Mücahit Bilici: Ulema, Din ve Riya

Erdal Daldaban tarafından Mücahit Bilici’nin Ruşen Çakır'a konuk olduğu “İslam'ın Güncellenmesi” konulu söyleşisinden (link) derlenmiş, Mücahit Bilici tarafından bazı redaksiyon ve eklemeler ile revize edilmiştir.

Mücahit Bilici: Ulema, Din ve Riya

 

 

 

İlahiyatçıların çok azı dindardır. Hakiki dindarlar dini bilmeyen insanlardır. Dini bildiğin zaman inanman azalıyor. Bu çok net görülüyor. Çünkü hüsnü zanna sahip olanın zannı ona yetiyor. Gerçeğin nefsul emirde ne olduğunun çok fazla bir önemi kalmıyor. Bu yüzden dinin hakikatla ilişkisi yüzeysel ve araçsaldır. Hakikati takip eden bir insanın ortodoks dine yani kitlelere mal olmuş ve kitlelerin vesayetinde kalan ve siyasetle eşgüdüm içinde yürütülen dine inanması mümkün değil. İslam çalışan ve tarihine bakan insanların çoğu İslam diye bildiğimiz, “Allah’ın dini” diye bildiğimiz dinin esas itibariyle kitlelerin dini olduğunu görüyorlar. Bunu eskiden sadece ulema biliyordu. Hadisi çalışıyor, mesela, bakıyor ki çok uydurma hadis var, dinler arası etkileşim var, intihal var, ödünç alma var, taklit var. Bunları gördüğü zaman, yani dinin tarihsel olduğunu gördüğü zaman ulema bir krizle karşılaşıyor, önünde birkaç ihtimal doğuyor. Ya riyadan kaçıp doğruyu söyleyecek ya da maslahat (kamu yararı) deyip işine devam edecek. Kanaatimce bu noktada üç tepki ortaya çıkıyor.

Birincisi, bir kısım ulema diyor ki ne yapalım, madem durum böyle ve madem var, böyle kitleler buna muhtaç, bu kitleleri güdeyim ve üzerinde söz sahibi olayım, bunu istismar edeyim. Buna Çiftlikbank modeli diyebiliriz. Eskiden birtakım şeyhler, hocalar, şimdi bir takım TV’de kanaat yapıcısı insanları veya bir takım örgütlenmeler içine girip insanları yönlendirenleri bu çerçevede anlayabiliriz. (Bu kötü niyetli ulema kategorisi muhtemelen cehenneme gidecek. Vicdanen şunu diyebilirim: Dine aldanan cennete, dinle aldatan ise cehenneme gitmeli). Dinin esası dine dair ümit ve samimiyet. Bu hüsne dair hüsnüzan ve iyiliğe dair samimi ümit, fıtri dinin temelidir. Onun dışındaki dini kurallar, kurtulmuşluklar bir tarikat edebinden farkı olmayan çoğu bedevi pratikler ve bir ihtiyaca hizmet eden tarihsel bahanelerdir.

 

İkinci tepki: ikinci ulema kategorisi, bu durumu görünce, yani dinin Allah’ın dini değil de zamanla insanların ve devletin ürettiği beşeri bir ürün olduğunu keşfettiği zaman tahayyürde kalıyorlar, yani hayret ve şaşkınlık içine düşüp şüphe içinde kalıyorlar. Ne yapmalı? Bu kadar insanın imanını yani hüsnü zannını yırtıp atıp bu insanların ahlak dünyasını tehlikeye mi atmalı? Gerçeği söylersem hem beni linç ederler hem de ahiretlerini kaybedecekler diye samimi bir kaygı içine giriyor. Riyaya kendini mecbur hissediyor. Başka bir çözüm bulamadığı için de mevcut akıntıya kendini bırakıyor. İkinci kategorideki ulema bu sınıfa giriyor. Kötü niyetli değil ama çaresiz hisseden riya sürdürücüleri.

 

Üçüncü kategorideki ulema kısmı ise dinin tarihsel olduğunu keşfettiği zaman dini suçlamamak için kendini suçlar. Der ki benim nazarım bozuldu, nefsim bastırıyor. Hata bende. Bana gösterilen teveccühe layık değilim. Benim aklım aksini dile getirse de dinin hak oluşunda ısrar etmeliyim. Mesela, İslamda bir takım beklenti ve kurumlar var, Mehdi diye bir kurum var. Ümidin şahıslaştırılmış bir formudur. İnsanlar diyor ki “sen mehdi olmalısın”. Bu asrın “müceddidi sensin”. Bu velayet veya mehdiyet beklentileriyle muhatap olan dini liderler aslında avam tarafından tanrılaştırılmak isteniyor. Kitlelerin kendi çıkarı için seni tanrılaştırması karşısında direnmekte zorlanıyor bu kategoridekiler. Tabi olanların ve o zata yönelenlerin arzusu o kişiyi kutsal adam yapmak ve onun şefaatiyle cennet vizesi almak. Said Nursi’ye sen Mehdi’sin diyen talebeleri veya bir şeyhe sen kutbu azamsın diye müridleri mesela. Bu sefer o kişiler diyor ki, İslamdaki o velayet çok büyük evliya olma kurumu mümkün bir şey, fakat ben buna layık kişi değilim. İnsanlar yanlışlıkla bana teveccüh ediyor. İnsanların teveccühüne hürmeten, insanların  bu hüsnü zannını kırmayacağım diyerek ama nefsini suçlayarak durumu kurtarmaya çalışıyorlar.

 

Şimdi yaşadığımız şu: Eskiden sadece ulemanın bildiği ve kitlelere söylemediği, kendi arasında belki konuştuğu gerçeğin artık kitlelerce tecrübe ediliyor oluşunu görüyoruz. İslam bugüne kadar Türkiye’de savunmada olan saldırıya uğrayan bir şey idi, kutsal idi. Şimdi artık savunma durumundan çıkıp meydanda kendi olarak bulunma imkanı buldu ve çöktü. Hangi anlamda söylüyorum, kurumsal olarak çöktü, toplumsal bir kurum olarak dinin Türkiye’de ne olduğu artık ortaya çıktı. Daha çok insan, dinin ne olduğunu öğrenmeye, ne işe yaradığını sorgulamaya başladı.

 

Son zamanlarda bir Deizm tartışması var. Deizm nedir? Deizm, İslamın kabuk bağlamamış halidir. Deizmi insanlar ezberden kötülemeye çalışıyor, ne olduğunu bilmeden saldırmaya başlıyor. Şunu bilmek lazım: hakikat hiçbir dinin tekelinde değil. Bu tür tavırlarda bir ‘din milliyetçiliği’yle karşı karşıyayız. Bu, gerçekle yüzleşmek istemeyenlerin tarzıdır. Kurtuluşu sadece Müslümanlıkta bilen, başka yerde hakikat olamayacağını telkin eden bu yaklaşım hem fıtrata hem de tarihe aykırı bir yaklaşımdır.

 

İslamda önce hakikat yok muydu? İslamdan önce Allah yok muydu? Dolayısıyla şunu demeye getiriyorum: Deizm adıyla rast geldiğiniz bu şey aslında islamın kabuk bağlamamış halidir. Fıtri ve sağlıklı olan orijinal dindir. İslam, fıtri dinin bağladığı kabuklardan biridir. Bugün islamın kabuk kısmı çürümüştür ve çöküyor ve çökecektir. İnsanlar fıtrata, Allah’a ve doğaya dönüyorlar. Bu sağlıklı bir gelişmedir. Doğal bir gelişmedir. Bu tevhiddir, hanifliktir. Din ortaya çıktığı zaman çıplak duramıyor hemen kurumsallaşması gerekiyor.

 

Dinin ilk baştaki kurgusu iyilik, adalet, dayanışmadır. Mesala İslam esas itibariyle bütün varlık için bir ortak öteki olarak Tanrı’yı teklif etmiştir. Buna monoteizm deniyor. Bu kavram islam etiketinden de eskiye gidiyor. Hz. İbrahim’in dini olarak anlatılır. İslam kendisini bir restorasyon olarak sunuyor. Tamamen yeni bir söylemi yok. Bir tür hanifliktir. Hz. Muhammed’in yaptığını bugün yapmak, aslında ruhban sınıflarının, fıkıh doktorlarının uydurup iktidarlarla uyumlu hale getirdiği, kitleleri yönetmek için sürdürdüğü dinin reddedilmesidir. Din diye bugün elde kalan şey, güncellenmesi gereken, çöpe atılması gereken unsurlarla dolu. Bunlar kazayla medyaya yansıyınca insanlar hayrete düşüyor, nasıl böyle şeylerden bahsediliyor diye. Çünkü bu insanlar ezber yapıyor, anlamaları gerekmiyor. Din diye kutsal diye ezber yaptıkları şey yüzyıllar önce ulemanın yaptığı bir kısım yorumlardır. Fani insanların yaptığı değerlendirmelerdir. Bu kural, yorum ve kabullerin dini bir mahiyeti yoktur.

 

Şimdi bu fıtrata dönüş, deizm olarak kendini gösteriyor veya çok daha radikal bir tepki ateizm olarak kendini gösterebiliyor. Bu kaçınılmaz bir süreçtir ve şunu söyleyeyim; Nietzsche’nin meşhur “Tanrı öldü” ifadesi vardır, bu tabi değişik şekillerde anlaşılan bir şey. Orada söylediği şey şudur aslında: Eskiden beri bize hakikati gösteren bir perspektif olarak din artık varlığını sürdüremiyor. Zira insanlar hakikati öğrendikçe (çünkü bu eleştirel süreçle bağlantılı bir şey) din inanılamaz hale geliyor. Bir çocuğun büyümesi gibidir, buluğ çağına girmesi gibidir. Çocukken inandığın birtakım öcüler, korkutmalar veya faydalı yalanlardan, insanın büyüyüp onun dışına çıkmasıyla, buna artık inanamaz hale gelmesi söz konusudur. Böyle olunca da bu sefer sana yol gösteren insanların o gösterdiği yol veya koyduğu işaretlerin aslında yanlış olduğunu ve bir işe yaramadığını görüyorsun. İşte Tanrı’nın ölmesi demek bu demektir. Buna karşılık ne yapman lazım; kendi içinden o ışığı tekrar doğurman lazım. Yani kolektif bir lamba olan şehir meydanına konan ve bütün dünya bundan ibarettir diyen resmi dinin ışığı sönünce insanlar kendi içlerinden yani doğadan, fıtrattan ve vicdandan dini yeniden üretmek, ışığı yeniden kurmak durumundalar. Bu esas itibariyle içtihat yapmak demektir. Yani herkes kendi dininin müçtehidi olmalıdır. Benim kanaatime göre islamda da nihai amaç budur. Yani özgürlük esastır. İnsanın vicdanı, aklın kullanılması ve kalbinin tatmin olacağı bir şekilde inanması esastır. Eskiden insanlar sürü olarak görüldüğü için güdülme ihtiyacı ve ellerine reçete verilmesi ihtiyacı var idi. Günümüzde de bu devam ediyor. Kitleler her zaman için kendilerine bir reçete verilmesini isterler. Verdiğiniz reçeteler net olmak zorunda; şu da olabilir bu da olabilir, biri şunu demiş diğer bunu demiş demenizi istemezler. Derler ki bana Allah ne istiyor, onu şöyle. O kişi de kendi isteğini, ulema da kendi isteğini Allah’ın emri diye kitlelere veriyor ve kitleler de bunu Allah’ın emri olarak yaşıyorlar. Halbuki bu ulemanın fehmidir.

 

Bugün dinde yaşanan krizlerin çoğu İslamın hayatla temas etmesinin yol açtığı yangınlardır. Onun için bir sürü çer-çöp müzahrefat yanacaktır, dökülecektir. Bu da sağlıklı gelişmelerdir.

 

Uzun süre Müslümanlar, dindarlar olarak açlığımıza oruç süsü vermiştik, sanki bir rüyada kendimizi kaybetmiş idik. Şimdi uyanınca insanlar kendilerini bir riyada buldu. Fakirlikten gelen tevazu, kanaat vs şimdi yerini başka bir şeye bıraktı. Aslında Türkiye’de uluslaşma ve modernleşme yaşanıyor. Elitler arası modernleşme Kemalizm dalgasıyla yaşandı. Şimdi dindarlar, Anadolu'nun köyleri kasabaları, dindar ve mazbut kültürün içine modernlik girdi ama onlara ait organik bir modernlik yaşanıyor. Türkiye’de belki sanayi değil ama inşaat inkılabı oldu. Müthiş bir süreç yaşanıyor: benlikler uyandı. (…) Dindarlar dünyayı talan eden, ahlak vicdan tanımayan, adalet vs bilmeyen kendi menfaatinden başka bir kutsalı olmayan safi bir benlik ve bencillik olarak ortaya çıktı. Bir süre sonra bu etrafa zarar vereceği için feedback alacak ve mahçup hale gelecek ve bir ego oluşacak. Şu anda belki de Freud’un tabiriyle “id”vari bir moment yaşıyor İslamcılık ve dindarlık. Biraz rezil ve mahçup olunca çekimser bir suret alacak. İşte bu talana katılamayan ve katılmak istemeyen Müslüman gençlerde bir sorgulama yaşanıyor.

 

Unutmamalı ki din istisnalar hariç hep devletin kontrolünde olageldi. Yani İslam her zaman devletin elinde bir cihaz olarak kalmıştır. İslamda devlet kilisedir. Sünnilik, dinin devlete teslim olmasının kurumsallaşmış halidir. Bu Emevi'lerden beri böyle olmuştur. Tayyip Erdoğan’ın otoriter rejimi devam eder ise, elbette ki cemaatler rejime tabi olacak. Bazen dine safça kendini kaptıran dini liderler oluyor, onların da kulağını çeker devlet. Onları terbiye etmesini bilir devlet. Buna Nurcular, tarikatçılar hepsi dahildir. Ama insanlar bireyler seviyesinde bir İslami anarşizim diyebileceğimiz bir çizgiye girmeli. Devlete karşı bağımsız, kendi olan, kendi içtihatını yapan, birey olmanın, insan olmanın haysiyet ve onuruna yakışır bir din anlayışı geliştirecek insanlar olacak. Burada anarşizim insanla Allah arasında kimsenin olmamasıdır. İnsanda vicdan ve özgürlük arzusu sönmedikçe ümitvar olmak gerekir.

 

Din aslında iyiliğin bir metaforudur. İyiliğin bahaneleridir. Hz. Muhammed şunu yapmıştır, şunu demiştir derken anlatılan şey “iyi olun, başkasına zarar vermeyin” gibi çok temel şeyler. Dolayısıyla Hz. Muhammed böyle yapmıştır demek (sünnet) sadece gelenektir. Bunu başka türlü de anlatabilirsiniz. Bu açıdan insanların nazarında İslam bir geleneğe dönüşecek. İslam'ın içindeki hakikat arayışıdır esas olan, İslam etiketi değil. Hakikati arayanlar için din donmuyor, yok olmuyor. İyilik anlamında devam eder. Elbette ki kitlerin dini de devam edecektir. Biri hakka tabi olanların dinidir, diğeri ise ahiret dahil mali götürmek isteyenlerin dini.

Münferit Fikir Platformu