MUHAMMED TULLABİ: MEDENİYETİN AĞIRLIK MERKEZİ DOĞUYA KAYIYOR

Fas Tevhid ve Islah Hareketi’nin Başkan Yardımcısı Muhammet Tullabi, Marksist-Leninist bir örgütün üst düzey yöneticiliğinden 90’lı yılların başlarından itibaren İslami hareketin saflarına geçmiş. Ona göre İslam dünyası entelektüel açıdan komada...

MUHAMMED TULLABİ: MEDENİYETİN AĞIRLIK MERKEZİ DOĞUYA KAYIYOR

Gazete Duvar'dan İslam Öakan'ın Muhammed Tullabi ile yapmış olduğu röportaj...

Halihazırda Fas Tevhid ve Islah Hareketi’nin Başkan yardımcılığını yürüten 1953 doğumlu Muhammet Tullabi, emekli bir Lise müfettişi. Yüksek lisansını didaktik tarih alanında yapan Tullabi, hem tarihte hem de modern zamanlarda büyük düşünürler yetiştirmiş Fas’ın ve Mağrip bölgesinin güçlü entelektüel geleneğini sürdüren bir isim. 90’lı yılların başına kadar ülkede silahlı mücadele yürüten Marksist-Leninist bir örgütün üst düzey yöneticiliğini yapan Tullabi, 90’lı yılların başlarından itibaren düşünsel planda yaşadığı dönüşümle İslami hareketin saflarına geçmiş. Ona göre İslam dünyası entelektüel açıdan komada ve bölgeye şizofrenik bir tarih bilincinin hâkim olduğunu düşünüyor. Küresel gelişmelere medeniyet perspektifinden bakan Faslı düşünürün üzerinde durduğu konu, Medeniyet şayet küresel bir olguysa bunun ağırlık merkezinin Doğuya doğru kaydığı yönünde. Küresel kapitalizme, uluslararası sisteme ilişkin çarpıcı çözümlemeler yaparak İslam dünyasına radikal çözüm önerileri sunuyor.

Sayın Tullabi, sizin tarih ve olaylara yaklaşımınızdaki temel perspektif nedir? Dünya tarihi içerisinde şu an olan biten olayları nereye yerleştiriyorsunuz?

İnsanlık ve halkların tarihin gelişim seyrinin doğrusal bir şekilde ilerleyen bir çizgi olduğunu düşünmüyorum. Örneğin Filistin’in özgürleştirilmesi ve işgalden kurtulması gibi bir hedefi gerçekleştirmek doğrusal bir çizgide gerçekleşmez. Bunun anlamı, Filistin örneğinde işgal altındaki toprakların sadece doğrudan Siyonist düşmana karşı verilen silahlı mücadeleyle özgürleşemeyeceğidir. Bu tür hedeflerin doğrusal bir çizgide ilerlediğine inanmak bana göre son derece sefil bir siyasi ve tarihsel bilinçtir. Neden? Çünkü tarih bize şunu öğretmiştir: Bir milletin ya da herhangi bir grubun stratejik bir hedefi gerçekleştirmesi, düz bir hat üzerinde ilerlemez. Mekânın tasarlanmasında iki nokta arasındaki en yakın çizgi, her ne kadar doğrusal bir çizgi olsa da tarih, siyaset ve medeniyet tasarımında en uzak çizgi, doğrusal çizgidir. Bahsettiğim bu üç alanda hedeflerin gerçekleştirilmesi için en yakın çizgi, doğrusal olmayan, eğrisel bir çizgidir. Bir başka ifadeyle inişler ve çıkışlarla dolu, helezonik bir çizgidir. Buna inanmak, sabır ve tahammülü artırır. Dolayısıyla öncelikle bölge halklarının yolsuz ve otoriter yönetimlerden kurtulması gerekir ki işgal altındaki Filistin, özgürlüğüne kavuşabilsin.

Öyleyse bunu uluslararası ilişkiler alanına da uygulayabilir miyiz? Örneğin şu an küresel sistem, 2. Dünya savaşından bu yana küresel bir güç haline gelen ABD tarafından domine ediliyor. Sizin bu teorinizi küresel ölçekteki güç çekişmelerine uygularsak, şu an ABD’nin mevcut küresel yükselişi sürecek mi yoksa bu küresel güç inişe geçmeye başladı diyebilir miyiz?

Evet aynı şey, uluslararası ilişkiler ve güç dengeleri için de geçerli. Bu alan da sürekli bir iniş ya da çıkış sergilemez. İngiltere o dönem, Batılı bir güç olarak bir hedef belirler ve bu hedefi gerçekleştirmek için bir plan ortaya koyar ve hedefine ulaşırdı. 20. yy.’ın başında Batı, etkili bir güçtü, çünkü kendisine Arap ve İslam coğrafyasıyla ilgili hedefler belirlemiş ve bunları uygulamıştı. Arap dünyasının doğusunda taksim planını uygulamaya koydu ve bölgeyi böldü. Mısır’la Suriye arasındaki Filistin topraklarında yabancı bir siyasal yapı kuracağını söyledi ve bunu uyguladı. Demek ki Batı, uluslararası ölçekte bir güce sahipti ve bunu hayata geçirmeyi başardı. Ardından ABD geldi ve 21. yüzyılın başına, 11 Eylül olaylarına kadar mezkur uluslararası güçlere önderlik etti. Ancak ABD, bölgeye ilişkin bütün hedeflerini gerçekleştirebilecek ve planlar yapabilecek güçte bir devlet midir ve hala etkili midir? Artık hala eski gücünde olduğunu ve planlarını istediği gibi uygulayabildiğini söylemek mümkün değil. Öyleyse uluslararası güç dengeleri çerçevesinde ABD, yükselen başka güçler lehine olacak şekilde bir gerileme içerisindedir. Batılı güçlerin küresel ölçekte tek güçlü yapı olma dönemi 21. yy. başı itibarıyla sona ermiştir. Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya ve Türkiye gibi ülkeler yükselişe geçen diğer medeniyet güçleridir ve bu noktada Batılı güçlerle rekabet halindedir.

Muhammet Tullabi.

Ancak birçok uzman ve düşünür sizin gibi düşünmüyor. ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin askeri, siyasi, ekonomik vs. gibi birçok alanda hala çok güçlü olduğunu ancak gerileme gibi görünen şeyin ABD ve Batılı ülkelerin doğrudan müdahale etmeyi tercih etmeyişlerinden kaynaklandığını ifade ediyor. Örneğin ABD’nin Arap dünyasına doğrudan müdahale etmeyişinin bilinçli bir tercihten ve ABD’nin kaya gazı gibi yeni enerji kaynaklarına ulaşma noktasında kaydettiği ilerleme nedeniyle Ortadoğu petrollerine ihtiyacı kalmamasından kaynaklandığını düşünenler var.

Evet sizin söylediğiniz de bir etkendir. Ama amillerden sadece biridir, tek amil olamaz. Ben ise stratejik dönüşümlerden bahsediyorum. Bu dönüşümler, ABD’nin bölgeye müdahaleden el çekmesine neden olmuştur. Örneğin, medeniyetin ağırlık merkezinin Güneydoğu Asya’ya kaydığını ifade ediyorum. Artık Çin, Endonezya ve Malezya gibi ülkelerin bulunduğu Güneydoğu Asya bölgesi, yeni bir gücün doğuşu ve hızla gelişmesi nedeniyle bence Ortadoğu’dan daha önemli hale gelmiştir. Bu yeni güç merkezi, ABD’ye uluslararası stratejinin tanımını yeniden yaptırmak durumunda bırakmışlardır, bu da geleceğin büyük güç müdahalelerinin, Güneydoğu Asya’da yaşanacağı gerçeğidir. Dolayısıyla ABD’nin nüfuz, enerji ve gücünün büyük bir bölümünü bunun için seferber etmektedir. İşte bu, ABD’nin Ortadoğu’dan göreli olarak daha az müdahale etmesini açıklayan temel amildir.

İkincisi ABD, Irak ve İran’a yönelik doğrudan ve dolaylı müdahalelerinden bir şey elde edemedi. Neden? Çünkü ABD’nin Afganistan’a girmesinden en büyük faydayı kendisi değil İran sağladı. Irak için de aynı şeyi söyleyebiliriz.

Afganistan işgali Sovyetlerin çöküşüne neden olmuştu. ABD’nin Afganistan işgali de onun gerilemesine yol açan faktörleri tetikler mi sizce?

Hayır, Afganistan işgalinin böyle bir sonuca yol açacağını düşünmüyorum. Sahada başka bir gücün ortaya çıkışıdır bunu sağlayacak şey. Ulusal egemenliğine ve bağımsızlığına sahip çıkan İran, eskiden Batı’ya bağımlı olan ancak yeni dönemde yeni bir güç olarak, tırnak içinde bağımlılığa başkaldıran, siyasi, toplumsal ve ekonomik olarak gelişen ve ileri düzeyde demokratik gelişme sağlayan Türkiye. Kolay bir iş değil, Türkiye İran, S. Arabistan, Lübnan ve Ürdün’ün toplam milli gelirine denk bir milli gelire sahip. Türkiye, yükselen bir güç olarak ABD’nin Ortadoğu’daki gücünü kırmaya çalışmaktadır. Öte yandan Ortadoğu’da Hamas, Hizbullah ve özgürlük hareketleri, bölgede ABD’nin ve onun bölgedeki müttefiki İsrail’in stratejilerinin karşısına çıkmaya başlamıştır. Aynı şeyi Irak işgali döneminde Irak direnişi için de söyleyebiliriz. Bütün bu hareketlerin ABD’nin bölgesel nüfuzunu kırmaya başladığını ve gerilemesine yol açtığını söyleyebiliriz.

Bir başka faktör ise Rusya’dır. Rusya’nın kenarda kıyıda kalmış bölgesel bir oyuncu olmadığı, ana oyunculardan biri olduğu bir gerçek. Rusya’nın yükselişi de ABD’nin bölgedeki nüfuz alanını daraltan bir faktör olmuştur. Ancak bütün bunlar ABD’nin Ortadoğu’da gücünün zayıfladığı anlamına gelmemektedir. Bilakis, Körfez bölgesi ve Mısır üzerindeki güç ve nüfuzu halen devam etmektedir. Bütün bunlar Ortadoğu’da halen karar mekanizmalarının ABD’nin elinde olduğunu ancak göreli bir gerilemenin de yaşandığını göstermektedir.

Bahsettiğiniz bu gerileme halinin birdenbire çöküşe yol açmasını bekliyor musunuz yoksa bu gerileme aşamalı olarak gerçekleşecek bir şey mi? Bir de ABD’nin gerilemesine neden olan bir güç olarak Çin faktörünü biraz açar mısınız?

Medeniyet eksenindeki gerilemeler ya da yükselişler kısa sürelerde gerçekleşmiyor. Tarih yasaları, büyük dönüşümlerin on yıllara yayılarak gerçekleşeceğini söyler.

Çin meselesine gelince, Çin’in uluslararası planda yürüttüğü ve yaklaşık 900 milyar dolar bir maliyeti olan ve yapımını hızlıca sürdürdüğü İpek Yolu projesi, insanlık tarihinin en büyük projesidir. Bu proje, Çin’den başlayıp orta Asya ve Ortadoğu’nun bir bölümünden geçerek Avrupa Birliği’ne ulaşacaktır. Bu hattın sadece davranış ve tutumlar anlamında değil coğrafi anlamda da vasat ümmet olan Müslüman coğrafyadan geçecek. Bu, aynı zamanda hem küresel güç dengesinde hem de Ortadoğu’daki güçler dengesinde derin dönüşümlere yol açacaktır. Bizim İslam dünyası olarak bu projeden yararlanmamız gerekir. Çünkü Çin, şu an bize muhtaç ve bu projeyi hayata geçirebilmek için bölge ülkelerinin kalkınmasına yarayacak tavizler verebilir. Çünkü kendi ürünlerinin Ortadoğu ülkelerine ve Batı’ya akmasının önündeki engelleri kaldırmak istiyor. Zira Filipinler’le Endonezya arasındaki Malaka geçidi, şu an dünyada silah transferinin yapıldığı en büyük geçittir ve ABD buraya hâkim konumda. Aynı şekilde Panama kanalı da yine Amerika kıtasının doğusuna açılan önemli ve stratejik bir kanaldır. ABD buraya da hakimdir. Dünyanın yeni yükselen gücü olarak Çin, kendisini bu geçit ve kanallar üzerinden ABD tarafından kuşatılmış bulmakta. İşte bunun için Çin, bu kuşatmayı yarmak için bir başka geçit ya da hat inşa etmek istiyor ki bu da İpek Yolu Hattı’dır. Bu nedenle Türkiye’de, Pakistan’da Gürcistan’da ve birçok ülkede karayolları, demir yolu hatları, limanlar inşa ediyor. Çin, bu devasa projesiyle bizim yeniden doğuşumuzu sağlayabilir ancak bu aynı zamanda ABD’nin Ortadoğu’daki nüfuzunun sona ermesiyle sonuçlanacaktır.

ABD bu süreci engellemeye çalışıyor mu? Bunu başarabilecek mi?

Evet engellemeye çalışıyor ancak bunu başaramayacak.

Peki Trump yönetiminin içe kapanması ABD’nin küresel hegemonyasındaki gerilemenin bir işareti olarak okunabilir mi?

Bu Amerikan derin devletinin aldığı bir karar, bahsettiğim şey, medeniyet ve güç merkezinin Doğu’ya doğru kayması Trump’ı hatta ABD’deki birçok kurumu da aşan bir mesele. Gelecek bilimi uzmanlarının (futurologların) ifadesine göre Çin, 2030 yılında dünyanın bir numaralı ekonomik gücü olacak.

Çin şu an uluslararası sistem içerisindeki gücünü sürdürebilir mi? Siz de biliyorsunuz ki küresel güç olmak sert güç dediğimiz silah ve yaptırım gücünün yanı sıra yumuşak güce de gereksinim duyar. Doğu’nun yükselen güçleri sizce mevcut durumlarını konsolide edecek, kültürel, bilimsel, sanatsal yetkinliklere sahip mi?

Çin’in stratejisi zaten büyük ölçüde yumuşak güce dayanıyor. Savaşlara girmek, savaşlarda bir dolar dahi kaybetmek istemiyor. Buna karşılık ABD ise kendini savaşlarda tüketti ve şu ana kadar milyarlarca dolar kaybetti. Çin ise çok zekice davranarak askeri gücünü dışarıda kullanarak ekonomik güç kaybına uğramak niyetinde değil. Dolayısıyla yumuşak güç özellikle de iktisadi güç, Çin için hayatidir. Bu anlamda ekonomik gücüyle bütün dünyaya yayılma stratejisi var. Afrika’da devasa yatırımlar yapıyor. Avrupa’da alışveriş merkezlerindeki ürünlere baktığınızda bütün ürünlerin Çin ya da Asya malı olduğunu görürsünüz. ABD’de de Çin yumuşak güç peşinde. Bu, Çin’in küresel hegemonya ile mücadelesinde sert güce başvurmayacağı anlamına gelmiyor. Ancak mücadelesinin ekseninde sert güç değil yumuşak güç yer alacaktır. Bunda da şu ana kadar başarılı olmuştur. Çin’in yükselmesine neden olan bir başka husus ise 1 milyar 200 milyonluk nüfus gücü. Ben çok da uzak olmayan bir zamanda zanaatkâr, tüccar, iş adamı, mühendis ve yazılım uzmanı 200 milyon Çinliyi, bir strateji olarak dünyanın çeşitli yerlerine göndereceğini ve bunların farklı coğrafyalara yayılacağını düşünüyorum. Sadece bu husus bile Çin’in bu yüzyılın ortalarında en büyük küresel güçlerden biri olacağını öngörmek için yeterli sebep. Sonuç olarak ABD’nin küresel düzlemde işlediği hatalar nedeniyle değil, daha çok tarihin alttan alta işleyen kanunları nedeniyle meydana gelen bir medeniyet değişimi ve medeniyetin doğuya göç etmesi nedeniyle olacak. Ben Avrupa’da görüştüğüm öğretim üyeleri ya da düşünürlere Avrupa Birliği’nin bu yüzyılın ortasında çökeceğini söylüyorum. Bu aynı zamanda Batı’nın sönümlenmesinin başlangıcı olacak. Bizler İslam dünyası olarak yükselmekte olan Doğu güçleriyle, yani Konfüçyüs medeniyeti ve Hindu medeniyeti havzası güçleriyle bir çatışmaya girmekten kaçınmamız gerekiyor. Batı medeniyeti havzası güçleriyle bin yıldır çatışıyoruz ancak çok şey kaybettik. Gelecekte meydana gelecek medeniyet çatışmalarından kaçınmamız gerekir. Doğu’dan gelecek yeni bir Hulagu Han’la mücadeleye girmemeliyiz. İslam medeniyet havzasıyla Konfüçyüs ve Hindu Medeniyet havzası arasındaki ilişki, ortaklık ve iş birliği şeklinde olmalıdır. Zira İslam dünyası, ancak bu şekilde bu yüzyılın ortasında ya da sonunda medeniyet önderleri arasındaki yerini alabilir.

Öyleyse Çin önderliğindeki geleceği nasıl hayal etmeliyiz? Örneğin ABD, birçok uygulamasında çifte standart içerisinde olsa ve ilkesiz tutumlar sergilese bile nihayetinde kendisini tanımlarken demokratik bir güç olarak tanımlıyor. Ancak Çin ya da sizin yükselen güçler dediğiniz diğer ülkeler için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Otoriter yönetimlere sahipler, bu ülkelerde özgürlüklerin durumu ortada, dünyaya sunabilecek bir modelleri var gibi görünmüyor. Dünya halkları ve Müslüman dünya olarak bu şartlar altında nasıl bir gelecek bizi bekliyor?

Zeki ve derin bir soru. Ben Çin ve Hindistan’la medeniyet ortaklığımızı geliştirelim onlarla çatışmaktan kaçınalım derken Batı’yla çatışmaya girelim demiyorum. Tam tersine bizim Batı medeniyetiyle çatışmadan kaçınmamız lazım. Bu laftan ibaret bir ifade değil. Bugünkü sempozyumda konuşurken de ifade ettim. İki Batı var. Batı, kirli bir elbise giymiş yaramaz bir çocuk gibi. Batı sömürgeciliğini, işgallerini ve müdahalelerini temsil eden bu kirli elbiseyi bir kenara atmalıyız. Batı, topraklarımızı silahla gasp ve işgal etse bile biz ona barışçıl yollarla direnmeliyiz. Zira Batı’nın bir de insani, demokratik, şeffaf, akılcı ve insan haklarına saygı gösteren bir yüzü var. Batı medeniyetinin olumlu değerlerini önce kavramamız, ardından benimsememiz ve birtakım değerlerini ödünç almamız gerekiyor. Demokratik değerler, Müslümanlar tarafından içselleştirilmelidir. “İslam her şeyi içerir” gibi şeyler ileri sürenlerin sözlerine itibar etmemeli. İslam’da vahiy ve inanç vardır ancak İslam dünyası, demokratik müesseselere sahip değil. Bir başka ifadeyle Batılı değerler içerisinde hangisinin adalet ve hakkı, hangisinin batılı temsil ettiğini ayırabilecek temyiz gücüne sahip olabilmeliyiz. Hak olan bir inanca sahibiz ancak davranışlarımız batıl. Batılılar ise teoride temelsiz olmasına rağmen davranış ve tutum noktasında hakkı temsil ediyorlar. Batı üretken, demokratik, şeffaf ve toplumsal adalete önem veriyor. Bütün bunlar İslam’ın desteklediği ve önemsediği değerler.

Öyleyse siz Batılı siyasal rejimlerin politikalarıyla Batılı toplumsal akıl ya da Batı’nın temsil ettiği medeniyet değerleri arasında bir ayrım yapıyorsunuz.

Evet doğru. Bizim Müslüman sivil toplumuyla Batılı sivil toplum arasında medeniyet ortaklığı kurmamız gerekir. Öte yandan yükselen Doğu güçlerinde ise bu yön eksiktir. İşte bu otoriterlik Çin Medeniyeti için kara bir lekedir. Ekonomik gelişmişliğine ve sahip olduğu refaha rağmen siyasi bir zillet içerisindedir. Bu çok büyük bir sorun ve Çin’in bu anlamda bir dönüşüm yaşamasını umalım. Şayet Çin, ekonomik gelişmişlik ve kalkınmasının yanı sıra siyasi boyutuyla demokratik bir ülkeye dönüşür ve sahip olduğu zenginliği adil bir şekilde toplumuna paylaştırırsa bana göre dünyaya model ve vurucu bir güç haline gelebilir.

Peki Batılı toplumsal ve siyasi değerler noktasında söylediklerinizle ilgili İslami hareket önderlerinin, geleneksel ulemanın ve Müslüman kanaat önderlerinin yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Batılı değerlere bakış noktasında sizce bu saydığım kesimler, derinlemesine değerlendirmeler yapabiliyorlar mı yoksa siz onların yaklaşımlarını yüzeysel mi buluyorsunuz?

Dürüst olmak gerekirse İslam dünyasında dini ve siyasi elitler ile entelektüellerin tarihsel bir bilinç kaybı, bir koma hali yaşadıklarını düşünüyorum. İslam dünyasındaki elitlerin sağlıklı bir tarihsel bilinç taşıdığından emin değilim. Müslümanlar olarak pek gelişmemiş ve cılız bir tarihsel bilince sahibiz. Bu büyük bir sorun. Elitler olmaksızın reform/ıslahat olmaz. Tarih bize aklı başında önderler/elitler yoksa reform ya da yenilenmenin olamayacağını gösteriyor. Şayet aydınlar, entelektüeller ve sanatçılardan oluşan elitler olmasaydı Batılılar 18. yüzyılda Aydınlanma’yı gerçekleştiremezlerdi. Yine bu elitler, Modernlik adı altında Batı için yeni bir düşünsel proje ortaya koydular. Peygamber (s.a.v.) döneminde tohumları atılmış olan aydınlara, bilim adamlarına ve ulemaya, yaşadığı çağı kavrayan ve tarihsel bilince sahip olan elitlere sahip olmasaydı İslam dünyası da sekiz yüzyıldan fazla dünyaya önderlik edemezdi. Bana göre İslam dünyasındaki elitlerin ıslah edilmesi gerekir. Elitlerin ıslahı, İslam dünyasında ikinci bir aydınlanma döneminin başlaması demektir. Öte yandan İslam kaynakları, sahip olduklarını tükettiği ve dünyaya sunabileceği şeyleri sunduğu için yeni bir tedvin asrına (İslam kaynaklarının yeniden yazımına) ihtiyaç duymakta. Artık İslam düşüncesi, yaşadığımız çağın sorunlarına cevap verebilecek durumda değil.

Yeni kavram ve düşüncelere ihtiyacımız var diyorsunuz.

Öncelikle çağın sorunlarının ne olduğuna dair yeni bir yol haritası belirlenmesi gerekir. Bu görev de öncelikli olarak Müslüman elitlere düşmekte. Bence en büyük sorun Demokratikleşme sorunudur. İbni Teymiye, yazmış olduğu es Siyasetu’ş Şeriyye (Şer’i/Dinî Siyaset) adlı eserinde bu çağda yaşayan bizlere bir şey sunmamakta. Sanayi devrimi, küresel kapitalizm, sınıf mücadelesi, çevre ve çevre sağlığı sorunları ve bugün Müslümanların yaşadığı en büyük sorunlardan biri olan sanat sorunu, kadın sorunu, Kuran’la sağlıklı ilişki kurma sorunu. Bana göre Kuran, aydınlardan ve din adamlarının elinde acı çekmekte. Kavram ve değerler çıkarsama konusunda Kuran’dan yeterince yararlandığımızı söyleyemem. İslami ilimler meselesine gelince biz bilimi İslam hukukuna ya da fıkha indirgemiş durumdayız. Eskiden din bilginleri hem İslami ilimlere vakıftı hem de maddi ve fiziksel bilimlere. İbni Haldun hem tarih hem de din bilginiydi. İbni Rüşd hem filozof hem de fakihti. İbni Heysem, Farabi ve diğer bilginler, onların hepsi dini ve dünyevi ilimleri aynı anda öğreniyorlar ve öğretiyorlardı. Biz İslami ilimleri sekülerleştirdik, İslami ilimleri elde ettik ama onu beşeri bilimlerden ve müspet bilimden ayırdık. Yeni bilgiye ulaşabilmemiz için bu ikisini yeniden birleştirmemiz gerekiyor.

Tedvin Asrı yeniden yaşansın, İslami ilimler ve kaynaklar yeniden yazılsın diyoruz. Peki bu nasıl mümkün olacak? İctihad olmalı, İslami ilimler çağa uygun hale getirilmeli diyeni tekfir (aforoz) eden bazı İslami gruplar, cemaatler ve ulema var. Bu iş biraz zor olmayacak mı?

Elbette o iş o kadar kolay olmayacak. En zor işin elitlerin ıslah edilmesi olduğunu düşünüyorum. Bütün alanlarda bilginin yenilenmesi gerekiyor: Dini ilimlerde yenilenme nasıl olacak? Örneğin Kuran tefsirlerinin gözden geçirilmesi ve yeni tefsir kitapları yazılması gerekiyor. Kuran tefsirlerinin %90’ı eski ve bir işe yaramıyor. Çağımızın çok farklı sorunları var. Siret (Peygamberin hayatı) da aynı şekilde gözden geçirilmeli ve Müslümanların bu çağda yaşadığı sorunlara uygun olarak yeniden yazılmalıdır.

Peki siz, bunları söylerken İslam dünyasından umutlu musunuz bu konuda? Bu alana dair çalışma yapan ve takdir ettiğiniz insanlar, din adamları, müfessirler var mı?

Az da olsa var. O yüzden bu eserlerdeki bilgiye, hikmete sahip çıkmalı bunları yaygınlaştırmalıyız. Aslında İslam’ın aydınlanma çağı 19. yüzyılda Cemalettin Afgani, Muhammet Abduh ve Reşit Rıza gibi şahsiyetlerle başlamıştı. İslam düşüncesine yeni bir kan aşılayan bu isimler, bize yeni bir ruh verebilirlerdi.

Ama İslam dünyası sanki 19. yüzyıldaki ıslahatçı/yenilikçi çizgiden şimdi selefi ve bağnaz bir çizgiye kaymış gibi. İslam dünyasında Bir ilerleme değil de sanki tersine bir geriye dönüş var gibi.

Maalesef dediğiniz doğru, İslam dünyası 19. yüzyılda başlattığı çizgiyi geliştiremedi. 1930’lı yılların başlarında Vehhabiliğin ya da Necdi seleifiliğin S. Arabistan’da, 1979’da İmam Humeyni’nin İran’da iktidara gelmesiyle bu çizgide kırılmalar yaşandı. Bir başka ifadeyle Sünni dünyada selefilik ve Şii dünyada Şia selefiliğinin iktidara gelmesiyle yenilikçi çizgi kan kaybetti. 19. Yüzyılda başlayan aydınlanma çağını yeniden başlatmalıyız. Bu da ancak bilimsel ve insani değere sahip kültürel mirasa ait değer ve kavramlarımızla Batı modernlik arasında bir evlilikle mümkün olur. İslam dünyası olarak biz Batılı modernliğini toptancı bir şekilde din dışı ilan ettik. Bu fikri bir olgunluk değildir. Şu an kullandığımız bilim dalları ve bilimsel kavramlar Batı’ya aittir. Tarih, siyaset, ekonomik, filoloji, sosyoloji, antrolopoloji alanlarındaki kavramlar ve metodoloji bütünüyle Batı modernliğine aittir. Bütün bunlar harikulade bilimsel değerlerdir. Tek şart, bu evlililiğin Kurani kavramların ışığında yapılmasıdır. Ancak bu şekilde yeni bir elit sınıf yeni bilginler yeni fakihler yaratabiliriz.

Peki bu dönemde yaşadığımız şu yıllarda Cemaleddin Afgani ve Muhammet Abduh’un yenilikçi mirasına sahip çıkan din bilginleri ya da Müslüman entelektüeller yok mu sizce?

Kendilerini açıkça ifade etmeseler de varlar. Yenilenme çizgisinin önder isimleri Afgani ve Abduh’un söylediklerinin aynen aktarılması gerekmiyor. Öncelikle bilginin yenilenmesi ve çağın sorunlarının tespit ve teşhis edilmesi gerekiyor. Yanıt sunulması gereken alanlara ilişkin bir yol haritası çizilmesi gerekiyor. Bir diğer sorun ise demokratikleşme sorunu. İslam dünyası siyaset alanında orta çağ İslam siyaset teorisyeni Maverdi’nin yazmış olduğu, tam bir felaket olan Ahkamu’s Sultaniyye (Sultanın hükümleri) adlı kitabına geri mi dönecek? Çağın güçler ayrılığı, seçim kanunu gibi sorunlara ilerici bir siyaset fıkhı üretmiş olan Batılı moderniteye ve onun kültürel birikimine başvurmamız gerekiyor. Bunu yapabilirsek o zaman Kuran’ın siyaset teorisiyle buluşmuş oluruz. Kuran’ın siyasete ve topluma ilişkin hükümleri var.

Peki siz Kuranı Kerim’le İslam ortaçağının Maverdi vs. gibi siyaset teorisyenlerinin ürettikleri arasında bir çelişki olduğunu düşünüyor musunuz?

Bence büyük bir çelişki var. Maverdi gibiler sultanların siyasetini meşrulaştırmak için eser kaleme alan insanlardı. Siyasete ve toplumsal yaşama ilişkin teorilerinde asla Kuran’dan hareket etmiyorlar, tersine sultanların arzularını çıkış noktası olarak alıyorlardı. Bu yüzden söz konusu kitaplar ve siyaset teorisyenleri asla Müslümanların 21. yy’daki sorunlarına çözüm olamazlar. Bütün eski siyaset teorilerinin çöpe atılması gerekir. Bu kitapların ve yazarlarının amacı sadece Sultan’ın iktidarıyla bir arada nasıl yaşanır bunun teorisini yapıyorlardı, başka da bir işe yaramadılar. Otoriterliğin teorisini yazdılar aslına bakarsınız. Dolayısıyla bizim gibi demokrasi isteyenler için hiç bir şey sunmaları mümkün değil. Biz iktidarın halka verilmesini istiyoruz. Keyfine göre hareket eden ve dilediğini yapan sultanların iktidar olmasını değil. Bunu da ancak Batı’dan alabiliriz.

Peki İslam dünyasının şu an içine batmış olduğu otoriterleşmenin ilk Emevi sultanı Muaviye b. Ebi Süfyan’la birlikte yani hilafetin saltanata dönüşmesiyle başladığını söyleyebilir miyiz?

Evet doğrudur. Ancak şunu söylemek isterim ki, onun yaşadığı tarihsel koşullar belki de ona bazı gerekçeler vermiş olabilir. Nesnel olmak gerekirse halifenin şura ile seçilmesi, oldukça zordu. Zira Müslümanların hepsi donanımlı insanlar değildi ve İslam’ı henüz layıkıyla anlamamışlardı. Bu yüzden şura ilkesi kaosa yol açabilirdi. Kabilecilik ve kabileye bağlılık hala güçlüydü, bu kaosa yol açabilirdi, bu yüzden bu süreç, İslam devletinin çökmesi ve devlet aygıtının yok olmasıyla sonuçlanabilirdi. Devletin yok olması ise İslam medeniyetinin yok olması demekti. Onun iktidarı, kendi soyuna devretme isteği belki de devletin ve toplumun istikrarını koruma amacını taşıyordu. Çünkü devlet ve kurumları, medeniyetin ilk koşuludur, devlet yoksa gelişme de yoktur. Benim büyük bir medeniyet inşa etme için gerekli olan beş koşula ilişkin bir teorim var. Büyük bir medeniyet, bu beş şart yerine getirilmeden inşa edilemez. Bunlar, devlet, millet, vatan, dil ve o medeniyetin vermiş olduğu ya da vermeyi istediği mesajdır.

Biraz da Filistin meselesine değinmek istiyorum. Daha önce yaptığınız bir konuşmada Yaser Arafat’ın FKÖ önderi olarak Filistin’in özgürleşmesinde ve işgalden kurtuluşu noktalarında başarılı olamadığını ancak Filistinli kimliği yaratma noktasında son derece başarılı olduğunu söylediniz. Biraz bunu açar mısınız?

Önce ulusal kimlik meselesini açmak lazım, ulusal kimlik nedir? Ulusal kimlik algısı, senin belirli bir toprak parçasına oldukça güçlü bir şekilde bağlı olduğunu ve bu toprak parçasında bir halkın yaşadığına dair kuvvetli bir his ve bağlılık içinde olman, bu halk arasındaki ilişkinin vatan ve (bilahare din kardeşliği) olduğu yönündeki inançtır. Filistinliler din kardeşliğinden önce aynı vatanın insanıdırlar. İster Yahudi ister Hıristiyan isterse Müslüman olsun, aynı vatana mensupturlar. Bu sahici bir kimliktir.

Evet ama böyle bir kimlik geçmişte olmayan bir şeydi.

Tabii Osmanlı hilafeti döneminde böyle bir kimliğe ihtiyaç duymuyorlardı. Ancak toprakları 1948 yılında işgal edilmiş Filistinliler ve Filistin direnişi bu duyguyu ve kimliği yaratmakta başarılı oldu. ABD’de, Lübnan’da, Ürdün’de, Fas’ta sürgünde ya da Diyaspora’da yaşayan Filistinliler, yüzölçümü 27 bin km² olan ve adı Filistin olan bir coğrafyaya mensup olduklarına kuvvetle inandılar. Uğruna büyük fedakarlıklar yaptıkları bu aidiyete sıkı sıkıya sarıldılar. Yaser Arafat’ın liderliğini yaptığı Filistin direnişinin ilk jenerasyonu, Filistin ulusal kimliğini inşa etmeyi başardı. Bu, falanca toprak parçasına aidiyet ve bu toprak parçasını savunmak, sonunda vatanına dönmen gerektiği için bu toprakları işgalden kurtarmayı düşünmek ve buna inanmak çok önemli bir iştir. İşte Yaser Arafat ve onun jenerasyonu bu işi başarmıştır.

80’li yıllara kadar Filistinliler içinde sol hareket baskınken 80’den sonra durum değişti ve İslamcılar öncü konumuna geçti. Siz eski bir solcu ve şu an bir İslami siyasi partinin üst düzey yöneticisisiniz. Objektif bir değerlendirme istenirse, Filistin direniş tarihinde İslamcılarla solcuların deneyimlerine ilişkin neler söylemek istersiniz?

Filistin direnişinin ilk jenerasyonu solcuydu. Fetih hareketi sosyalist ya da Marksist bir hareket olmamasına rağmen Arap Sosyalizmine yakın bir hareketti. 80’li yıllardan sonra de Fetih ve sol gruplar varlığını devam ettirdi ancak İslam dünyası, uyanış temelli bir dönüşüm geçiriyor, solculuktan dini inanca doğru bir evrim geçiriyordu. Bu süreçte Şeyh Ahmet Yasin önderliğinde HAMAS hareketi kuruldu. Filistin direnişindeki sol hareketin yaşadığı deneyim ve dönüşümleri bu şekilde özetlemek mümkün.

Bu samimi röportaj için teşekkür ederiz.