Bir ülkenin başarısı her şeyden önce insanlarının mutlu olmasıyla, kendilerini iyi ve güvende hissetmeleriyle ölçülebilir. İktidarların kimliğinden, siyasal tablonun değişiminden bağımsız olarak, her şartta değişmeyecek bir duygunun varlığından daha önemli kriter yoktur. Ne makro ekonomik istatistikler ne de büyük sözlere gerek vardır. İnsanların bugünü ve geleceklerine dair kaygı hissetmeden yaşayabilmeleri, o ülkenin başardığının ispatıdır. Demokratik zeminde, herkesin fikri, etnik kökeni, inancı ve kimliği nedeniyle ayrımcılık görmeden, bütün haklardan eşit yararlanabilmesi ve bütün imkanlara erişimde de eşitliğe sahip olabilmesi gerçek başarı ölçüsüdür. İktidarlar değiştikçe hem imkanların hem de güven içinde yaşama hakkının tersyüz olduğu ülkeler ise, diğer ölçüler ne söylüyor olursa olsun başarısızdırlar.
Türkiye, farklı kimliklere eşit haklar veremiyor ve eşit erişim hakkını tesis etmeyi başaramıyor. Uzun on yıllar muhafazakar kitlelerin eşitsiz muamele gördüğü, ötekileştirildiği bir ülke olarak yaşandıktan sonra, son dönemde laik kimliğe sahip kesimler aynı muameleyi görüyor. Sadece bu iki geniş kimlik tanımı içindekiler değil; o tanımların içinde olmakla birlikte başka kimlikler taşıyan Kürtler, solcular, Aleviler gibi kimlik veya etnik/dinsel gruplar da öteki muamelesinden payını alıyor. Hatta, bazıları sürekli…
Bugün hem siyasi ve sosyolojik tablonun gereği hem de iktidarın bariz karakteri nedeniyle avantajlı ve makbul varsayılan geniş muhafazakar kesimlerin mutlu, huzurlu ve geleceğe güvenle baktıkları tahmin ediliyor. İktidarı belirliyor olmanın ve devamını garanti etmenin doğal sonucu olarak bir kaygı taşımadıkları da düşünülüyor. Elbette, kötü ekonomik tablo, yönetim zaafları ve iktidarın yorgunluğundan kaynaklanan problemlerin her kesime yansımasından düşen payı alıyorlar ve bundan şikayetçiler. Ama, iktidar kendilerinden olduğu için, kimlik, inanç ve hayat tarzı açısından en kaygısız kesimin muhafazakar kitleler olduğu varsayılıyor.
Ne var ki bu varsayım artık eskisi kadar geçerli görünmüyor.
Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu, Karar TV’de Taha Akyol ve Elif Çakır’la söyleşisinde, “Muhafazakar ve milliyetçi kitlenin AK Parti-MHP’den huzursuzdur. Muhafazakar kitle huzursuz olmaya başlamışsa dönüşüm yakındır” dedi.
Davutoğlu’nun sözleri gayet tabii ki çeşitli vilayetlerde sokakta nabız tutarak yaptığı izlenimlere dayanıyor. Aynı izlenimi paylaşan ve huzursuzluğu teyit eden sözleri ve serzenişleri herkes işitiyor.
Huzursuzluğun iki nedeni vardır.
1- İktidarın, muhafazakar için en önemli kriter olan ahlaki tutum, yolsuzluk, liyakat ve benzeri konularda sergilediği tablonun savunulamazlığı…
2- Muhtemel bir iktidar değişikliğinde “kazanım” kelimesiyle tanımlanan, inandığı gibi yaşamaya dair hakların zarar görebileceği endişesi…
İkinci husus aynı zamanda Davutoğlu ve diğer muhalefet liderlerinin meselesidir ve bu bahiste insanlara güvence vermeleri gerekir. Ki, bunu bir ölçüde yapıyorlar. Gayet tabii ki bu ülkenin siyasi elitleri eski hatalara dönmek gibi bir basiretsizliğin esiri olmayacaktır. Yine de insanların kaygısı varsa bunu ciddiye almak ve üzerine gitmek, siyasi teminat vermek zarureti vardır.
Davutoğlu’nun bahsettiği ve siyasal değişimle doğrudan ilişkilendirdiği husus ise, muhalefetin teminat verip vermemesiyle çözülemez. Muhafazakar değerler üzerinden siyaset yapan iktidarın bu değerleri aşındırdığı ve gözden düşürdüğü kanaati sadece iktidarın değil topyekûn bir siyasi ve sosyal geleneğin ödeyeceği bedele işaret eder. O bedel de toplumların vicdanlarında tahakkuk eder. Bütün dini, milli ve tarihi değerlerin, semboller üzerinden gündelik siyasetin merkezine oturtulmasına rağmen, o kitlelerin hala huzursuz ve kaygılı olması aynı zamanda bir trajedidir de… Ama en büyük trajedi, her fikirden her etnik kökenden bütün toplumun huzurlu ve güven içinde olması ideali bir yana; avantajlı kesimlerin bile yüzünün gülememesidir.