Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Muhammed Elali yurtsever değil miydi?

Hasan Ayer, bu topraklarda bir trafik kazasında vefat eden mülteci Muhammed Elali üzerinden bir sorgulamada bulunup muhalefet, AB ve iktidarının mültecilere yönelik tavırlarına dikkat çekip yurtseverlik olgusuna değiniyor.

Muhammed Elali yurtsever değil miydi?

Yaklaşık bir hafta önce Kemal Kılıçdaroğlu, Suriyeli göçmenlerin geri dönmesi gerektiğini dile getiren bir dizi açıklama yaptı. Benzer açıklamaları, merkez siyasetin dışında kalan partiler gibi muhalefetin diğer paydaşları da tekrarlıyor. Ancak Erdoğan sonrası dönem için yapısal bir demokratik dönüşüm vaadinde bulunan muhalefet koalisyonu, göçmenlerin içinde bulundukları koşullara karşı duyarlı olmalı. Bu duyarlılık, temel insan hakları normları açısından gerekli olduğu kadar göçmen karşıtı dalgayı beslememek için de şart.

Asgari bir demokrasinin gerektirdiği ilkeler ve merkez-sol değerler, göçmenlerin insan haklarına saygı duyulması gerektiğini ve herkesin kimlik aidiyetine bakılmaksızın eşit muamele görmesi gerektiğini vurgulayan ahlaki bir çerçeveyi barındırır. Bu açıdan, merkez-sol olma çabasında olan bir partinin genel başkanının ve daha da önemlisi, toplumsal gruplar arasındaki önyargıları asgari ölçekte yatıştırmak için yola çıkmış bir cumhurbaşkanı adayının göç meselesindeki söylemlerini değiştirmesinde fayda olduğu kanaatindeyim.

Sığınmacıları sorunsallaştırmak, mevcut ayrışmaları daha da çetrefilli ve içinden çıkılamaz bir hale getiriyor. Dahası, böylesi söylemleri benimseyen bir anlatı, tabanda ivmelenen göçmen karşıtı dalgayı besler ve marjinal sağ partilerin o dalga üzerinde rahatça sörf yapmasına olanak sağlar. Günün sonunda ise bu dalga, siyasetin marjındaki söylemleri merkeze daha radikal bir biçimde taşıyarak demokratik normları içeriden erozyona uğratır.

Cumhurbaşkanı olması durumunda Kılıçdaroğlu, yeterlilikleri yerine getiren ve sosyal uyum sürecine aktif bir biçimde iştirak ederek geniş toplumla ilişkilerini sürdüren göçmenlerin haklarının temin edilmesi için çabalamalı. Eğer muhalefet topluma sunduğu ahlaki ve demokratik standartlardan göçmenleri muaf tutacak bir dil tutturursa, bu durum demokratik açıdan oldukça şaibeli olacaktır.

Asıl mesele, göçmenlerin nasıl yollanacağı değil, ülkemize gelen göçmenlerin geniş toplumla kuracakları aidiyet hissini yaratabilecek siyasal ve toplumsal koşulların nasıl yaratılacağını tahayyül etmek ve göçmenleri izolasyona mahkum etmeyen bir siyasal vizyonu sunabilmek. Doğrusu, gerek toplumun gerek de göçmenlerin birbirlerine karşı güvenlerini tesis edeceği bir siyasal iklimi yaratmak Türkiye için ertelenemez bir politik amaç.

 

Öte yandan, Avrupa Birliği de insan hakları ihlallerini sürdürmeye devam ediyor. Sınır kapılarını kapatarak sığınma hakkını kullanılamaz bir hale getiren Avrupa Birliği, Frontex’in cinayetlerine gözlerini kapıyor, Yunanistan’ın sığınmacılara uyguladığı şiddete ve “çıplak geri dönüş” politikalarını umursamıyor. Dahası, küresel krizde üzerine alması gereken sorumluluğu almayan Avrupa Birliği, taşıyıcısı olduğu liberal demokratik normlarla arasına büyük bir mesafe almayı da ihmal etmiyor. Geri gönderme politikalarını engellemek ve böylesi bir politikayla mesafelenmek, evrensel hukukun gereği. Avrupa devletleri ise küresel krizde sorumluluk almayı reddedip göçmenlere duvar örüyor. Bu bağlamda,  göçmenleri nefret nesnesi haline getirmeden mevcut krizin faillerini saptamalı, hesap sormalı ve işbirliğine zorlamalıyız.

Bu bağlamda sığınmacılar meselesi, günü birlik, kısa vadeli ve hiçbir zaman hayata geçmeyecek popülist vaatlerle çözülebilecek bir mesele değil. Yerel yönetimler ile merkezi yönetimin ve AB gibi ulus-ötesi kurumların koordineli bir biçimde süreci yönetmesi elzem. Dahası, göçmenlerin sivil toplum hayatının kendi doğası içinde faaliyetler gösterdiği ve özgürce eylediği bir ortamın yaratılması da şart. Cumhurbaşkanı adayı olarak Kılıçdaroğlu, ayrışmaları mobilize edebilme potansiyeli olan geri dönüş politikalarını dile getirmek yerine böylesi çözüm stratejilerini gündem etmeli ve AB’nin küresel krizde alması gereken sorumlulukları hatırlatmalı.

Bunlara ek olarak, Cumhurbaşkanı olması durumunda Kemal Bey, göçmenlere dönük dile getirilen dezenformasyon faaliyetleriyle de mücadele edebilir. Örneğin, göçmenlerin işgücü piyasasında yer almasından ötürü ekonomiye olan katkılarına değinebilir. Benzer şekilde, siyaset kurumu göçmenlerin topluma dönük sosyal katkılarını da aktarabilir: göçmenler toplumda gönüllü çalışmalar yaparak, sosyal sorumluluk projelerinde yer alarak ve toplumsal faaliyetlere katılarak, topluma katkıda bulunurlar.

Böylesi ciddi meseleler, ciddi bir biçimde ele alınmayı hak ediyor. Öte yandan, bu türden politika önerilerini değersizleştiren, hayalci bulan ve gerçekçi olmayan normatif bir ahlakilik barındırdığını söyleyerek aşağılayanlar; temel hakların önemini göz ardı ettikleri gibi bir politika da sunamamaktadır. Asıl gerçekçi olmayan yaklaşım, 10 yılı aşkın süredir ülkemizde olan insanları zorla geri göndermekten bahsetmekte. Sanıyorum ki Türk müteahhitlerin Suriye’nin şehirlerini onardığı ve herkesin “tatlı tatlı” ülkesine döndüğü bir politika önerisine kıyasla sosyal uyum süreçlerini arttıracak politikaları gündeme getirmek daha gerçekçi duruyor…

Cumhur İttifakı ve Göçmenler

Muhalefet hattını şimdilik bir kenara bırakıp iktidar ve göçmenler arasındaki ilişkiye değinmekte fayda var. Genel bir ilke olarak, demokrasi eksikliği ile bir ülkedeki göçmenlerin durumu arasında güçlü bir bağlantı olduğu kabul edilmektedir. Göç İdaresinin kamuoyu ile paylaştığı verilere göre 500 bin civarında Suriyeli göçmen, “gönüllü geri dönüş” adı altında sınır dışı edildi ve Geri Gönderme Merkezlerinde yaşanan insan hakları ihlalleri ile ilgili de sayısız şikayet bulunuyor. Dahası, iktidarın göç politikası sığınmacıları statüleri nedeniyle ciddi bir belirsizliğe de hapsediyor. Günün sonunda iktidarın illiberal politikaları; ülkedeki demokrasi eksikliği, hukukun üstünlüğü ilkesinin zayıf uygulanması ve statüdeki belirsizlikler göçmenlerin yaşam koşulları üzerinde olumsuz bir etkiye sahip.

Bunlara ek olarak, iktidarın göçmenleri araçsallaştırdığı da bir gerçek. 2016 yılında Erdoğan, “kusura bakmayın, kapıları açarız” diyerek Avrupa Birliği’ni göçmenler üzerinden tehdit etmişti. Benzer sözleri İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da 2019 yılında tekrarlamıştı. Avrupa ülkelerini sığınmacılar üzerinden tehdit eden Soylu, “buradan kapıları açtığımızda altı ay hiçbir hükümetleri dayanamaz” demişti. Böylesi bir dil, göçmenleri özne olmaktan çıkararak sayıya indirgiyor ve insanların özsaygılarını paramparça edebilme riskini taşıyor. Yani, iktidar yeri geldiği zaman reel-politik kaygılardan ötürü göçmenleri bir tehdit unsuru olarak kullanmayı ihmal etmediği gibi meseleye hak temelli bir perspektiften hareketle de söylem üretmiyor.

Yukarıda ortaya konulan tablodan da anlaşılacağı üzere, muhalefet içindeki göçmen karşıtı söylemler nedeniyle iktidarın kötünün iyisi olduğuna yönelik bir söylem benimsemek, son derece büyük bir yanılgıdır. Öngörülemez ve keyfi bir yönetim anlayışının göçmenler konusunda kötünün iyisi olduğunu düşünmek, işi şansa bırakmak anlamına geliyor. Demokratik cumhuriyetin şafağında ihtiyacımız olan siyaset tarzı öngörülebilir, hak temelli ve hukuk devleti idealine bağlı olmak zorundadır. Yani, mevcut iktidarı aşan ve onun ötesini tahayyül eden bir demokratik Türkiye idealini yeşertmek zorundayız. Bu, gerek geniş toplum gerek de göçmenlerin durumu için elzem.

Demokratik Cumhuriyetin Şafağında Göçmenler: Bir Yurtseverlik Örneği Olarak Muhammed Elali

Eğer cumhuriyetin ikinci yüzyılı kapsayıcı bir bağlamda yeniden yorumlanacak ve dışlayıcı eğilimlerinden arındırılarak demokratik bir cumhuriyet idealine dönüşecekse, milliyetçi dürtülerle içeriği belirlenen halihazırdaki “yurttaşlık” ve “yurtseverlik” anlatısı yapısal olarak böylesi bir ideale alan açmaz.

Türkiye’yi yeni bir anayasa ile taçlandıracağımız bu tarihi eşikte ve yurttaşlığın sınırlarını yeniden tanımlama fırsatı ve ihtiyacı gün geçtikçe daha da belirgin bir hal almışken, göçmen karşıtı siyasi popülizm bu potansiyeli baltalıyor.

Demokratik Cumhuriyet ve bununla bağlantılı olarak demokratik bir yurttaşlık ideali çerçevesinde ulusal kimlik, sürekli olarak değişime açık ve göçmenlerin katkı yapacağı ve aitlik hissi geliştirecekleri bir yapı olarak düşünülmek zorunda. Zira çoğulcu toplumlara ev sahipliği demokrasilerde yurttaşlık ideali çoğulcu bir perspektifle yeniden tartışmaya açılıyor ve yorumlanıyor. Etno-kültürel açıdan baskın kimliklerin dışında kalan grup farklılıklarına/kimliklerine duyarlı politikalar, göçmenlerin siyasal ve toplumsal yabancılaşmasını ortadan kaldırması hasebiyle de önemli.

Modern Türkiye’nin gerek tarihsel gerek de mevcut durumdaki etnik-kültürel çoğulculuğuna duyarlı bir yurttaşlık idealini tahayyül etmek ve etno-kültürel açıdan farklı grupların da dahil olduğu katılım süreçlerini arttırmak, azınlıklara ulusa ait olmanın ve sosyal entegrasyonun (kültürel değil) çeşitli yollarına olanak sağlıyor.

Böylesi bir demokratik cumhuriyet ideali, milliyetçiliğin bütün demokratik kamusal içermeleri boğduğu bir atmosfere panzehir olabilir. Yurtseverliğin ve ulusun farklı grup kimliklerine duyarlı bir bağlama açılması, günün sonunda bu çoğulculuktan “toplumsal dayanışma” ve “yurtseverlik” ideali bahane edilerek duyulan rahatsızlığı da yatıştırabilir.

Bu bağlamda, Bursa İnegöl’den kurtarma çalışmalarına katılmak üzere Kahramanmaraş’a giden ve enkazdan 3 kişinin sağ olarak kurtarılmasına yardımcı olan 20 yaşındaki Suriyeli Muhammed Elali, dönüş yolunda geçirdiği kazada hayatını kaybetmişti. Bu hususta dört soru soracağım: (1) gencecik bir göçmenin, bu ülkenin insanlarına yardım etmesi, yarasını sarması (hatta canını vermesi) yurtseverlik için yeterli değil mi? (2) Toplumun bir parçası olmak için herkesin aynı etnik kimliğe mensup olması gerçekten gerekiyor mu? (3) Göçmenlerin varlığı gündelik hayat deneyimleri içerisinde gerçekten de “toplumsal dayanışma” idealini zaafiyete uğratan bir yapıda mı? (4) Muhammed Elali’nin aynı yurdu paylaştığı insanlara yardım eli uzatması ve bu uğurda can vermesi gerçekten bir yurttaşlık etiği ve sorumluluğu bağlamında üzerine düşünülmeyi hak etmiyor mu?

Demokratik cumhuriyetin şafağında siyasetçiler ve kamusal sorumluluğu olan aydınların üzerine düşen bir sorumluluk, Muhammed gibi göçmenlerin fedakarlıklarına vurgu yapmak ve toplumun göçmenlere dönük duyarlılığını böylesi hayat hikayeleri üzerinden arttırmak olmalıdır.

Öte yandan, milliyetçiliğin demokratik değerleri aşındırdığı ve kendi sanrılarını dayattığı bu atmosfer; muhalefet hattı içerisinde kendini konumlandıran ve demokrat kimliğine mensup olduğunu belirten yazarların ve figürlerin göçmenler lehine tek bir söz bile etmemesini sağlıyor. Milliyetçiliğin “yeni normal” olmasını tenkid etmekten çekinen ve göçmenlerin esenliklerine kayıtsız kalan bir liberal ve sol hat, günün sonunda bağlı olduğu değerlerden pragmatik kaygılar lehine vazgeçiyor. Her ne kadar liberal ve sol demokratlar Erdoğan idaresinin yarattığı popülist otoriterliği engellemeyi önemsese de, göçmenlere yönelik popülist şiddeti de dert etmeleri gerekiyor zira siyasal popülizmin bir ayağı göçmen karşıtı bir hatta tahkim ediliyor. Günün sonunda anayasallığa dayalı işler bir demokrasi ve cumhuriyet arzusu içindeysek ve Kılıçdaroğlu da bu demokratik dönüşüm sürecinin mimarı olmak istiyorsa, göçmen karşıtı dalgayla ve olası tehlikeleriyle ilgilenmek hayati bir önemi haiz. Bu bağlamda, demokratik dönüşüm göçmenlere karşı önyargıları pekiştirme ve dışlama politikalarını karşımıza almadan sağlanamaz.



Anahtar Kelimeler: Muhammed Elali yurtsever değil miydi?

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER