Zaman zaman çizgiyi aştığını düşündüğümüz ilahiyatçılarla karşılaştığımızda verilen tepkilere bakılırsa ilahiyatçıdan neyin beklendiği konusunda bir netlik varmış gibi görünür. O beklentiye cevap vermekte bir kural ihlali yaptığında oluşan infialler aslında ilahiyatçı ile toplum veya kurumlar arasında zımnen de olsa bir rol tanımı olduğu anlaşılıyor. Oysa işin tarihine bakıldığında durum biraz karışıyor.
Çünkü daha önce de değindiğimiz gibi İlahiyat Fakültesi herşeyden önce pozitivist paradigmanın etkisi altında bir üniversite çatısı içinde kendine bir yer buluyor. Bu yer biraz da ödemek zorunda olduğu bir kiranın varlığını da gösteriyor. Üniversitenin elbette her yerde ve her zeminde pozitivist olma şartı veya mecburiyeti yoktur. Kendi kulvarında çok farklı çizgide bir üniversite de gelişebilir.
Üniversite dediğimiz şey neticede bütün ilimlerin önemlerine göre değerlendirilerek belli bir hiyerarşik düzen içinde örgütlenip bir araya getirildiği bir çatıdır. Nizamülmülk’ün medreseleri veya Farabi’nin İlimlerin Sayımı ile Avrupa’da Alman üniversite geleneğinde tasarlanan veya sonradan August Comte’un kurduğu bilimler hiyerarşisi birbirlerinden epeyce farklıdır mesela. Biz ise günümüzde kurulu üniversiteler ağından bahsediyoruz ki bu üniversitenin de kendi tasarlanmış bütünlüğünü günün şartlarına göre multiversiteye doğru geliştirmiş olduğunu da konuşuyoruz. Bu üniversitelerde farklı disiplinlerin, alanların, fakültelerin, farklı epistemolojik kaynaklara sahip olmak dolayısıyla birbiriyle çatışması da üniversitenin olağan tarihidir, birbirinden etkilenmesi de. Neticede bu alanlar arasında ortak-ölçülemeyen bilgiler veya düşüncelerin olması kaçınılmaz.
İlahiyat Fakültesi her şeyden önce nesnesi dini terminolojiye göre gayb olan bir alan ve gaybın haberden başka bir bilgi kaynağı olmuyor. Akıl veya bilim yoluyla ulaşılabilecek sınırlı kısımları olsa da önemli bir kısmı bu habere olan imana dayanıyor. Haberinse hem sahihliği hem anlaşılması, yani yorumbilimi işin en önemli kısmını oluşturuyor ve bu alanda bir dinin kendi iç bütünlüğünü, tutarlılığını koruyarak bir disiplin sürdürebilmenin erbabına malum zorlukları var. İslami ilimleri medrese sistemi içinde nesilden nesile aktarmış olan İslam medeniyeti için, kabul edelim ki, bu işin İlahiyat Fakültesi bünyesinde yapılması tecrübesi yenidir.
Hem genel modernleşmeyle ilgili bir yeniliği hem de bilhassa Türkiye için Cumhuriyet sonrası yaşanmış olan travmatik etkilerle ilgisi var.
Cumhuriyetin ilanında sonra Türkiye’nin o günlerde tek üniversitesi olan Darülfünun bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi de kuruluyor. Ancak bu İlahiyat Fakültesi 1928 yılında teklif edilen ve ibadetleri Türkçeleştirmek, İslam’ı Hıristiyanlığa benzetmek, camilere sıra ve piyano koymak gibi toplumda infial yaratan meşhur “din reformu” teşebbüsünde kendisinden beklenen rolü oynamadığı için hemen devlet ricalinin gözünden düşmeye başladı.
İlahiyat hocaları böyle bir reforma öncülük etmeye yanaşmadılar. Gerçi beklentiye cevap veremediği için gözden düşen sadece İlahiyat Fakültesi değildi. Bütün bir Darülfünun hocaları bilhassa dil ve tarih reformu konusunda dönemin Maarif Vekili Reşit Galip’in deyimiyle “bitaraf bir müşahit gibi davrandı.” Yani pasif ve tarafsız bir seyirci gibi yapılan reformları izlemekle yetindi. Oysa kendilerinden beklenen siyasetin önlerine koyduğu yeni tarih tezi, dil ve kültür tezlerini kabul etmekle kalmayıp onun ateşli bir savunucusu olmaktı. Bu beklentilere cevap veremediği için Darülfünun 1933 Üniversite Reformu’nda kapatıldı. Yerine İstanbul Üniversitesi açıldı. Ancak yeni üniversitede İlahiyat Fakültesine hiç yer verilmedi. Onlar olmadan da yapılması istenen din reformunun en azından bir kısmı yapıldı. Ezan Türkçeleştirildi. Zaten Arapça Alfabe yasaklanmış ve Kur’an’ın Arapça harflerle basılıp okunması da yasaklandı.
Böylece 18 yıl devam edecek olan bir süreçte ülkede halka dini konuda imamlık veya alimlik yapacak ne İlahiyat Fakültesi ne de İmam-Hatip okulu kalmıştı. Zaten yeni yönetimle yasadışı hale gelmiş olan klasik medreselere de kilit vurulmuştu. Birçok yerde medreseler bir yeraltı halk hareketi olarak direniş göstererek faaliyetlerine devam etti.
Bu süre içinde din eğitimi üzerinde yaşanan baskılar sadece kolluk kuvvetiyle sınırlı kalmadı, aynı zamanda imam, müezzin, dindar, hacı, hoca gibi kavramları toplumda gözden düşürüp itibarsızlaştıran çok yoğun bir propaganda aygıtı işletildi. Bu propagandanın mamulleri olarak üretilen klişeler hala artık rahatlıkla İslamofobik diyebildiğimiz söylemleri beslemeye devam etmektedir.
Bu süre içinde hedeflenen şey moderniteyle uyumlu, toplumsal gelişmeyi besleyecek bir dinamik olarak din değildi. Bilakis bu anlayışla hızını alamayan kadrolar dine dair herşeyden nefret etmeyi sağlayan, dini tamamen toplumdan silmeyi hedefleyen bir atmosfer oluşturmaya çalışıyorlardı, bunu büyük ölçüde de başarmışlardı.
Buna rağmen 1949 yılında, yani CHP’nin hala iktidarda olduğu, ama yaklaşan büyük seçimlerin değişim ihtimallerini ensesinde hissettiği bir zamanda İlahiyat Fakültesinin ve İmam-Hatip Okullarının yeniden açılmasına karar verildi?
Neden ve nasıl? Belki çok kişi bu kurumların Demokrat Parti zamanında tekrar açıldığını mantığın bir gereği gibi görebilir. Oysa bu kurumlar CHP tarafından tekrar açılmıştır.
CHP’yi yıllarca öcüleştirip halkı korkuttuğu, irtica saydığı din eğitimini tekrar başlatmaya sevk eden nedenler neydi? CHP’nin kadroları mı değişmişti, birdenbire bir hakikat mi keşfetmiş, hidayete mi ermişti?
Aslında İlahiyat Fakültelerinin kuruluşuyla ilgili 1947 yılında düzenlenen CHP Kurultayında yaşanan tartışmalara bakıldığında bugünün İlahiyat Fakültelerinin neye niyetle kurulup nasıl bir kısmete dönüştüğünü daha iyi görürüz.
O halde devam edeceğiz.