Atasoy Müftüoğlu yazdı;
İslam toplumları kendilerine dışarıdan dayatılan engellerden çok, kendi içinde oluşan engellerle sınanıyor. Müslümanlar olarak dışarıdan dayatılan engelleri bir şekilde tartıştığımız halde, içeride oluşan engelleri hiç tartışmıyoruz.
İslam toplumları, içe ve geçmişe kapandıkları tarihten itibaren, gerçek dünyaya, gerçek hayata ve gerçek tarihe yabancılaştıkları için, mistik-batıni bir kültür temelinde ütopik bir dünya ve tarih icat ederek, ütopik hayatlarla bütünleştiler. Bu bütünleşme, İslam toplumlarını, gerçekliğin en gerçeği olan düşünsel/kültürel/entelektüel edilginliğe mahkûm etti. Halen aşılamayan bu gerçeklik, dünya Müslümanlığına, hamasetle/popülizmle/ propogandayla tarih yapılamayacağını öğretti. İslam toplumları maruz kaldıkları düşünsel/ kültürel/entelektüel edilginlik sebebiyle her tür sömürgeciliğe açık hale geldiler. Maruz kaldığımız edilginlikler sebebiyle, bugün, Müslümanlar olarak varoluşsal meseleleri konuşma/tanımlama/ tartışma iradesine sahip değiliz. Yine bu edilginlik sebebiyle, Müslümanlar olarak tarihsel konumumuzun da farkında ve bilincinde değiliz. Bu nedenle de karşı karşıya bulunduğumuz konumu aşma veya sorgulama ihtiyacı duymuyoruz.
Her edilginlikle, iradesizlik arasında yakın bir ilişki olduğunu hatırlamak gerekir. Bağımsız irade sahibi olmayan bireyler, toplumlar ve kültürler, hiç bir şekilde egemen sömürgeci kültürden bağımsız tercihlerde bulunamazlar. Propaganda yoluyla bir örnekleştirilen kitle toplumları, neyin gerçek, neyin yalan olduğunu hiç bir zaman öğrenemezler. Bugün, Türkiye örneğinde de yaşadığımız üzere, etkin bir düşünce/kültür/entelektüel hayatımız olmadığı için, toplumu, trol ve aparatçik müfrezeleri, yapay gerçekliklerle yönlendirmeye çalışıyor.
İslam dünyası toplumlarında siyasal iktidarlar devleti kişisel mülklerini idare ediyor gibi yönetiyor. Kendi ülkelerinde hiç bir şekilde kontrol edilemeyen yerli-milli iktidarlar, her zaman emperyalistler tarafından aşağılanarak-kısıtlanarak kontrol edilebiliyor. İslam ülkelerinde, popülist iktidarlar, hayali tehditler, hayali düşmanlar icat ederek halkları baskı ve gözetim altına alarak, ilgili halkları kendi gerçekliklerine ve kendi sorumluluklarına karşı körleştirmeye devam ediyor.
Endüstriyel katliamların, yıkıcı teknolojilerin, hissiz/ruhsuz/duygusuz/vicdansız modernliklerin seküler dünyası, bütün dünyada ahlaki alanları, ahlaki hassasiyetleri ve ahlaki siyasetleri bütünüyle yok eden bir dünya düzeni oluşturdu. Bu düzen farklı dünya görüşlerine, farklı siyasal düzenlere hayat hakkı tanımıyor. Dünyanın farklı-başka bir düzenle-modelle yönetilebileceğini kanıtlayabilmek için, evrensel zihinler, evrensel misyon, bilgi ve bilgelikle mücehhez kadro hareketleri gerekiyor.
Bugün, dijital modernite, egemen-sömürgeci kültür temelinde ideolojik klişelerle bütün zihinleri tektipleştiriyor. İslam toplumlarında da, milliyetçilikler maalesef, seküler kutsallara dönüşüyor, popülist-milliyetçi dil-söylem yoluyla, bütün eleştirel entelektüel çabalar-etkinlikler bastırılıyor.
"İslam toplumlarında, karşı karşıya bulunduğumuz büyük meselelerle ilgili, büyük insanlık sorunlarıyla ilgili bir tarih bilinci oluşturmak yerine, siyasal iktidarların tercihleri doğrultusunda yerli-milli bir tarih kurgulanıyor. İslam toplumlarında zengin bir kültür iklimi oluşturarak, hayatın her alanında, İslami varoluş ve bütünlük bilincini yeniden inşa etmek gerekiyor. Bu yeniden inşa, bilinçli /sorumlu /içtenlikli /birikimli, adanmış kadroların/hareketlerin, üretken zihinlerin, kendi aralarında yapacakları entelektüel alışveriş-etkileşim-dayanışma yoluyla ve çok ufuklu, çok boyutlu analitik çalışmalarla başlatılabilir. Günümüz dünyasında İslam toplumları, egemen-sömürgeci dünyanın düşünsel/kültürel/entelektüel/akademik gündemine, bu gündemin otoritesine bağımlı oldukları için, İslami otorite ve meşruiyet temelinde düşünsel/kültürel/entelektüel akademik bir gündem oluşturamıyor."
İslami bir gündem oluşturulamadığı için de, Müslümanlar varoluşsal-fıtri anlam-değer-ilke ve bilgeliklere yabancılaşıyor; ideolojik anlamda, sömürgeci anlamda icat edilen, kurgulanan anlamlar/değerler/ referansların himayesi altında kendilerini ifade etmeye çalışıyor.
İslami varoluş ve bütünlük bilinci, İslami yorumun otorite ve meşruiyeti kaybolunca, İslami olan her şey, her alan, her fikir değersizleştirilebiliyor, araçsallaştırılabiliyor, yüzeyselleştirilebiliyor, her ulus-devlet, yerli-milli çıkarlar adına, iktidar çıkarları adına İslam'ı istismar tekelini elinde tutmaya çalışıyor. Hangi nedenlerle olursa olsun, her araçsallaştırma etkinliği, İslam'ın araçsallaştırılması, tarihin araçsallaştırılması, vatanseverliğin araçsallaştırılması, adaletin ve ahlakın araçsallaştırılması, varoluşsal bütün değerlerin bütünüyle değersizleşmesine yol açar.
Günümüz toplumlarında, Türkiye'de de, ahlaki değerler kirletildiği için, doğru ile yanlış arasındaki, gerçek ile propoganda arasındaki belirleyici çizgiler belirsiz hale geliyor. Kendilerini muhafazakâr olarak tanımlayan kesimler ahlaki tutarlılıklarını kaybettikleri için, muhafazakârlık da araçsallaştırılarak bir politik propaganda klişesine dönüşmüş bulunuyor.
Muhafazakâr politik hareketler/kadrolar kimi zaman ütopyacı-romantik fantezilerden, ümmet ideallerinden söz ederlerken, bugün, araçsal rasyonaliteyi meşrulaştırarak her tür otoriter milliyetçiliği ve faşizan eğilimleri içselleştirebiliyor.
İktidar ayrıcalıklarını sürdürebilmek için, araçsal rasyonalite her şey mubah yaklaşımıyla ahlak ve vicdandan bağımsız tercihler yapabiliyor. İktidar aklı'nın, piyasa aklı'nın araçsal rasyonaliteyi meşru bir ilke haline getirmesi “ahlaki bir hakikat” gibi algılaması, İslami bilincin tükenişinden cesaret alıyor. Bu durum, muhafazakâr kesimlerin radikal bir zihinsel/ahlaki bunalım, yönsüzlük ve büyük bir altüst oluş içerisinde bulunduklarını gösterir. Sözünü ettiğimiz radikal bunalım konusunda, Türkiye'de eleştirel düşünceye karşı, fikir serdetmek yerine, trol ve aparatçik müfrezelerinin sanal linççiliği seçmeleri somut bir örnek teşkil eder.
Güç ve tahakküm ihtirasları, toplumlarımızda, araçsal rasyonalite aracılığıyla siyasal şiddeti ve saldırganlığı sıradanlaştırıyor. Toplumlarımızı kamplaştıran “biz” ve “onlar” söylemi, ortak iyi'yi imkansız kılıyor. Edilgin bir zihin ve kültür dünyası, etkin ve tayin edici bir eylemde bulunamaz, yalnızca duygusal tepkiler gösterir ve her durumda gücü ve güçlünün tasarruflarını onaylar.
Hak'ka dayalı üstünlüğü temsil liyakatini/onurunu kaybeden İslam toplumları, bütün anlamları/ değerleri/bilgelikleri yok eden, güce dayalı üstünlüğün barbarlığın karşısında, yalnızca muhafazakâr bir nostaljide teselli arıyor. Dijitalin dönüştürücü yükselişi karşısında, bütün dünyaya maruz kalan toplumların, muhafazakâr nostaljide teselli aramaları hiç bir şey ifade etmeyecektir. Bugün, İslami direniş iradesini ne yazık ki, muhafazakâr nostalji etkisiz kılıyor. İslam toplumları kendilerine dışarıdan dayatılan engellerden çok, kendi içinde oluşan engellerle sınanıyor. Müslümanlar olarak dışarıdan dayatılan engelleri bir şekilde tartıştığımız halde, içeride oluşan engelleri hiç tartışmıyoruz. Bu konu etrafında çok yoğun, çok dürüst ve acımasız bir özeleştiri yapmadığımız takdirde, yeni başlangıçlardan, yeni inşa'lardan söz edemeyiz.
İslam toplumları, İslami otorite/meşruiyet/mevcudiyet ve bütünlüğü kamusal ve siyasal alanda/dünyada somut olarak tesis ve tecrübe etmedikleri takdirde, iki ölümcül seçenekle karşı karşıya kalacaklar: Bu toplumlar ya modern-seküler yorumun belirlediği dünya görüşüne ve küresel iktidarına dahil olacaklar, ya da sömürge toplumu olma konumunu sürdürecekler.