Tarih: 28.03.2020 02:14

Mültecilik, zamanı bağlayamamak ve naif iyimserliğimiz

Facebook Twitter Linked-in

Gayatri Chakravorty Spivak’ın “Madun Konuşabilir mi?” başlıklı yazısı çağdaş siyaset kuramı literatürünün önemli klasiklerinden birisi. Gramsci’nin bir toplumda sesi olmayan, temsil edilemeyen, işleyiş mekanizmaları içinde kendini ifade edemeyen şeklinde tanımladığı madun (subaltern), “toplumsal hareketlilik yapılarına erişimi engellenmiş, idealden bir sapma, ne başkaldıran ne itaat eden, sesi kaybolmuş” niteliği dikkate alındığında Spivak’ın “madun konuşabilir mi?” sorusunun gerçekten de nasıl zor ve yerinde bir soru olduğu görülecektir. 

Maduniyet çalışmaları veya post-kolonyal düşünce gibi sınırları belirsiz de olsa Edward Said’den Spivak’a kadar pek çok düşünürle ilintilendirilen maduniyet mevzusuna Suriye’de rejim güçlerinin İdlib’deki Türkiye askerlerine yönelik hava saldırısının ardından Türkiye AB’ye gitmek isteyen mültecileri durdurmama kararı alması nedeniyle yeniden gündemimize giren mülteciliği çağrıştırması nedeniyle değindim. Bu çağrışım, yerleşik bir yapının organizasyonunda, güç dağılımında ve bunun toplumsal/sınıfsal/kültürel vs. aidiyetlere yansıyan kısımlarında karanlık alana süpürülen ‘madun’ ile kriz anlarındaki trajik boyutları dışında sessizlikle geçiştirilen ‘mültecilik’ arasında gördüğüm çarpıcı benzerlikten kaynaklanıyor sanırım. 

Mülteci, sığınmacı, göçmen vs. gibi hukuki-teknik tanım farklılıkları olmakla birlikte mücbir sebeple yaşam dünyasından, anlam dünyasından, kültür dünyasından, bağlamından kopan ve her anlamda belirsiz bir yolculuğa çıkmak zorunda kalan insanları kastediyoruz. Bugün yeryüzünde BM verilerine göre 70-80 milyonu bulan devasa bir nüfus bu konumda. Küresel görünüm bu sayının azalacağına dair bir emare de taşımıyor. Genel eğilim bu sayının gidecek artacağı yönünde. O halde sahile vuran bebek ölümünde veya sınırların sıfır noktasında dikenli tellerin, gaz ve sis bombalarının ve hatta gerçek kurşunların hedefi kılındıkları koşullarda gündemimize girebilen bu insanlara, bu konuma dikkat kesilmek durumundayız. Uluslararası ilişkilerin seyri ve güç denklemi içinde bir başlık olarak dile gelen bu insanlar tıpkı madunlar gibi “sesi olmayan, temsil edilemeyen, işleyiş mekanizmaları içinde kendini ifade edemeyen”, “toplumsal hareketlilik yapılarına erişimi engellenmiş, idealden bir sapma, ne başkaldıran ne itaat eden, sesi kaybolmuş” “amorf” bir varlık olarak ele alınıyorlar. 

2011 yılında ilk kafilesi ülkemize gelen ve sayıları resmi rakamlara göre 4 milyona yaklaşan bu insanların bugüne kadar sesini duyan oldu mu? Nesnesi olarak yer aldıkları bu politik hengâmede ne söylüyorlar? Daha doğrusu niye bir şey söylemiyorlar? Veya nasıl oluyor da bir şey söylemiyorlar? Söyleyecek bir şeyleri mi yok, seslerini mi kaybettiler? Yıllardır geldikleri bir ülkede varlıklarına, talep ve beklentilerine, hayallerine ve acılarına dair ağızlarından hiçbir şey duymadığımız bu insanlar ne tür bir ilişki ağında yer alıyorlar? Bunca zaman sessiz, dilsiz, konumsuz bırakan bu vaziyet nasıl bir şeydir? 

Bauman “Bir kez mülteci olan, sonsuza dek mültecidir. Kaybettiği (ya da artık mevcut olmayan) yuvasına giden yollar kesilmiştir, yaşadığı araftan çıkan bütün yollar cehenneme gider” diyor. Şahin Uçar Hoca bir konuşmasında hatırlayamadığım birisine referansla “zamanı bağlamak”tan bahsetmişti nesiller arası kültürel aktarım için. Mültecilik nesiller arası bağlantının/aktarımın insanın kendi hayatında kesintiye uğraması hatta söz konusu bağlantı/aktarım düzeneğinin dağılmasıdır. Zamanın, akışın, sürekliliğin kopması, insanın kaygan, kırılgan ve belirsiz bir zemine mahkûm olmasıdır.  Bilindiği üzere Hamlet’te, bozulmuş devletin prensi kralın hayaletiyle karşılaşınca şöyle der: ‘The time is out of joint.’ Derrida, ‘Marx’ın Hayaletleri’ kitabında Shakespeare’in Hamlet’inden aldığı bu sözü ‘zaman yerinden çıkmış, zaman aklını kaçırmış, ayarı bozulmuş vs.” şeklinde yorumlamak gerektiğini söyler. Türkçe’ye “zamanın çivisi çıktı” olarak çevrilen söz esas itibariyle tıpkı normalin akışı ile anormal olan hayaletin yan yana gelerek bir anomaliye yol vermesi gibi mültecilik de vaziyeti itibariyle rutinimize musallat olan bir “hayalet” olarak görülmekte ve öyle muameleye tabi tutulmakta. İçeriye alınsa bile içerinin görünmeyen çatlaklarına, kovuklarına, karanlık köşelerine yerleştirilen ‘mülteciler’i sarmalayan derin sessizlik ancak hayatımızın olağan akışında ters giden bir şeyler olursa maruz kalınan bir acı çığlığa dönüşebiliyor. Tıpkı daha önce kıyıya vuran Aylan bebekte olduğu gibi veya şu günlerde yukarıda da değindiğim gibi İdlib’deki gelişmeler üzerine Türkiye’nin Avrupa’ya gitmek isteyenleri durdurmayacağını açıklaması ve ardından sınıra yığılan mültecilerin oluşturduğu dramatik tabloda gördüğümüz gibi. 

O halde bu vesileyle iki hususa dikkat çekmemiz gerekiyor. Birincisi, mültecilerin veya mülteciliğin krize, acı bir çığlığa dönüştüğü an. Bu noktada yapılanlar, edilenler ve bu yapılıp edilenlerin insani, ahlaki ve ilkesel nitelikleri. İkincisi ise içerinin görünmeyen çatlaklarına, toplumsal hayatımızın ulaşılmayan kovuklarına, gündelik hayatımızın karanlık bölgelerine süpürülen mülteciliğin, mültecilik olmaklıktan kaynaklanan çok büyük bir kriz ve kulakları sağır eden, dayanılması güç bir acı çığlık olduğu gerçeğidir. Mültecilik ile baş etme stratejisinin sessizlik olmayacağı, sessizliğin çaresiz bir kaçış ve sorun çözmekten ziyade çarpan etkisiyle sorun büyüten bir pozisyon alış olduğu açıktır. Sadece ülkemizde değil tüm yerkürede en önemli sorun başlıklarından birisi olan “mültecilik” Harvey’in ifadesiyle “zamanın ve mekânın sıkıştığı” günümüz dünyasında sessizliğe vererek, acil ihtiyaçlarını karşılayarak hatta, çok şahit olmasak da, mevcut uyum/entegrasyon politikalarını uygulayarak bile halledilemez. Zira çok daha iradi göçlerin ve istekli kabullerin olduğu süreçlerde bile “zamanın bağlanamadığı” dolayısıyla “kayıp kuşaklar”ın oluştuğu gerçeği dikkate alınırsa karşı karşıya olduğumuz şeyin nasıl önemli, ciddi ve acil olduğu görülebilir. 


Mültecilik iradi olmayan, geri dönüşsüz ve belirsiz bir konumdur. Bu konumun sadece mültecilerin hayatıyla sınırlı olduğunu düşünmek, etkilerinin sadece onlara olduğunu söylemek, en iyimser çözümde bile sabit ve değişmemesi gereken olarak kendimizi “garantiye” almak ve böylece devam etmek veya devam edebileceğimizi düşünmek bizim sorumluluk savan temelsiz iyimserliğimizden kaynaklanıyor. Mülteciler, Derrida’nın vurguladığı gibi bize “musallat olan hayaletler” gibi. Daha önce başka vesilelerle ifade ettiğim üzere yüzleşilmesi, hesaplaşılması, hal yoluna koyulup usulünce geride bırakılması gerekenler yapılmadığı için zamanın çivisi çıkmış durumda, yapılmadığı için Türkiye’nin ve dünyanın üzerinde “mülteci” hayaleti dolaşmakta. Zamanın çivisinin çıkmış olması kozmik bir düzensizlikten, bizleri aşan dolayısıyla çaresizce maruz kaldığımız bir doğa felaketinden kaynaklanmıyor. Maduniyet çalışmalarının önemli isimlerinden birisi olan Ranajit Guha “dünya tarihinin ve devletçi kaygıların gürültüsü, tarih yazımını gündelik yaşamın iç çekiş ve fısıltılarına duyarsız kılmıştı” diyor. Dünya yeryüzünde milyonlarca erkeğin, kadının ve çocuğun iç çekişlerine ve fısıltılarına duyarsız kılan insandışılaştırıcı bir gürültünün eşliğinde yol almaya çalışıyor. Umarım yolun yol olmadığını anlamak için daha büyük krizleri yaşamamız gerekmez. 
 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —