Mukaddes Özkan Türkiye’de İslami mücadelenin öncü isimlerinden olan ve 1995 yılında vefat eden eşi Ercümend Özkan’la verdikleri mücadeleyi Hatıralarım adlı kitabında kaleme aldı. Bir dava adamını en yakın yol arkadaşından dinlemek oldukça etkileyiciydi. Üstelik dindar camiada çok da alışık olmadığım şekilde bir direnişin hikayesini omuz omuza yüklenen bir kadının kaleminden okudum. Önce Özkan çiftinin kızları Elif Özkan’a ulaştım onun vasıtasıyla da Mukaddes Hanım’a. Son derece güçlü ve bir o kadar zarif bir hanımefendi olan Mukaddes Hanım’la İstanbul’da oğlu Ömer Bey’in evinde ise yüz yüze tanışma fırsatı buldum. Anlam Yayınları arasında çıkan Hatıralarım kitabından yola çıkarak Özkan’la eşini ve eski günleri konuştuk. Buyrun.
-Böyle bir hatıra kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı? Nasıl bir süreçte yazdınız kitabı?
Ben bu kitabı en başından beri bir roman olarak yazmayı tasarlamıştım. Siz de bilirsiniz ki roman olayına girdiğiniz zaman iş farklılaşıyor. Yani hayal gücü ister istemez devreye giriyor. Hâlbuki benim maksadım tamamen farklıydı. Bu kitap, eşim hakkında bazı yalan yanlış anlatılanlara bir cevap olsun istedim. Onu en doğru biçimde anlatmayı amaçladım. İslam’a adanmış bir hayatı birebir, olduğu gibi aktarmanın en sağlıklı yolu hatırat tarzıydı. Bu sebeple epey zamandır aldığım notları sıraya koyup işe başladım.
-Bir ezber bozuyorsunuz aslında çünkü bir kadın olarak mütedeyyin camiada pek de olmayan bir şeyi yapıyor ve hatıralarınızı kaleme alıyorsunuz..
Bu ezberi bozmanın zamanı çoktan gelip geçmişti bile.
İslam adına kadına biçilen bir görev vardı bu ezberde. Kadın ile erkeğin, Yaradanın nezdindeki eşitlikleri göz ardı edilerek bu konudaki tartışmaların kadın açısından haksız yönlere çekildiğini üzülerek görüyoruz. İslam adına kadına biçilen bu görevin de İslam ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Çünkü bu anlayışta kadın cehalete mahkum edilmişti.
Biz Müslüman hanımlar olarak, yanlış ezberlediğimiz, daha doğrusu bize ezberletilenleri bozmak için bir yola çıktık. Yanlış bilinenlerin yerine doğruları koyalım dedik. Ama maalesef beklenen olmadı, yanlışın yerine doğruyu koyamadık. Yanlışlarımızı Kur’an ile test etmek yerine batının değerleri ile ölçüp biçtik. Böylece bir başka yanlış ile hemhal olduk.
AFFETMEYİ KENDİME İLKE EDİNDİM
-Kitaptan öğrendiğimize göre siz de eşiniz de memur ailelerin çocuklarısınız. 1940’lı yıllarda memur bir ailenin çocuğu olmak nasıldı?
Evet eşim de ben de memur çocukları olarak dünyaya gelmişiz. Hayatlarımız bazen küçük kasabalarda bazen de büyük şehirlerde geçti. Yani biz ömrümüzün ilk yıllarını yaşamın her kesiminden insanlar tanıyarak, her kesimden arkadaşlar edinerek geçirdik. Ben şahsen hiç kimseyi ayırt etmeden insanları hep sevdim. Güzel ilişkiler kurmayı, affetmeyi kendime ilke edindim. Affedince de gördüm ki huzura ermişim. Memur çocuğu olmak o gün de bugün de hiç kolay bir şey değil. Bir kere kıt kanaat geçinmek zorundasınız. Tayinlerle sık sık değişen ortamlara alışmak, yeni arkadaşlara, yeni okullara uyum sağlamak benim için hep zor olmuştur. Şimdi ile benim zamanımdaki yaşam şartları arasındaki farkı göz önüne alırsak bugün her şeyin daha kolay hale geldiğini görebiliyoruz. Mesela ulaşım daha kolay, daha konforlu hale geldi. Bizim zamanımızdaki gibi kamyonlarla, kırık dökük otobüslerle, isli kara trenlerle değil artık. Hatta bazı yerlere katır sırtlarında ancak ulaşılabiliyordu benim çocukluğumda. Bir de elektrik var günümüzde yaşamı kolaylaştıran. Bizim hayatımızı o günlerde gaz kokulu gaz lambaları aydınlatırdı ancak. Ama bir şey söylemeden geçemeyeceğim. O günlerin tadını bu günlerde bulamıyorum.
Mukaddes Özkan eşi Ercümant Özkan, çocukları, yeğenleri, annesi ve kız kardeşiyle birlikte.
LİSE YILLARINDA TANIŞTIK
-*Ercüment Özkan beyle aynı lisede öğrenciyken tanışıyorsunuz. Dinin yasaklı olduğu yıllarda İslam konusunda hassas iki gençsiniz. Sizi birbirinize yakınlaştıran da dini konudaki hassasiyetiniz mi oldu?
Evet aynı lisedeyken tanıştık tabii buna ne kadar tanışmak denirse. Üniversite yıllarına kadar yüz yüze konuşmak gibi bir fırsatımız olmadı. Din algımızın etkisi olmuştur muhakkak ki yakınlaşmamızda. Farklı dinlerden olsaydık da bir şeyin değişeceğini sanmıyorum ama öyle olsaydı ortaya şartlar girerdi mutlaka diye düşündüm sorunuzun karşısında.
-O yıllarda okuyan öğrencilerin başını örtmesi nadir bir durum değil mi? Siz nasıl örtündünüz?
Biz lisedeyken bu konu gündemimizde yoktu. Kırşehir Lisesi’nde göz ardı edilmeyecek kadar fazla kız talebe vardı o zaman bile. Ama herkesin derdi sadece ders çalışmak, sınıfı geçebilmekti. Başörtüsü ninelerin, annelerin taktığı, sadece onların sorumluluğuymuş gibi algılanan bir konuydu o yıllarda.
OKULDA BAŞIMI ÖRTEMEYİNCE OKULU BIRAKTIM
-Üniversitede mi örtündünüz?
Ben üniversiteye başladığımda bu konu henüz gündemde değildi. Yıl 62-63. Evli bir hanım vardı başörtüsüyle okula gelen. O da sınıfa girerken örtüsünü omuzlarına indiriyordu. Bu arada ben de örtünmeye çalışıyordum. Yadırgayan, kınayan bakışlara katlanamayıp sonunda kendimi eve kapattım. O günlerde toplumun genelinin kurallarına karşı koyacak gücü kendimde bulamamıştım. Bu konuda çok yalnızdım. Zaten örtü ile girebileceğiniz yerler kısıtlıydı. Derse giremiyordunuz. O zaman yapacak bir şey kalmamıştı.
-Eğitimli, dindar ve kültür sanata meraklı bir ailede büyüyorsunuz. Hatıralarınızda babanızın gençlik yıllarında derslerine Sait Faik Abasıyanık’ın yardım ettiğini anlatıyorsunuz. Ne anlatırdı babanız?
Sait Faik, İstanbul Erkek Lisesi’nden Bursa Lisesi’ne geldiğinde babam ve birkaç arkadaşı da Bursa Lisesi’ne gelmişler. Hem küçükler hem de acemilermiş. Sait Faik ortama alışmalarında onlara yardımcı olmuş. Babam köyden yeni gelmiş oraya, belli ki alışmakta zorlanıyor. Sait abi derslerimize yardım eder bizimle ilgilenirdi diye anlatırdı babam. Benim gençliğimde o günlerde yayınlanan bütün kitapları evimizde vardı. Bizim boş zamanlarımızda yapacak fazla bir işimiz olmadığı için kitap okuyarak geçirirdik günlerimizi.
-Nasıl bir ortamda, neler okuyarak büyüdünüz?
Çocukluğumuz da, büyüklerin anlattığı masallarla, annemin geceleri okuduğu Siretin Nebi kitaplarıyla dopdolu geçerdi. Bu kitaplar siyah ciltli, eski yazı Osmanlıca ağırlıklıydı. Hatta kardeşimle ben bazı kelimelerin telaffuzuna çok gülerdik. Evet, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ni de isteyerek seçtim. İlk iki yıl çok da yararlandım eski yazıyı yazıp okumak, Farsça eğitim almak gibi. Edebiyat konusunda zengin olan kütüphaneden de çok yararlandım.
-Evlendikten sonra bu ilgi ve merak devam etti mi?
Evlilik hayatımda edebiyata zaman ayırdım diyebilmeyi çok isterdim. Ama maalesef kitap okumanın dışında pek bir şey yapamadım. Sadece kendime göre ufak notlar, kayıtlar yapmışım. Onlar da kitabı yazarken işe yaradı. Çünkü kitabımda anlattığım gibi hayatım pek de bana ait olmadı. Çok hareketli ve yoğun geçti. Seçtiğim bu yolun en olumlu etkisi çocuklarımı doğru kitaplarla tanıştırıp, onların da kitap okumalarında, kitabı sevmelerinde önemli rolüm oldu sanırım. Bu sayede de onların hayata bakışlarında bir seviye oluştu, sanata edebiyata olan ilgileri arttı. Kitap bulma konusunda sıkıntı çekmez bizim eve gelen. Tahminim on bine yakın kitabın bulunduğu bir kütüphanemiz var evimizde.
Ercümend Özkan’ın hapishane yılları.
EŞİM ASKERDEYKEN BEN İŞLERİ YÜRÜTTÜM
-Ercüment Bey’in ilk gençlik yıllarında kurduğu haber ajansı, daha sonra çıkardığı dergi dönemin çok ötesinde işler. Bir anlamda karı koca ve kardeşlerinizle birlikte kurduğunuz işte birlikte çalışıyorsunuz. Bir Müslüman kadının o dönemde evini ofise çevirmesi ve kendisinin da bu işe dahil olması ilginç geldi. O dönemde hem dindar çevrelerden hem de diğer abonelerden nasıl tepkiler alıyordunuz merak ettim?
Ercümend’i anlamaya başladığımda merak ettiği konularda araştırma yapmak için engel tanımayan bir genç adamla karşılaştım. Sadece tanımak, onları anlayabilmek için İsmet İnönü, Adnan Menderes’le bile görüşmeyi başarmış. O günlerin Komünist partisi diye adlandırılan Mehmet Ali Aybar’ın partisindekilerle bile tanışıp kendince değerlendirmeler yapmıştı. Bunları benimle paylaştığında ondaki bu öğrenme, tanıma azmine hayret etmiştim. Çünkü ben hiçbir zaman böyle biri olmadım, olamadım işin doğrusu. O, inatla araştırır, sonunda da doğru bildiğini savunurdu. Bu konuda ayağı yere sağlam basan biriydi. Hiçbir konuda körü körüne inatlaşmazdı. Mutlaka dayandığı sağlam bir gerekçesi vardı. Gece gündüz durmadan okuyor, araştırıyordu. Basın Haber Ajansı fikri de bu sayede oluşmuştu kafasında. Kişiler-kurumlar neden kendilerini ilgilendiren haberleri ellerinin altında kolayca bulamasınlar diye düşünüyordu. Bu da onu basın ve haber ağının içine çekti. Ercümend askerdeyken ben ajansın işlerini evden yürütmeye çalıştım. Fakat bu işi bir kadın olarak benim evden sürdüğümün kimse farkında değildi. Hele abonelerin hiç haberleri olmadı bu konudan. Bu sebeple sorunuzun abonelerin tepkileriyle ilgili kısmına cevap veremeyeceğim, çünkü abonelerle yüz yüze görüşmeye ben gitmiyordum.
Özkan ailesi kampta gençlerle birlikte.
-İktibas dergisinin yayın hayatına başlaması nasıl oldu?
Askerlik bittikten yıllar sonra, evet, 1980’de İktibas’ın ilk sayısı yayına girdi. O günlerde piyasada olan gazete ve dergilerin tamamı zaten Basın Haber Ajansı (BHA) tarafından taranıyordu. Bu işi de Ercümend bizzat yaptığı için, artık bunca birikimin benim dışındaki kişilere de ulaşabilmesi önemli diye düşünerek, gazetelerden seçtiği haberleri, makaleleri, olduğu gibi iktibas ederek koyduğu dergiyi aylık olarak yayınlamaya başladı. Böylece önemli alıntı yazılarla yayın hayatına başlayan İktibas dergisi sizin tabirinizle bir ezberi daha bozdu. Önce alıntılarla, sonra da telif yazılarla pek çok badireyi atlatarak bugünlere geldi. Ercümend’in dergide yazdığı kavramların bir kısmı kitaplaştığında adı İnanmak ve Yaşamak olmuştu. Bu yayınlanan ilk kitabıydı. Kendisi de önce inanır, sonra yaşardı, etrafına da böyle yapmalarını tavsiye ederdi.