Dün Türkiye’nin ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün vefatının 49. yıldönümüydü.
İnönü, 1922 ile 1972 arasındaki 50 yıllık aktif siyaset hayatının ilk 27 yılındaki tek parti iktidarı devrinde Başbakan ve Cumhurbaşkanı oldu.
1950’de çok partili hayata geçildikten sonraki siyasi hayatının son 22 yıllık son dönemini ise 27 Mayıs darbesinin ardından kurulan hükümetteki dört yıllık başbakanlığı dışında 18 yıl boyunca muhalefet lideri olarak geçirdi.
Siyasete de 88 yaşında parti kongresini 47 yaşındaki genç bir siyasetçiye karşı kaybetmiş bir muhalefet partisi lideri olarak veda etti.
27 yıllık Tek Parti rejiminin Milli Şef’i olarak girdiği 14 Mayıs 1950 seçimlerinde iktidarı kaybettikten sonra siyasete devam ederek ana muhalefet lideri olmayı içine sindirmesi Türkiye’deki demokrasinin kırılma noktalarından biriydi.
Geçen 72 yılda yakın ve uzak coğrafyamızda bir daha seçimle koltuğu terk edip muhalefet lideri olmayı kabul eden bir diktatör çıkmadı.
Fakat bu büyük demokratik fedakarlık da aslında hiç kolay olmamıştı.
Çünkü CHP ve İnönü, 14 Mayıs 1950 seçimlerine giderken seçimleri kazanacağından son derece emindi.
İnönü, Mart ayının sonunda başladığı seçim kampanyasında gittiği illerde büyük ve çoşkulu kalabalıklar tarafından karşılanmıştı.
Adana’daki karşılama için Atatürk’ün bile böyle karşılanmadığı yazılmıştı. Son durak İstanbul’daki kalabalığı gösteren Vali Fahrettin Kerim Gökay’ın o meşhur “İşte Paşam İstanbul” sözünü bu sırada söylemişti.
İnönü için seçini kaybetmek, üzerinde şaka yaptığı uzak bir ihtimaldi. Hatta bu yüzden daha sonra seçimi kaybedince kendisini bağlayan meşhur konuşmasını yaptı:
“İktidar iken bütün tenkitlerinize tahammül ediyorum. Hele bir karşınıza geçeyim de görün bakayım. Ben bu mevkie yumuşak koltuktan gelmedim. Hep mücadele ede ede geldim. Bu davada tutacağım yol şudur: Hesapsız bir sabır, hiçbir güçlük karşısında eğilmeyen bir sebat. Seçimi kaybedersek, gördünüz diyeceğim bu şeref de benim, bir daha benim kadar sabırlısını bulamazsınız. Bir daha elinize bu fırsat geçmez.”
CHP’li gazetelerine de halkın savaş kahramanı Milli Şef’i, ülkeyi kuran Atatürk’ün partisi CHP’yi satmayacağına olan temkinli bir iyimserlik hakimdi.
CHP’nin bir nevi Sabah gazetesi olan Ulus’un başyazarı Falih Rıfkı Atay, meseleyi nankörlüğe kadar getirmişti:
“Muhalifler güneşi çamurla sıvamak için gece gündüz çalışsınlar. Türk Milletinin sağduyusu ve muhakemesi yalan ve iftiralara rağmen realiteyi görmesine kafidir. Ve tekrar ediyoruz: Türk milleti nankör değildir.”
Yine o devir CHP’nin en ateşli kalemşörlerinden olan Peyami Safa, “Sırası mı?” adlı yazısında muhalefeti dış güçlere bağlamıştı:
“Bu partinin ve onun iktidar sisteminin Bayar’lardan, Bayur’lardan ve daha başka parti ve particiklerin mümessil ve mensuplarından fazla yıkıldığını görmeğe can atan düşman sınırımız dışındadır: malum. CHP iktidarını yıkmağa çalışmak, onunla ister istemez cephe birliği yapmaktır. CHP iktidarı ebedi kalmayacaktır. Fakat her değişmenin tarihte bir eşref saati vardır.”
CHP’liler o eşref saatinin henüz gelmediğinden emindi. Halkın böyle bir nankörlük yapmayacağını düşünüyordu.
O yüzden 14 Mayıs gecesi ortaya çıkan tablo, seçim sonuçlarını İnönü ile birlikte Çankaya Köşkü’nde izleyen CHP kurmaylarını şoke etmişti.
Bakanlar kurulunda İnönü dışında hiçbir bakan kendi seçim bölgesinden Meclis’e girememişti.
Eğer İnönü de memleketi Malatya yerine daha önce mebusluğunu yaptığı Ankara’dan aday olsaydı o da Meclis’in dışında kalacaktı.
İnönü ilk sonuçlar geldikten sonra etrafındakilere konuştu. Ankara’ya özellikle kızgındı. CHP’ye karşı içeride propaganda yaptığını iddia ettiği Rusları, aydınları suçladı, bir sene sonra yeniden iktidara geleceklerini iddia etti:
“Biz elli kişi olarak meclise girsek, yine bize koalisyon önerirler. Kabul etmeyeceğiz. Bu sonuç, iç politikanın bizi suçlamasıdır, dış politikanın bizi suçlamasıdır. Kitlelerin suçu yoktur, aydın denilen zümre bize karşı neler aşılamamıştır. (…) Son zamanlarda onları yendiğimizi sanıyorduk, yanılmışız. İç politikanın suçlamasıdır, çünkü bu parti, karşımızdaki parti fırsatıkullanıyor, devrimler henüz kökleşmemiştir. Dış politikanın suçlamasıdır, çünkü Ruslar’ın geniş ölçüde propaganda yaptıkları kuşkusuzdur. Tek kaygım, İkinci Dünya Savaşından kurtardığımız ülkenin Üçüncü Dünya Savaşının öncesinde yönetimsiz kalışıdır. Şimdi biz birbirimize düşmemeliyiz. “Falan şunu yönetemedi, bunu parti yapamadı” dememeliyiz. Bütün suçlar hep benimdir. Abartmayayım ama, bir yıl sonra duruma bütünüyle egemen olacağız. Bize teslim olacaklardır. Bu masadaki arkadaşlarımla övünüyorum, biz çarpışmak için yeterliyiz. Ben kendilerinden iç güvenlik ve dış güvenlik için güvence isteyeceğim”
Yaşanan bir kaç günlük hayal kırıklığı ve şokun ardından İsmet Paşa, ilk demokratik seçimde yenilgiyi önceki konuşmasındaki gibi “bu şeref de bizim” diyerek CHP’lilere kabul ettirdi, görevi Doğu meselesi, irtica gibi kırmızı çizgilerde güvenceler isteyerek Bayar’a devretti, Pembe Köşk’e gitmeyip muhalefet sıralarının başına oturdu.
CHP’liler halkın muhalefet tarafından kandırıldığını, bir sonraki seçimde bu geçici yanılgının değişeceğine inanıyorlardı.
Yaşanan değişimi Ulus’taki başyazısında Falih Rıfkı Atay veciz biçimde anlatmıştı:
“Kapanan sayfa ‘milli kahraman’ cumhurbaşkanları devridir. Açılan safha alelâde fani vatandaşlar arasından seçilmiş alelade cumhurbaşkanları devridir.”
14 Mayıs 1950 seçiminde halk iki parti ve iki aday arasında bir seçim yapmadı.
Seçin ana konusu yasaklar, kimliklere, dini hayata baskı, ekonomi, tarım, yoksulluk, işsizlik değildi.
Bütün bunların hepsi vardı ama esas soru şuydu: 27 yıllık tek parti rejimi ve Milli Şeflik sistemiyle devam mı tamam mı?
Seçimden çok bir referandumdu bu. Bayar başbakanlık yapmış, çok da popüler olmayan bir teknokrattı. Menderes henüz bu kadar meşhur olmayan, toprak ağası genç eski bir CHP milletvekiliydi.
O yüzden DP, “Yeter söz milletindir” dışında neredeyse hiçbir şey demeden seçimleri kazandı.
Benzetmek her bakımından haksızlık olabilir ama önümüzdeki seçimler de 22 yıllık kesintisiz bir iktidar için bir referandum olacak.
Ekonomik sorunlar, yasaklar, hukuksuzluklar karar anını etkileyecek ama seçimin ana konusu yanında bütün bunlar tali kalacak.
Hatta muhalefetin önerileri ve hatta aday bile…
Çünkü muhalefet kimi aday çıkarırsa çıkarsın karşısında hapishanelerden yasakları dele dele gelmiş, muhtıralar, kapatma davaları, darbe girişimleri atlatmış, son 22 yılda girdiği 15 seçimi de kazanmış, son olarak kurduğu cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle parti ve devleti birleştirmiş, İmamoğlu’nun bile ofisinde portresi olan, Türkiye’nin dünyadaki en meşhur markası, Putin dışında modern dünyada en uzun süredir iktidarda kalmayı başarmış Erdoğan olacak.
Adı geçen ve geçmeyen hiçbir rakip adayın hikayesi ondan parlak ve heyecanlı değil, kabul etmek gerekir ki şu an Türkiye’de yaşayan hiçbir siyasetçi onun kadar karizmatik ve iyi hatip de değil.
Bu seçimde toplum bir beş yıl daha Erdoğan tarafından ve bu sistemle yönetilmek isteyip istemediğine karar verecek.
Muhalefet ne kadar hazırlık yaparsa yapsın, hangi adayla ya da adaylarla karşısına çıkarsa çıksın bu seçimin bir referandum olduğu gerçeğini değiştiremeyecek.
Bu seçim Erdoğan ile tamam mı devamı mı seçimi olacak. Yerine kimin geçeceği tali bir mesele olarak kalacak.
Bu seçimin bir referanduma dönmesi sadece muhalefet açısından değil, iktidar açısından da bir avantaj.
Onlar da ekonomik sorunlardan, haksızlık ve yolsuzluklardan şikayet edenlerin karşısına bu seçimin bir referandum olduğu büyük hakikatini koyacaklar.
Erdoğan kaybederse onunla birlikte bir sosyal sınıfın, fikrin de kaybedeceğini ve kimsenin bunun vebaline ortak olmaması gerektiğini anlatacaklar.
Özellikle seçim kampanyasında muhalefet cephesinden gelebilecek bu tezi güçlendirecek açıklamalar, eylemler, siyasetler bu vebale ortak olmayanlar üzerinde tahmin edilenden daha çok etkili olacak.
(2017 referandumunda son anda çıkan Evet bunun somut bir örneği)
Bu argümana karşı muhalefetin elindeki en değerli panzehir ise aday değil, masa olacak.
Masa ve ittifakın varlığı bu seçimi bir sosyal sınıfın, fikrin iktidardan tasfiyesine karar verilecek bir referandum olmaktan kurtarabilir.
Seçim masadaki çokluk sayesinde bir kültürel ve demografik nüfus sayımına dönmeyebilir.
Yoksa iktidarın seçim kampanyası sırasında sık sık üfleyeceği, “saldırı var, herkes kendi evine” sur sesiyle bu demografiden çıkacak sonuç malum.
Muhalefet bu seçimin bu özünü bu aralar kaçırmış gözüküyor.
Karısı için mezar olarak yaptırdığı Taç Mahal’den en son karısının mezarını estetiği bozduğu için çıkartan Şah Cihan gibi, çıkış noktasından uzaklaşma hali bu.
Halbuki aday tartışmalarında enerjisini ve birliktelik ruhunu kaybetmeye başlayan muhalefetin bu seçimlerdeki en güçlü adayı hala aynı kişi: Erdoğan’ın karşısındaki aday.
Hiçbir adayın vasfı onun Erdoğan’ın karşısındaki aday olmasından daha güçlü olmayacak.
Seçimi kazanan adayın da muhtemelen biyografisindeki en parlak cümle 22 yıl sonra Erdoğan’ı sandıkta yenmiş olmak olacak.
Falih Rıfkı’nın dediği gibi “Milli kahraman’ cumhurbaşkanına karşı alelâde fani vatandaşlar arasından seçilmiş alelade cumhurbaşkanı” adayı arasındaki bir seçim olacak.
Mesele aslında bu kadar basit.
Siyaset bilimciler bile bu kadarını anlayabilir…