Edebiyat araştırmacısı, yazar ve akademisyen Alaattin Karaca yazdı;
Tanzimat sonrası Türk edebiyatı -istisnalar bir yana- gecikmişliğin ve ‘modernleşme’nin doğurduğu bir gerilim ve düalizm üzerinde yükselir. Bu gecikmişlik psikolojisi ve modernleşme süreci, toplumda olduğu gibi edebiyatta da eski-yeni, divan edebiyatı-halk edebiyatı, aruz-hece, alfranga-alaturka, ilerici-gerici vb. zıt kutupların hikâyeleriyle gösterdi kendini. Hatta bu ikili yapı, eski edebiyat taraftarları, yenilikçiler vb. tasnif ve tavsiflerle edebiyat tarihlerine de yansıdı. Aslında Namık Kemal-Ziya Paşa, Recaizade-Muallim Naci, Âkif-Fikret, Peyami Safa-Nazım Hikmet, Sabahattin Âli-Atsız vb. Türk edebiyatındaki pek çok çatışmanın arkasında bu gecikmişlik ve modernleşme sürecinin doğurduğu gerilim vardır. Dolayısıyla Besim F. Dellaloğlu’nun “Poetik ve Politik” (Timaş Yay., 2020) kitabında tespit ettiği üzere poetikayla politika birbiriyle iç içedir. Ancak modern toplumlarda poetika da politika da bu iç içeliğe rağmen özerkliklerini korurlar. Oysa ‘modernleşen’ toplumlarda politika poetikaya hâkimdir. İttihat ve Terakki, Tek Parti dönemlerinde bu durum çok açıktır. Aslında günümüzdeki kültürel iktidar, yerlilik-millîlik tartışmaları da bu sürecin -eskisi kadar değilse de- devam ettiğini gösteriyor. Dolayısıyla Yalçın Armağan’ın “İmkânsız Özerklik” kitabında belirttiği poetik özerkliğin bugün dahi sağlandığı söylenemez. Bu özerklik sağlanamadığı için yazarlarımızın çoğu Dellaoğlu’nun ayırımıyla ‘entelektüel’ değil, kendini zihinsel bir çekmeceye kapatan, gelenek ya da modernleşme safında el bağlayan ‘aydın’dır. Nitekim Dellaloğlu’nun Jale Parla’dan aktardığı ve Türk romancısına yönelik şu tespitleri söylediklerimizi destekliyor:
“Roman yazarı her zaman toplumsal bir yeniliğin ya da reformun temsilcisi olarak yazmıştır. Dolayısıyla siyasal vesayetçiliği her zaman estetik yenilikçiliğinin önünde olmuştur. Bunun temel nedeni, romancının önce aydın olmasıdır! Romancı azgelişmiş toplumun, eğitilmesi gereken halkın vasisidir.” (s. 148)
Öncelikle şunu belirteyim Türkiye ‘modern’ değil ‘modernleşen’ bir ülkedir. Çünkü Dellaoğlu’nun da vurguladığı üzere modernlik tabiî bir kültürel süreçtir. Modernleşme ise sadece ‘alma’ya ve radikal politik müdahalelere dayalı bir ilerleme tarzıdır. Türk edebiyatına bu ayırımdan hareketle bakarsak, aslında çoğu gecikmiş ve modernleşen toplumlarda olduğu gibi edebiyatımızdaki egemen çizginin de ‘ulusal alegori’ ürettiği ve edebî eserlerin genelde yukarıda saydığım zıtlıklar üzerine bina edildiği; dolayısıyla “Araba Sevdası”, “Felâtun Bey’le Rakım Efendi”, “Şık”, “Mürebbiye”, “Kiralık Konak”, “Ankara”, “Vurun Kahpeye”, “Yeşil Gece”, “Fatih-Harbiye”, “Huzur”, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, “Sessiz Ev” vb. pek çok romanın gecikmişlik ve modernleşme gerilimini yansıtan çatışmaları anlattığı söylenebilir. Ziya Gökalp’in bir şiirindeki “Aruz sizin olsun hece bizimdir” veya “Leyl sizin, şeb sizin, gece bizimdir” mısraları modernleşme’ sürecinin ortaya çıkardığı eski-yeni, siz-biz diyalektiğini yansıtan tipik bir örnektir. Hatta Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Sanat” şiirini de modernleşmenin yarattığı bir gerilim ve ayrışma olarak okuyabiliriz. Nitekim şiirdeki “Sana uğurlar olsun… Ayrılıyor yolumuz” mısraı, kanaatimce modernleşme ve ulus-devlet olma sürecinin doğurduğu ‘yol ayrımı’na ve ‘içe kapanma’ya da işaret eder ve âdeta Gökalp’ın mısralarının devamıdır.
Peki sonuç? Bir yanda içe kapalı ‘uyuyan’ bir gelenekçilik, diğer yanda kendi kültürünün toplumu geri bıraktığını düşünen ithalci modernleşmecilik! Biri mazide ve içeride, diğeri sadece hâlde ve dışarıda. İkisinde de imtidad fikri yok. İkisi de kendince ‘ulusal alegori’ üretiyor, devlet ve toplum inşa ediyor, ferdin felsefî ve psikolojik labirentlerine inemiyor!..
Besim F. Dellaloğlu, Poetik ve Politik/Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi
Timaş Yayınları