dlib’deki son derecede riskli çatışmaları doğurabilecek kriz, Putin-Erdoğan görüşmesiyle yatıştırıldı . Evet, ortaya çıkan mutâbakat hayli kırılgan ve sorunu çözmüyor. Bu sebeple tabloyu küçümseyenler hattâ başarısız; bulanlar çıktı.Doğrusu ben bu kanâatte değilim. Çünkü, ABD, Astana Üçlüsü’nün oluşturduğu bloku bir hayli zayıflatsa da ortadan kaldıramamış oldu. Çünkü, Türkiye üzerinde kurduğu baskı, İdlib’de savaşı büyütmeye, Rusya -Türkiye veyâ İran-Türkiye savaşına dönüştürmekti. Plânları tutmadı. Türkiye ve Rusya, farklı noktalara düşmekle kalmayıp basbayağı çatıştıkları kritik aşamada bile ortak hareket etmek refleksini gösterdi.
Dünyâ nüfûz ve hâkimiyetini devam ettirmek adına, bir emperyalist-hegemonik güç olarak ABD’nin kategorik olarak karşı çıkmayacağı şey, bölgesel direnç noktalarıyla karşılaşmaktır. Bu cümle, muhtemelen kafa karıştırıcıdır. Çünkü, emperyalist-hegemonik gücün rakipsiz olmayı isteceği ve dünyâ hâkimiyetini pürüzsüz sürdürmek isteyeceği öngörülür. Belki teorik olarak bu beklenir. Ama engelsiz, mukavemetsiz dünyâ hâkimiyeti olsa olsa ideal bir durumdur. Bugüne kadar, ister antik, ister modern dünyâda herhangi bir gücün bunu başarması mümkün olmamıştır. Kaldı ki, tek kutuplu veyâ tek boyutlu bir “dünyâ düzeninin” kendisini idâme ettirmesinin pek de mümkün olmadığını söyleyebiliriz.
Saflık, bir tarafıyla zayıflıktır. Kimyâdan misâl verelim, saf altının pelteksi bir yapısı olduğunu ve bakır ile karıştırılmazsa işe yaramadığını biliyoruz. Veterinerlik çevreleri, safkan hayvan ırklarının ölümcül hastalıklar ürettiğini ve veri ırkın geleceğini yok ettiğini söyler. Benzer durum insanlar için de böyledir. Tıp çevreleri de akraba evliliklerinin yeni doğacak nesillere ağır hastalıklar yüklediğini, bu sebeple uzak durulması gerektiğini vâz ediyor. Irkçılık sâdece yükselişi üzerinden değil, neticeleri îtibârıyla da “hastalıklı” bir düşüncedir.
Emperyâlist güçlerin hegemonik karakteri , onların yürüttükleri sistemi yukarıdan aşağıya kurup ,aşağıya dikte etmediklerinin en mühim karinesidir. Hegemonik olması, tek başına ezici değil güdümleyici olduklarına işâret eder. Bu güçler belli bir merkezden dışarıya doğru, meselâ Batı’dan Doğu’ya doğru çeşitli bağımlılık münâsebetleri ihdas ederek ilerler. Bağımlılık tek başına, bağımsız bir gücün diğerlerini, diyelim daha az güçlü olandan en az güçlü olana doğru tekmil dünyâyı kendisine bağımlılaştırması değildir. Târihte hiçbir zaman bir gücün mutlak bağımsızlık elde etmesi ve dünyânın geri kalanının kendisine bağımlılaştırdığı görülmemiştir. Antik zamanlarda bu zâten imkansızdı; modern dünyâda da onca teçhizât ve kaabiliyet artışına rağmen tablo değişmemiştir. Hegel’in Efendi-Köle diyalektiğinde ortaya koymuş olduğu üzere her bağımlılaştıran, bağımlılaştırdığına da bağımlılaşıyor demektir. Efendi köleyi kendisine bağımlı kılar; ama her işini ona gördürdüğü için, tekmil becerilerini kaybeder, tecrübesizleşir; bir zaman sonra da kölesi olmadan hiçbir şey yapamaz hâle geldiğini anlar. Hâsılı kendisi de bağımlılaştırdığına bağımlılaşmıştır.
Evvelâ şunu görmeliyiz ki; başta ABD olmak üzere emperyalist güçler dünyâyı kendisine bağımlı kılarken, kendilerini de bağımlılaştırırlar. Yâni dünyâ ilişkileri bir kedi-fare oyunu değildir. Bütün mesele, her gücün başkalarına olan bağımlılığını azaltması , bağımlılaştırma güç ve kapasitesini ise arttırmasıdır. 20.Asır, yâni II.Dünyâ Savaşı’nın sona erdiği 1945 ile, Sovyet Kampı’nın çöktüğü târih olan 1990 arası düşünülürse, ABD; sonradan AB’yi kuracak Batı Avrupa devletlerinden başlayarak, Lâtin Amerika’dan uzak Asya’ya uzanan bir nüfûz alanı meydana getirdi. Bunu da Sovyet Kampını ve Çin’i düşmanlaştırarak yaptı. Bu sûretle Sovyetler ve Çin’i de sisteme kattı. 1960’lardan başlayarak Sovyetler ile Çin’i aralarında çatıştırarak dengeledi. Ulusal ve sınıfsal merkezde oluşan sistem karşıtı hareketlerle âdetâ kedilerin fârelerle oynaması gibi oynadı. Hegemonya sâdece kabûllerden değil, karşı çıkışlardan da destek alır.
Sovyetler’in çöküşü ,sosyalizmden çok ABD hegemonyasının kriziydi. Çin’in yükselişi ile neticelendi. İşte kritik olan da buydu. Sermâye ve teknolojik gelişmelerin kontrolünü kaybetmek riskiyle ABD, sâdece Çin’e değil, eş anlı olarak AB’ye, Rusya’ya, İran’a, Pakistan’a, Arap devletlerine ve Türkiye’ye vuruyor. Bu tablo, ABD’yi eski parlak günlerine geri götürebilecek mi? Bir restorasyon ABD’si görebilecek miyiz? Bugüne kadar restorasyondan şifâ bulmuş kimse yoktur. Metternich , restorasyon güçlerinin “zaferlerini” kutladıkları resepsiyonlardan birisinde yakın dostlarından birisinin kulağına eğilip, acı içinde “Biliyor musun dostum; aslında çoktan kaybettik” diye fısıldamıştı.
Süreç uzun.. Rusya ve Türkiye , belki de buna İran da dâhil olur, karşılıklı olarak hatâ yapmamayı daha iyi öğrenecekler. Birbirlerini kaybederlerse, birlikte kaybedecek çok şeyleri var. Evet Moskova’da ne tam olarak Türkiye; ne de Rusya’nın istediği oldu. Ama ABD’nin istediği hiç mi hiç olmadı.. Az mı?