MÜLTECİ HAYATALAR, SURİYELİLER VE HÂLİMİZ- Cihan AKTAŞ

Cihan AKTAŞ'IN Yazısı;

MÜLTECİ HAYATALAR, SURİYELİLER VE HÂLİMİZ- Cihan AKTAŞ

“Türkiye’de belli bir solcu kesim pozitivizm ve hayat tarzı söylemleri müştereğinde Kemalizm’in ortaya koyduğu görüşlere çok yakın. Suriyelilerin Türkiye’ye “Arap” görünümü kazandırmasından duyulan rahatsızlığı solcu olduğunu söyleyen kesimlerden sıklıkla duymamızın başlıca sebebi, Batı uygarlığı, Batı düşüncesi merkezli görme ve yaşama gerçekleridir. Halkçı ve evrensel bir bakış açısında insani duyarlık sanki ancak belli bir aidiyet ve kimlik profili olan insanlara gösterilebilir.”

“Toplumsal şiddeti oluşturan saiklerden biri, rivayetler. Komşunu rivayetlerle tanıyorsan, yanılmadığına nasıl emin olacaksın? Medya ve sosyal medya bu konuda olumsuz bir rol oynuyor maalesef. Siyasal sebeplerle Suriyelilerin karıştığı olaylar bütün Suriyelileri hedef alacak şekilde dile getiriliyor. Komşuların birbirini yakından tanıyacağı konuşmalara açık kamusal ortamlara, mahalle mekânlarına ihtiyaç var. Aslında bu konuda sivil toplum örgütleri daha faal olmalı ki gerçekten dert edinenleri az değil.” 

“Kendimizi kolay kolay bir mültecinin yaşadığı şartlarda hayal edemeyiz, ne kadar yakınlaşırsak yakınlaşalım hayatlarına. Yaşlı bir bebek gibi her şeyi yeniden öğrenmesi gerekiyor mültecinin, olumsuz şartlar altında. Esenler’de konuştuğum bir mülteci, yaşadığı apartmanda karşılaştığı insanlara selam vermekten kaçındığını, nihayet selam vermez olduğunu söyledi bana. Komşularının verdiği selamı bir yardım isteme adımı olarak algıladığı hissi içindeydi. Burada, selamı öncelikle kimin vermesi gerektiği geliyor akla.”

MÜLTECİ HAYATALAR, SURİYELİLER VE HÂLİMİZ

Cihan Aktaş, Fotoğrafta Ayrı Duran kitabında acı çemberlerinden geçerek hayatın hakkını vermeye çalışan insanların yürek burkucu hikâyelerini bir araya getiriyor. Beklenmedik bir anda yerini yurdunu terke mecbur kalan mültecilerin dramından yalın ve çarpıcı kesitler, incelikli olduğu ölçüde sarsıcı göndermeleriyle bakışımızı sınıyor. Coğrafyanın kaderinin sürüklediği mekânlarda geçmişin sahneleri bugüne karışırken okuyucuyu kendi konumu üzerine sorular sormaya sevk ediyor. On dört hikâyeyi bir araya getiren Aktaş’ın hikâye kitabı, mülteci hayatların barındırdığı akıntıya karşı mücadele derslerinden öğrenme endişesini öne çıkarıyor. Bu hikâyeleri okurken hiç bilmediğiniz dünyalar arasındaki güçlü ama sızılı bağları fark etmemek mümkün değil. Hâlâ bir açıdan iyimser olma sebebini koruyan kahramanlarını kendine özgü dili ve anlatımıyla başka bir ihtimalin eşiğine taşıyan Cihan Aktaş’la hikâyelerinden hareketle mülteci hayatların dramını Umran Dergisi konuştu... 

Bu Önemli Söyleyişiyi Her Taraf Haber Takipçileri için alıntılıyoruz..

Kitlesel göç hiçbir şekilde yeni bir fenomen değil. Savaşların ya da despotizmlerin canavarlığından veya açlık ve beklentisiz bir varoluş yüzünden kaçanlar modern zamanların başlarından bu yana diğer halkların kapılarını çalıyor. Mültecilerle ilgili hikâyelerinizi ‘Fotoğrafta Ayrı Duran’ kitabınızda bir araya getirmenizin hikâyesinden başlayalım. Hikâyeler nasıl oluştu,  ilk hangisi yazıldı? Sizi mülteciler ve sığınmacılar üzerine düşünmeye, yazmaya iten nedenler ve hatta duygular nelerdir?

Mülteci gruplarının bir sığınak aradığı bazen de yerleştiği bir coğrafyada yaşıyoruz, Anadolu, nüfusu sürekli tazelenen bir zemin. Kendimi bildim bileli mülteci hayatların güçlükleri üzerine düşünürüm. Hiçbir mülteci zor şartlar altında belirsiz bir yürüyüşe katılmak istemez. Bir insan en temel ihtiyaç ve değerlerinden yoksunlaştırıldığında başlıyor iltica hareketi. O benim yerimde olabilirdi, ben onun yerinde olabilirdim, kim ne adına yerli yurtlu kalabileceğini iddia edebilir?

Mülteci Hayatların Güçlükleri

İran’da Afgan mültecilerin hayatlarına şahit oldum, Azerbaycan’da kaçkınların yurtlarında yaşadığı yersiz yurtsuzluğu gördüm. Turuncu Günler günlüğü, Birinci Körfez Savaşı günlerinde aldığım notlardan oluşuyordu. Anne olacaktım, zor günler geçiriyordum ve yattığım yerde, ekranda izlediğim Irak’tan Türkiye’ye kaçan mülteciler bulantımı artırıyordu. Hamile ve lohusa kadınlar ellerinde çıkınları, kucaklarında bebekleriyle dağları tepeleri aşarak canlarını kurtarmaya çalışıyorlardı. Bu sahneler hiç azalmıyor bölgemizde. Suriye savaşı sırasında da mülteci kalabalıkları tarafı olmadıkları bir savaştan kaçarak ülkemize sığındılar. Evler yıkıldı, aileler dünyanın dört bir yanına dağıldı, savaşın yeterince yaraladığı insanlar zor şartlar altında hayata tutunmanın yollarını aradılar. İstanbul, Konya, Maraş gibi şehirlerde mültecilerin bulundukları ortamlara girerek yaşadıkları şartları anlamaya çalıştım. Sohbet ortamlarında dinlediklerim birbirine bağlı öykülere dönüştü zamanla.

Mülteci, hayatlarımızın yeterince düşünmediğimiz sükûneti konusunda sorular gönderir bize. Bu sorularla yüzleşmeye cesareti olmayan insanlar etraflarında mülteci görmeye tahammül edemezler. Bir parkta bir araya gelen akrabaların neşeli iç muhasebelerine dışarıdan sızan kimliği belirsiz küçük bir kız, evvela Hece dergisinde yayımlanan “Neolitik Neşe” öyküsüne katıldı, bu öyküyü kitap için yeniden ele aldığımda. Halep Bebek öyküsünü, Maraş Mülteci Kampı’nda dinlediğim ve düşündükçe hâlâ yüreğimi sızlatan bir hikâyenin etkisi altında yazdım. Sadece şunu söylemek isterim bu öykünün arka planıyla ilgili olarak: Bir baba, evlerinin saldırganlar tarafından kuşatıldığı sırada, kızını, “namusunu kurtarmak için” başını duvardan duvara vurarak öldürmeye çalıştı. Bu cümle üzerine çok şey söylenebilir biliyorum, sayfalar yetmez. İnsan hangi sebebe daha çok öfkelensin, bilemiyor.

Arap Nefreti, Sorunlar ve İstişare

Hayli zamandır kamusal kaygı ve korkuların odak ve çıkış noktaları olagelen televizyon haberleri, gazete başlıkları, siyasi açıklamalar ve internet tweet’leri Suriyelilere referanslarla dolup taşıyor. Buna karşın göçmenlik sadece Suriyelilerle sınırlı değil. Türkiye’deki diğer göçmenlerin çok da hatırlanmamasını nasıl anlamak gerekir? Tersinden ele alırsak bunun altında aynı zamanda “Arap nefreti”nin  yattığını söyleyebilir miyiz?

  Haklısınız, ne yazık ki Araplara dönük öyle bir nefret var bazı kesimlerde. “Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü” sözü de yeni söylenmiş değil. Bu nefret genç kuşaklarda aynı zamanda siyasal bir kamplaşmanın söylem ve imgeleriyle yenileniyor. Gerçi biz tarih üzerinden pek düşünmüyoruz yaşananları. İstanbul her zaman göç alan bir şehir, nüfusu hiçbir zaman homojen olmamış, hatta 19. yüzyılın başlarında gayrimüslim nüfusunun daha yüksek olduğu zaman aralıkları da var. Şimdiden baktığımızda belirgin olarak görünen hakim dönemlerde ismi Bizans (MÖ 670-MS 330), Kostantiniyye (MS 330-1760), Stimboli-İstanbul (1453’ten itibaren sözlü ve 1760’tan bugüne yazılı olarak). Daha öncesi hep vardı, Hellenler de göçle geldiler, başkaları da… Kimileri fetihle geldi kimileri bir sığınak arayarak. 

Bettany Hughes’in İstanbul-Üç Şehrin Hikâyesi’nde yer alan, Justinianus ve Theodora zamanında şehre mülteci akınının anlatıldığı bölümden birkaç cümle aktarayım: “Evsizler, yurtsuzlar ve gerek Perslerden gerek ‘barbar’ tehdidinden kaçanlar, Doğudan ve Batıdan buraya gelmiştir. Birçoğu Hunların ve Gotların yönetimindeki Tuna Boyu ve Gotlara ait bölgelerden kopup gelmiştir; Vandal zulmünden kaçıp gelen mağdurların dilleri kesiktir. Emperyal çift sığınmacılar için bir imarethabe yaptırmıştır. Şehir bir sığınma yeri olarak, bugün hâlâ süren bir nam salmaya başlamıştır.”

Suriyeliler “tehdidi ve endişesi” bilhassa geçen yılki seçimlerden bu yana ülke gündemini değişen derecelerde de olsa belirlemeye devam ediyor. Öyle ki neredeyse siyasi olarak patlamaya hazır bir ruh hâlini yansıtır duruma geldi. Bu bakış açısını genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Küreselleşme ekonomi ve siyasetinin sonucunda kaotik bir dönemden geçiyor sistemler. Wallerstein ta 1990’ların başlarında yazdı bunu. İlerleme inancını yitiren dünyanın temel istikrar unsurunu yitirdiğini ve provokasyonlar dönemine girdiğimizi öne sürüyordu Bildiğimiz Dünyanın Sonu kitabında. “Mevcut dünya sistemi ölmekte, yerine temelde başka bir şey geçecek. Belalı bir döneme girmiş durumdayız. Sonucun ne olacağı belirsiz… Tüm yapabileceğimiz berrak ve faal olmak.” diyordu. Gerçi bütün olarak “Arap Baharı” ve özellikle Libya ve Suriye’de yaşanan felaketler, oluşan kaos atmosferinde ilerlemekte olan büyük bir plan fikrine götürüyor bizi. Hani, Macbett’in girişinde üç cadı vardır ya, “İyi kötüdür kötü iyi, siste pis havada buluşalım.” Kaotik dönem fırsatlar dönemi, kapan kapana dönemi olarak bir belirleyici dönem aynı zamanda. İğvalara açık bir yönü var bu iddianın, bu nedenle de ilkeli ve soğukkanlı olmak çok önemli. Dolayısıyla kültürel ve siyasal alanda istişarî bir yaklaşıma her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.

Büyük Bir İmtihana Tabi Toplumumuz

Bugün çokça başka bağlamlarda gündeme gelen bir meseleyi sormak istiyorum: Son aylarda yayımlaman yazılardan ve kotarılan haberlerden hareketle göçmenler söz konusu olduğunda yalnızca Türk milliyetçileri/ulusalcılarında değil “uzaktaki insanı sev­me kolaycılığındaki” solun arasında da aşılması güç bariyerler olduğu ifade edilebilir. Hikâyelerinizde hayırseverlik önemli bir yer tutuyor. Sol ise genelde bu tür çalışmaları “hayırsever kapitalizmi” parantezine alarak tahfif ediyor. Siz ne dersiniz solun en azından belli bir kısmının  göçmen karşıtlığına eklemlenmesi  bağlamında?

Hiçbir fikir ve hareket çevresi yekpare değil. Türkiye’de belli bir solcu kesim pozitivizm ve hayat tarzı söylemleri müştereğinde Kemalizm’in ortaya koyduğu görüşlere çok yakın. Suriyelilerin Türkiye’ye “Arap” görünümü kazandırmasından duyulan rahatsızlığı solcu olduğunu söyleyen kesimlerden sıklıkla duymamızın başlıca sebebi, Batı uygarlığı, Batı düşüncesi merkezli görme ve yaşama gerçekleridir. Halkçı ve evrensel bir bakış açısında insani duyarlık sanki ancak belli bir aidiyet ve kimlik profili olan insanlara gösterilebilir. Geride kalan geniş nüfusa yönelik nefretten mülteciler de payını alıyor ne yazık ki… Kemalizm’in bir “saadet asrı” var, Türkiye güç bir meseleyle yüz yüze geldiğinde, hayat tarzı ortaklığında bu saadet asrı kimi sol kesimlerin de dâhil olduğu bir yüceltmeyle konuşulur hep. Toplumsal gerçekçilik planında bile gerçek insan, gerçek insanların zorlukları ideallere ulaşmada engel gibi görülüyor.

Beklenmedik sorunları uzağa dönük ilgiyle erteleme, böylelikle oluşan yakın körlüğü eğilimi, böylelikle oluşan yakındakilerin hak edişine dönük horgörü ise her kesimde çok yaygın. Ranciere’in Kurmacanın Kıyıları’nda yaptığı şu tespit çok açıklayıcı gelir bana: “Etraflarındaki şeyler artık ilgilerini çekmediği için tüm gerçekliği gözden kaçırdılar; yakın olan onlara sıkıcı ve bayağı geliyordu, uzak olansa muhayyilelerinin keyfine kalmıştı. Uzakla birlikte yakın da işte böyle unutulmaya yüz tuttu.”

Peki, Suriyelileri kardeşlik söylemi üzerinden sahip çıkmakla seçmenlerin korkularını yatıştırmak arasında salınan mevcut iktidarın uygulamaları nasıl anlaşılmalı? Kamuoyu araştırmalarında ülkenin karşı karşıya olduğu sorunların en önemlilerinden birinin Suriyeliler olduğu ifade ediliyor. Elbette neden bugün diye de sormak gerekebilir… Bu anlamda bir devamlılık mı yoksa bir kopuş mu var?

Kuşkusuz hükümet mültecilerin konumları konusunda daha net konuşabilmeli, çeşitli belirsizlikler ve bu belirsizliklerin oluşturduğu üzücü olaylar mültecilere yakınlık gösteren kesimlerde bile sorular oluşturuyor. Belirsizlik elbette en çok mültecilerin huzurunu tehdit ediyor. En başında savaşın gidişatı belli değildi, mültecilerin geri döneceği düşünülüyordu. Ancak rejim düşmediği için savaştaki ülkeden kaçan milyonlarca insan hayatlarından endişe ettikleri için geri dönmektense çok olumsuz şartlarda yaşamayı göze alıyor. Tam olarak tanımlanmayan bir zeminde yaşıyor Suriyeliler, çocuklar bu zeminde gençlik çağına erişmekte, bu aslında ağır bir baskı. Büyük bir çoğunluk ucuz işçi olarak ağır şartlar altında ayakta kalma mücadelesi veriyor. Burada bulunmaları Suriyelilerin suçu değil. Olağanüstü travmalarla sürüklendiler ülkemize, baş etmeleri gereken bir yas süreci var çoğunun. Yaralı, yorgun insanlar. Toplum içinde biraz neşelenmelerini bile sorun hâle getirenler oluyor. Paylaşılamayan şey üzerine düşünüyor o zaman insan, neşe niye paylaşılmaz… Elbette o neşeyi paylaşanlar, o neşe oluşsun diye elinden geleni yapanlar asla eksik değil, fakat kendini iyileştirmeye çalışan insanlara yönelik düşmanca yaklaşımı oluşturan kaskatı kısmen ırkçı bakış açısının pervasızlığı endişe uyandırıyor. Öğrenilmiş bütün güzel kelimeleri, bilgileri, öğretileri şaşırtan büyük bir imtihana tabi toplumumuz. 

Komşunu Rivayetlerle Tanıyorsan

Diğer taraftan sosyologların da dikkat çektiği üzere kamuoyunda nasırlaşmış bir duyarsızlık ve ahlaki körlük yanında  “mülteci trajedisinden bıkkınlık” şeklindeki başka bir trajedi kapıda bekliyor. Mültecilerle ko­nusunda, ahkâm kesmenin ötesinde belli düzenlemeleri hayata geçirmeyi iler süren ırkçılığa varmayan hoşnutsuzluğu” hesaba katmanın önemli olduğunu düşünüyor musunuz?

Böyle bir hoşnutsuzluk kısmen yukarıda işaret ettiğim belirsizlikten kaynaklanıyor ve aynı belirsizlik mültecilerin huzurunu hatta güvenliğini tehdit ediyor. Büyük şehirlerin ahalisi bütün göç süreçlerinde benzeri bir hoşnutsuzluk sergilemiştir, Halit Ziya Uşakligil ve Mithat Cemal Kuntay’ın kitaplarında bu hoşnutsuzluğu ortaya koyan pasajlar okuyabilirsiniz, ama mültecilere kucak açan kurum ve kesimler de eksik olmamıştır hiç. İç göçte de benzeri bir hoşnutsuzluk hâkim oluyor büyük şehir ahalisine. İnsanlar yanı başlarında yaşayan ailenin konumundan emin olmak istiyorlar, önyargılar dışında iletişimi ve doğru bilgiyi edinmeyi sağlayamayan diğer sebepler nasıl aşılabilir? Bence sözünü ettiğiniz hoşnutsuzluk sadece Suriyelilere, sadece mültecilere dönük değil, ancak Suriyeli mülteci nüfusunun oranı bu beklentiyi daha bir vurgulu olarak gündemde tutuyor.

Halkı suçlamaktan önce sebep analizleri yapmalı, suçlamaların çözüme bir katkısı yok. Orada insanca davranma, Müslümanca karşılama yolları nasıl bir imkân hâlinde ortaya konulabilir ve sorumluluk olarak üstlenilebilir? Doğru karşılama şartları, organizasyonlar, medya açıklamaları, siyasilerin ifadeleri üzerine düşünmek gerekir. 

Geçen yıl birkaç ay Seattle’da kaldım. Redmond’taki Muslim Association of Puget Sound (MAPS) Camii’nde gerçekleşen “Komşunla Tanış”  programın gitmiştim. Gündem başlığı “Bir Cemaat Olarak Buluşma”ydı.  MAPS cami olmanın yanı sıra kültür merkezi ve bu tür faaliyetler gerçekleştirecek şekilde tasarlanmış. Programları genel olarak güzel ama belli ki bu programın duyurusu iyi yapılmamış. Aynı masada oturduğumuz Joyce isimli Redmond’lu yaşlı kadın komşuların birbirini tanımasını sağlayacak programlara çok ihtiyaç olduğunu belirtti. Toplumsal şiddeti oluşturan saiklerden biri, rivayetler. Komşunu rivayetlerle tanıyorsan, yanılmadığına nasıl emin olacaksın? Medya ve sosyal medya bu konuda olumsuz bir rol oynuyor maalesef. Siyasal sebeplerle Suriyelilerin karıştığı olaylar bütün Suriyelileri hedef alacak şekilde dile getiriliyor. Komşuların birbirini yakından tanıyacağı konuşmalara açık kamusal ortamlara, mahalle mekânlarına ihtiyaç var. Aslında bu konuda sivil toplum örgütleri daha faal olmalı ki gerçekten dert edinenleri az değil.

Önyargıların Aşılabilmesi İçin

Öngörülebilir gelecekte Suriyelilere ilişkin söylem bir dengeye kavuşabilecek mi, yoksa duygu körlüğü daha kesif bir hâle mi gelecek? Hikâyelerinizde genelde mülteciler için bir şeyler yapan karakterler öne çıkıyor. Kardeşlik ile siyaset arasındaki ilişki hep tartışıla gelen bir mesele oldu. Yazılarınızda ve kitaplarınızda kardeşlikle hayatın çeşitli alanlarını birbiriyle ilişkilendirip beraber düşünmeye çalışıyorsunuz.  Şunu sormak istiyorum: Artık “göçmenler kardeşimizdir, misafirimizdir” demenin ötesine geçen dahası kardeşliğin gerçekten hakkını veren bir toplumsal entegrasyon projesi için neler yapılabilir?

Bu konuda daha iyimser cümleler kurmak isterdim ama Suriyeliler konusu siyasal hasımlık düzeyinde ele alındığı sürece bir sorun olarak gündemi işgal edecek. Bu ülkede kesimlerin korkuları var, bu da kişilerin kendi görüşlerini geliştirmesine nadiren izin veriyor. Normal olarak mülteciler konusunda hassas olabilecek insanlar meseleyi siyasal kutuplaşma ekseninde kendini haklı çıkartacak şekilde tanımlamaya başlıyor. Siyasilerin her türlü farklı görüşün üzerinde insani bir bakışla yeni bir söylemde birleşmeleri gerekir, çünkü başka da bir çaremiz yok ahlaki, yapıcı, barışçıl bir kavrayış yönünde. Ancak kültür ve sanat alanlarında da daha fazla konuşulmalı mesele, çünkü doğru tanımlanmadığında bir meselenin kördüğüm hâline gelmesi kolaylaşıyor. İslâmî kesim 80’ler ve 90’larda mazlumlara dönük güçlü organizasyonlar gerçekleştirirdi. Bu organizasyonların kültüre, topluma ve siyasete etkisi büyük oldu bence. Hatta Türkiye’nin önünü açacak bir siyasete ilişkin umutlar da hem teori hem pratiğiyle o zeminde oluştu. Farklı görüşlerle konuşabilmenin zeminiydi sözünü ettiğim, aynı zamanda. Ancak artık bu organizasyon ve faaliyetleri gerçekleştiren kesimlerin ardılları büyük ölçüde siyasal kamplaşma diliyle yaklaşıyorlar meselelere. Toplumsal barış ve yapıcı faaliyetler için, önyargıların aşılabilmesi için ortak zemin konuşmalarına her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Kamplaşmayla oluşan yalıtım ve sağırlığın bedellerini “sesi duyulamayanlar” ödüyor en çok.

Yakın Körleşmesi

Peki, mahallelerimizde, şehrin caddelerinde ya da işyerlerinde birlikte yaşamaya alıştığımız insanların durumları edebiyat başta olmak üzere yaşanan insani dram sanat dünyasında yeterince yer bulmuyor. Bunu nasıl değerlendirmek gerekir?

Bir açıdan yakın körleşmesi diyebiliriz bu duruma belki, yukarıda Ranciere’den yaptığım alıntının da gösterdiği şekilde felaketin, perişanlığın, acıların sıradanlaşması yakın körleşmesinin sonuçlarından biri. Gerçek o kadar yakıcı ki anlatabilmek de aynı oranda zorlaşıyor. Bir açıdan da sanatkârane bir faaliyetin önceliği metnin ertelenmesine yol açıyor olabilir. Gökçe Değirmen’in mülteci çocukları sevindirmek amacıyla bayram günlerinde kamplara TIR’larla oyuncak ve giyecek götürmek için koşuşturması gibi örneklerin üzerimde oluşturduğu his bu. Bir toplumsal alt üst oluş var, bir ezberlerin bozulması. Duyarlığın ilk adımları, çocukların ihtiyaçlarına cevap verilmesi, sağlıklı yaşama ortamları, iş yerlerindeki istismarların engellenmesi… Hiç yazılmadı değil, mesela Ayşegül Genç’in “İç Bir Şey”i geliyor aklıma; yersiz yurtsuzlaşmayı derinden hissettiren. Cemal Şakar’ın Adı Leyla Olsun başlıklı kitabında Suriyeli işçilerin istismarını konu alan öyküler var. Yenilerde Abdullah Harmancı’nın “Kırmızı Balon” öyküsü yayımlandı Cins’te, insanların bir acıyı hayatlarına dokunmadığı sürece nadiren anlayabildiğini gösteriyor öykü. Öykü hiç yazılmıyor değil, ama haklısınız,  daha fazla eserden söz edebilmeliydik.  Araya bir zaman mesafesi girmeli belki de… Kuşkusuz on yıl sonra çok fazla eserden söz edilecek. 93 Harbinin muhacirlerinin perişanlığının da tasvir edildiği Üç İstanbul’u Mithat Cemal Kuntay 1938’de yayımlattı. Ben de mülteciler üzerine sürekli yazmasaydım belki zorlanırdım bu kitabı hazırlarken. Biriktirdiğim çok şey vardı.

Dönemimizin Köleciliği

Hikâyelerinizden biri “Robotlaşmak Burada Bir Başka Türlü”…  Kamplardaki hayatı görünce belgesel yapmaktan vazgeçen karakterin dışında da filmlere temas eden hikâyeler var. Bununla bağlantılı olarak Sergey Dvortsevoy’un Ayka’sı (2018) geldi aklıma. Şehrin göbeğindeki apartman dairesindeki kalabalık, tıkışık kamp yaşamı... Kırgız mültecilerin Moskova’da hayata tutunma mücadelesini, sınır dışı edilme korkusu ve mafyatik kapitalizmin pençesinde kalışını anlatan olağanüstü bir film. Bu film hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kendimizi kolay kolay bir mültecinin yaşadığı şartlarda hayal edemeyiz, ne kadar yakınlaşırsak yakınlaşalım hayatlarına. Yaşlı bir bebek gibi her şeyi yeniden öğrenmesi gerekiyor mültecinin, olumsuz şartlar altında. Esenler’de konuştuğum bir mülteci, yaşadığı apartmanda karşılaştığı insanlara selam vermekten kaçındığını, nihayet selam vermez olduğunu söyledi bana. Komşularının verdiği selamı bir yardım isteme adımı olarak algıladığı hissi içindeydi. Burada, selamı öncelikle kimin vermesi gerektiği geliyor akla.

Dvortsevoy Ayka’da hiç istisna olmayan bir büyük göçmen istismarını gözler önüne seriyor. Böylesine bütün iyilik yollarının kapandığı örnekler Birleşik Arap Emirlikleri’nde ve benzeri kapalı, denetlenemez ve ayrıcalıklı ortamları mümkün kılan bütün ülkelerde sıradan hâle gelmiş durumda. Dönemimizin köleciliği de bu şekilde oluşuyor. Büyük zenginliklerin arkasında nadiren kusursuz bir emeğe rastlıyorsunuz. Ve bu kadınları çalıştıran işletmeler veya aileler onların uykusunu bile satın almış gibi yaklaşıyor. İnsanın bir de böyle robotlaştırılması var. O açıdan bakılacak olursa Ayka zaten anne olma hakkına sahip bir kadın olarak görülmüyor, satın alınmış mahkûm biri o, Spivak’ın madunu, teorideki sınırlarında kaldığı sürece öyle. Onun üzüntüsü, acısı, hayalleri, ümitleri, pişmanlıkları, yorgunluğu, gözyaşları olamaz. Madun elbette yanıltabilir, acı kadar neşeli üretkenlik dediğim emek yolları da bir sıçrama sağlayabilir bilinçlerde. Ayka bebeğini terk edip hastaneden kaçtığına göre lohusa hâlinde, nasıl bir tehdit altında olduğunu hayal etmek zor olmasa gerek. Göğüsleri bebeğinin ihtiyacı olan sütle dolu lohusa bir kadının en bakıma ihtiyaç duyduğu anlarda bir veteriner kliniğinde lohusa köpekle ilgilenmesi belki apaçıklığıyla hikâyeyi zorlayan bir ayrıntı ama kaçak işçi olarak köleleşen bir kadının nasıl robot muamelesi gördüğünün de güçlü anlatımı.  İçerisine gün ışığı girmeyecek kadar dışarıdan yalıtılmış hostelin adının “Gün Işığı Hostel” olması yine, çok göze sokulan bir ironi gibi geldi bana, ancak bir hayli yaygın bir kapatma, örtme gerçeğinin ifadesi olduğu muhakkak. Ruhtan yoksun görülen sadece kadın işçiler değil elbette, ancak göçmen kadınların annelikle birlikte yaşadıkları parçalanma ve dağılma çok daha ağır. İnsanlığımız, Müslümanlığımız, zaviyesinden baktığımızda gündemlerimizde ilk sırada tutulması gereken “medeniyet krizi” yaraları bunlar. Görme ve anlatma, çözüme kavuşturma yöntem ve üsluplarıyla aslında kimiz neyiz onu ortaya koyduğumuz da bir gerçek.

Bir de şu var; Ayka Kırgız ve Moskova’da, burası Rusya, Rusça konuş baskısına maruz kalıyor. Nasıl öğrenecek hangi hayatın içinde? “Altın Dişlerim” başlıklı öykümün kahramanı Muhabbet’i hatırladım izlerken. Muhabbet İstanbul’da çalıştığı evden kısa bir süre için çıktığında, altın dişleri Özbek olduğunu gösterebilir diye gülmekten uzak duruyordu. Bu benim hayalimin ürünü bir endişe değil, Özbek bir kadın işçiden duymuştum. Bir Suriyeli mültecinin kendini görünmez kılması hiç kolay değil, geniş bir nüfusun bir parçası. Mültecilere yönelik hoyrat bakışta her Suriyeli aynı kişidir. Büyük bir nüfus içinde gerçekleşebilecek her türlü sorunun muhatabı o tek kişi, sorumlusu, bedel ödemesi gereken de...

Emek Sömürüsü ve Suriyeliler

Hikâyeleriniz aynı zamanda günümüz emek dünyasını akla getiriyor. “Üstelik mülteci emeğinin insafsızca sö­mürüldüğü atölyelerden farklı bir düzen kurmak, az şey mi?”  diyor karakterlerinizden biri. Ekonomik göçmenlerin ve mültecilerin sığınma aradığı dünyanın “gelişmiş” kısımlarında, iş dünyası çıkarları ucuz emeğe ve kâr vaat eden yeteneklere gözünü dikmiş durumda ve onları hoş karşılıyor. İşverenlerin ucuz yabancı işçileri elde etmek konusunda bilgili hâle geldikleri bile söylenebilir. Bu anlamda, bu türden “yeni” sömürü biçimleri için ne söylersiniz?

Bu çok acı bir gerçeklik, mülteci orada gerçekten de bir robot gibi görünüyor. Bu bağlamda son üç yıl içinde işverenlerle, atölye sahipleriyle yaptığım röportajlarda da birçok işveren Suriyeli işçi çalıştırmak istemediklerini, gruplaşıp atölye içinde sorun oluşturduklarını söylediler. Suriyeli işçi, robot gibi davranmak suretiyle tercih edilebilir bu bakışta. Tabii büyük bir genelleme yapmak istemiyorum ama kuralsızlık insafsızlığı, acımasızlığı da getiriyor. Çok fazla ileri sürülen hoşnutsuzluk sebebi, mülteciler yüzünden işsizliğin arttığı.  Oysa iki yıl önce Maraş’a gittiğimde esnaf ölmeye yüz tutan geleneksel sanatların Suriyeli işçiler düşük maaşla çalıştıkları için canlandığını söylemişlerdi. Tabii bu acı bir şekilde düşündüren bir vakıa. Suriyeliler kimsenin işini elinden almıyor, düşük ücretlerle, olumsuz şartlar altında, güvence talep edemeden çalışıyorlar. Sadece hayatta kalabilme savaşı veren insanlara iş yerinde birbirini bulup aralarda iki laf etmeleri bile çok görülüyor. Tabii bu sadece Suriyeli işçilerle sınırlı bir mesele değil, ancak onlar iş ortamları itibarıyla olmasa da konum ve uyum tartışmaları itibarıyla çok görünürde oldukları için sosyal medyada dile geliyor çalışma şartlarına dair anlatımlar. Medyada emek meselelerinin siyasal endişelerle arka plana düşürülmesi kadar vahim bir tutum olamaz. Emek sömürüsü ihmal edilerek herhangi bir sağlam yapı inşa edilemez, medeniyet sıçraması bir yana dursun.

Son olarak, sayıları milyonları bulan mülteciler açısından biraz da hikâyelerinizdeki gibi umudu diri tutmak dahası bir şeyleri yerli yerine oturtmak ve bir yol aramak için neler yapılmalı?

İletişim, ilgi, sorumluluk almak, şehirlilik… Şehir çok geniş bir çatı, bunun altında yolcular, mülteciler, göçmenler de var. Herkesin yapabileceği bir şeyler vardır. Yapanlar da hiç az değil. Kimisi şiir yazar, kimisi ise şiirin ölmediğini gösteren bir sahne sergiler. Birebir iletişim artmalı, komşu toplanmalarını mümkün kılan buluşmalar gerçekleştirilmeli, veriler ve rakamların topluma daha doğru ulaşabileceği, Suriyelilerin kendilerini ifade edebileceği platformlar oluşturulmalı… Siyasal aidiyete bağlı kalmadan sorumluluk duyan kesimlerin mültecilerin yararına ortak çalışmaları yapıcı bir bakış açısının gelişmesine büyük katkı sağlayacaktır. 

HerTaraf