiziksel, bedensel ve/ veya cinsel olarak istismara uğramaktadır. İnsan tacirleri tarafından kaçırılanların %75’ini kadınlar oluşturmaktadır. Amerika’da her 4 kadından 1’i eşinden şiddet görmekte Avrupa Birliğinde yer alan ülkelerde ise kadınların %45’i cinsel istismara uğramıştır.
Diğer bir nefret söylemi ise bu günlerde artan popülizme paralel olarak yükselen yabancı düşmanlığıdır (xenophobia).Başta Trump olmak üzere özellikle Avrupa’da birçok liderin bugünlerde siyasal söylemini oluşturan yabancı karşıtlığı ırkçılık ile doğrudan bağlantılı olup, farklı olanı kabul etmeme ve kendini üstün görme ile alakalıdır. Avrupa’da Türklere ve Müslümanlara karşı nefret her geçen gün daha fazla artarken, Trump’ın iktidara gelmesi ile birlikte yükselen nefret söylemi günümüzün bir gerçeği halini almıştır. Southern Poverty Law Center’a göre ABD’de halen 917 nefret grubu faaliyet göstermektedir. Fakat şunu da belirtmek gerekir Amerika’da ki her kesim bu konuya Trump gibi bakmamaktadır. Mesela benimde üst kurullarında olduğum Demokrat Parti ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve nefret söylemine karşı mücadele için önemli çabalar sarf etmektedir. Amerika’nın ötesinde yabancı düşmanlığı güncel gelişmeler nedeniyle artan bir trenddir. Mesela son dönemde ortaya çıkan COVID-19 başta Çin olmak üzere dünyanın birçok farklı yerinde yabancı düşmanlığını körüklemektedir.
Yabancı düşmanlığının bir parçası olsa da burada özellikle üzerinde durmak istediğim bir diğer nefret söylemi İslamofobia’dır. Dünyada artan sağ popülizm ve yabancı düşmanlığı İslamofobiyi, İslamofobi’de doğrudan ırkçılığı körüklemektedir. Avrupa’da aşırı sağın yükselişi ile birlikte İslamofobi vakalarında ciddi artış gözlenmektedir. Bu artış sadece Müslümanlar için değil Avrupa’nın güvenlik ve istikrarı içinde tehdit oluşturmaktadır. Sadece Avrupa’da değil dünyanın farklı bölgelerinde de İslam düşmanlığı artış göstermektedir. Örneğin Trump’ın İslam karşıtı söylem ve eylemleri Amerika için bu durumun en güzel örneklerindendir.
Her ne kadar çok fazla dile getirilmese de bir diğer ayrımcılık örneği ise kişilerin finansal statüleri nedeniyle ayrımcılığa ve nefrete maruz kalmalarıdır. Rızkı veren Allah’tır ve insanların maddi durumları süreç içerisinde değişebilir. Şeytanda Firavunda yaratıldıklarını biliyorlardı. Firavun üstünlük taslayarak kendini yaratıcının yerine koydu. Hatta Firavun onun ötesine de giderek kendini rızık veren ve Allah’ın verdiği canı alan olarak gördü. Fakat rızkı verenin Allah olduğu gerçeğine rağmen Firavun gibi davranmak kibrin en üst halidir. Bunun yanında insanların maddi durumlarından dolayı başka insanlar tarafından ayrımcılığa uğramaları ya da zengin olanlar tarafından ucuz iş gücü olarak kullanılmaları kabul edilemezdir.
Irkçılık, yabancı düşmanlığı ve nefret söylemi zaman aşan mefhumlardır. Vahyin indiği dönemde Arap toplumunda oldukça yaygın görülen, sonrasında ise Avrupa medeniyetinin temel taşlarından birisi olan kölelik kurumunun varlığını düşününce bu kavramların zamandan bağımsız mefhumlar olduğu daha iyi şekilde anlaşılacaktır. Güzel sesli Bilal-i Habeşi, babası Rebâh ve Müslüman olan annesi Hamâme de kölede köle oldukları için çeşitli işkencelere maruz kalmaları köle emeğine dayanan bir toplumda gayet normaldi. Irkçılık, yabancı düşmanlığı ve nefret söyleminin temel bulduğu 18. yüzyıl Amerikan toplumunda okuma yazma bilen bilge bir kişilik olan İbni Said sahibinden daha eğitimli olsa da renginden dolayı sahibi için sadece bir köle olmaya mahkumdu. Amerika’da daha 1960’lara dek Siyahiler oturduğu koltuktan kalkıp kendini sadece renginden dolayı üstün gören beyaz bir kişiye yer vermek zorundaydı. Rosa Parks oturduğu koltuktan kalkmamakta direnerekten direnisin sembol ismi olmuştu.George Floyd tutuklanırken bile insanca bir davranışı hak ederken, boğazına basılarak öldürülmesi sıradandı. Çünkü ırkçılığın zemin bulduğu toplumlara doğmak insan onurunun ayaklar altına alındığı bu zorba süreçleri ortaya çıkarıyor. Fakat onca baskı ve işkenceye rağmen ne Bilal ne de ailesi inandıklarından vazgeçmediler. İbni Said bir köle olduğu için yazmaktan vazgeçmedi ve Said’in hikayesi bugüne geldi. Rosa Parks siyah olduğu için beyazların koltuğuna oturmaktan vazgeçmedi ve ciddi bir eylem başlatmak için gerekli olanın erkeklik değil cesaret olduğunu hepimize gösterdi. George Floyd’un ölümü insanları sessizliğe itmedi. Aksine zulme karşı insanlığın bir olabildiğini hepimize gösteren bir vesile oldu.
Her ne kadar güncel gelişmelere paralel olarak bu günlerde bir Amerika sorunu gibi görünse de bu hastalıklar insanlık tarihi boyunca var olup bütün çabalara rağmen hala tam olarak tedavi edilememiş küresel problemlerdir. Irkçılık, yabancı düşmanlığı ve nefret söylemi zaman aşan bir mefhum olmanın yanında mekândan da bağımsızdır. Sadece bir ülkeye, bölgeye veya millete addedilmeyecek kadar büyük küresel bir sorundur. Uygurlu Müslüman Türklere Çin devleti tarafından yapılan baskılar, Balkanlarda ırkları ve dinleri yüzünden katledilen insanlar, dünyanın farklı bölgelerinde ayrımcılığa uğrayan azınlıklar ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve nefret söyleminin mekân aşan mefhumlar olduğunun örneklerindendir.
Amerika ırkçılığın, yabancı düşmanlığının ve nefret söyleminin bu zaman ve mekân aşan durumundan nasibini almıştır. Amerika’da ırkçılığın temelleri Amerika’ya göçün hızlandığı 17. yüzyıla dayanmaktadır. Kıtaya işgal için yerleşen Avrupalılar bir yandan yanlarında getirdikleri Afrika kökenli insanları köle olarak kullandılar, diğer yandan ise Amerika’nın asıl sahibi olan Amerikan yerlilerinin topraklarına el koyup birçok yerliyi kendilerine köle yapamadıkları için öldürdüler. İlk plantasyonların kurulmasından, Amerika’nın Avrupa’dan bağımsızlığını kazanmasına, oradan da köleliğin yasaklanmasına kadar geçen süreçte kölelik kurumu ve ırkçılık Amerika’nın gerçeği olmuştur. Daha sonrasından kölelik 19 Haziran 1862 yılında Abraham Lincoln tarafından tamamen kaldırılmış olsa da ırkçılık farklı kılıklar altında Amerikan toplumu içerisinde bazı kesimlerde yer etmiştir. Amerika’ya getirilen ilk Müslüman kölelerden olan İbni Said gibileri plantasyonlarda ırkçılığa maruz kalırken, köleliğin kaldırılmasından sonra ise Rosa Parks, Malcolm X, Martin Luther King, Muhammed Ali, George Floyd ve adını saymakla bitiremeyeceğimiz Afrika kökenli nice siyahi Amerika toplumu içerisinde ırkçılığa maruz kaldı.
Temelleri tarihi sürece dayanan Amerika’da ki ırkçı söylemi yapısal bir tavır olarak algılamak daha yerinde olacaktır. Bireylerin gördükleri zulüm bireylerden bağımsız cahiliyenin getirmiş olduğu yapısal bir süreçtir. Amerikan iç savaşında endüstri temelli kuzey ve tarım temelli güneyin mücadelesi göz önüne alındığında 21. yüzyıl öncesinde ırkçılığın yapısal olarak ekonomiyi besleyen bir düzen olduğu anlaşılacaktır. Tarım temelli bir toplum yapısına sahip olan güneyliler köle emeğine dayanan ticari düzenlerinin bozulmaması adına köleliğin sürdürülmesini talep etmekteydi. 21. Yüzyıla geldiğimizde ise bu süreç farklılaşmış olup dünyada artan insan hakları kavramına paralel olarak kölelikte ortadan kalkmaya başlamıştır. Kölelik kurumu ortadan kalksa bile ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve nefret söylemi siyaseti besleyen bir tutum olarak devam etmiştir. Trump’ın iktidara geldiği süreçteki ve sonrasında dile getirdiği söylem incelenirse zaten ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve nefret söyleminin politik birer araç olduğu anlaşılmaktadır. Trump’ın bu tavrının Amerika’da oy potansiyeli bulunmaktadır. Bu yüzden de Amerika’da yaşayan halkın bu konuda takındıkları farklı tavırlar siyasetin ana malzemelerinden birisidir. Her ne kadar Amerika çoğulcu bir toplum olsa ve ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve nefret söylemi büyük çoğunlukta kabul görmese de Trump’ın da içerisinde bulunduğu bazı kesimler açısından Amerika hala beyaz egemen bir toplumdur. Bu yüzden de Muhammed Ali’nin sorduğu sorunun cevabı bu kesimler açısından açıktır ve iyi olan her şey beyaz olmak zorundadır. George Floyd’un öldürülmesinden sonra insanların sokaklara dökülmesi ve adalet talep etmeleri ise her şeyi beyaz üzerinden okumak isteyen siyasiler ve onların takipçileri için bir uyarıdır. Bu George Floyd’un vahşice katledilmesine gösterilen tepki siyah beyaz demeden toplumun ekseriyeti ve yöneticiler tarafından doğru okunmuştur. Hak ve adalet arayışı içerisindeki her toplum geleceğe yeni bir adım atmış demektir. Amerikalıların Floyd için seslerini yükseltmeleri, hak ve adalet talep etmelerini de böyle görmek gerekir. Bu hak ve adalet arayışının pozitif yansımaları önümüzdeki süreçte daha iyi anlaşılacaktır. Hatta bunun ilk yansıması polislerin aşırı şiddet kullanımı öngören yasa ve düzenlemelerde değişikliğe gidilmesi için atılan adımlardır.
Bunca geçen zamana rağmen ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve nefret söylemi Amerika’da kendine hala yer bulabiliyor olsa da bu düşünce tarzları Amerika’nın kurucu fikirler ve ilkeleri ile uyuşmamaktadır. Ayrıca ırkçılık bütün Amerikalılara atıf edilemez, bir azınlığın tavrıdır ve bizim tabirimizle “cahiliye”dir. Aslında Amerika’da Kurucu Babalar’ın İslam Medeniyeti de dahil evrensel insani değerlere bağlı geliştirdikleri sistem oldukça oturmuş ve insani değerler halk tarafından oldukça sahiplenilmiş durumdadır. Amerika kurulurken özellikle Kurucu Babalar olmak üzere o dönemde yaşayan ve Amerika üzerine hayaller kuran birçok düşünür Amerika’yı evrensel değerler üzerine kurmak için çaba harcamış ve bütün insanların doğuştan gelen haklarının ifade etmişlerdir. Bunlardan en önemlisi de Allah tarafından onlara bahşedilen yaşama hakkıdır. Amerika’nın kurucu belgesi olarak bilinen Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinde Thomas Jefferson tarafından şu cümleler kaleme alınmıştır: “Biz şu gerçeklerin açık olduğu görüşündeyiz: bütün insanlar eşit yaratılmışlardır, onları yaratan Tanrı kendilerine vazgeçilemez bazı haklar vermiştir, bu haklar arasında yaşama, özgürlük ve mutluluğu arama hakları yer alır, bu hakları korumak için insanlar arasında meşru, iktidar hak ve yetkilerini yönetilenin rızasından alan hükûmetler kurulmuştur. Herhangi bir hükûmet şekli, bu amaçları tahrip eder bir nitelik kazanırsa, onu değiştirmek veya kaldırmak ve temelleri kendi güvenlik ve refahlarını sağlamaya en uygun görünecek ilkeler üzerine dayanan, güç ve yetkiyi aynı amaçla örgütleyen yeni bir hükûmet kurmak o halkın hakkıdır.”
Bağımsızlık Bildirgesinde bahsedilen bazı ilkeler tevhidi değerlerin insanlara öğütlediği evrensel ilkelerden başkası değildir ve özünde insanın insana kulluğunu ret etmektedir. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinde görüldüğü üzere bütün insanların doğuştan eşit yaratıldığı, Allah’ın onlara vazgeçilemez haklar verdiğinden açık şekilde bahsedilmiştir. Kurucu Babalar’ın Bağımsızlık bildirgesinde üzerinde ısrarla durdukları bu haklar (unalienable rights) hiçbir şekilde devrolunamaz ve kişinin elinden alınamaz. Aslında ırkçılık gibi her türlü ayrımcılığın temelinde insanın insana kul edilmek istenmesi ve insanın kullaştırılması yatmaktadır. Burada Amerika’nın kuruluşundaki ilkelerin tevhid ile ilişkisini dile getirmemin nedeni ne tevhidi değerlerin Amerikan sistemi üzerinden ne de Amerika’nın tevhidi değerler üzerinden meşrulaştırılması olarak görülmemelidir. Böyle bir şeye ihtiyaç da yoktur. Otuz yılı aşkın süredir Amerika’da yaşayan biri olarak burada vurgulamak istediğim aslında tevhidi düşüncenin temel ilkeleri olan insani özgürlük, bağımsızlık ve adalet gibi kavramların insanlığın ortak malı olduğudur ve Amerika’nın Kurucu babaları da Amerika’yı inşa ederken bu fıtri ilkelerden ciddi olarak faydalanmışlardır.
Başta da bahsedildiği üzere ırkçılık ya da daha geniş anlamada ayrımcılık ve kendini üstün görme zaman ve mekân aşan bir cahiliye problemidir ve çözümü ise toplumların evrensel insani değerler (tevhidi/fıtri değerler) üzerine yeniden inşasıdır. İnsanın kendini yaratan olan ilah gibi değil de kendisinin diğer insanlar gibi yaratılan olduğunu görmesi öz bir ifade ile kulluk bilincidir. Fakat evrensel insani ilkeler yüzyıllar içerisinde bazı kesimler tarafından bozulmaya çalışılmış ve toplumlar fitnenin kol gezdiği, kulluk bilincinin ortadan kalktığı yerler haline dönüşmüştür. Kurucu Babalar’ın kurmak istedikleri Amerika’da aynı bozulmaya maruz kalmıştır. Allah’ın insanın fıtratına kodladığı ve Kurucu Babalar tarafından da hatırlanan bu evrensel daha doğrusu bu fıtri, insani ilkelerin tekrar bütün toplumların içerisinde yer etmesi insanlığın özgürlüğüne kavuşması ve ırkçılığın yeryüzünden sonsuza dek silinmesi açısından önemlidir.
Bill Clinton, Hilari Cinton ve Murat Güzel
Barck Obama ve Murat Güzel