Sömürü amaçlı uygulamaların, çarpıtma ve dayatmaların, ‘bilim’ kılıfı altında aynı amaca hizmet eder hale getirilmesi de üzerinde dikkat ve önemle durulması gereken bir başka husustur. Sosyal bilimlerin; evrim ve üstün ırk teorisi başta olmak üzere, büyük ölçüde küresel egemenliğe haklılık ve meşruiyet kazandırmayı amaçladığı biliniyor. En kötüsü ise; bu maksatlı ve bilimsel iddialı tezleri, sömürge toplumların olağan karşılaması, kabullenmesi ve savunmasıdır. Tüm alanlarda beyaz ırkın üstünlüğü tezinin sahibi sömürgecilerin dayatma eşliğindeki önerilerini kurtuluş reçetesi olarak görmeleridir.
Fransız devrimi, Aydınlanma Felsefesi, Sanayi Devrimi ile eş zamanlı gelişen “Milliyetçilik” ve siyasal sistemi olan “Ulus Devlet”, emperyalizme küresel güç kazandırmış bir ideoloji ve projedir. Bunun kanıtı; projenin uygulama alanı ile küresel hegemonyanın etki alanının birbirine paralel ve eşgüdüm içinde genişlemesi ve büyümesidir. Öyle ki, önlenemez bir yükselişle kısa zamanda yer küreyi kuşatma altına almış bulunmaktadır. Tüm toplumlar, o günden beri giderek en mahrem noktalara varıncaya kadar hızla bu güçlerin ürettiği kültürün egemenliği altına giriyor. Yerel kültürler, uygarlıklar ve değerleri baskı altında varlığını sürdüremez hale geldiler ve tarih sahnesinden çekilmek zorunda bırakıldılar.
“Milliyetçilik öylesine güçlüdür ki diğer düşünce sistemlerine baskın gelmiştir. Ulus devlet ise, tarihin ortaya çıkardığı en otoriter siyasal örgütlenme formudur.” Modern düşüncenin; ulusçuluk(milliyetçilik/ırkçılık) harcıyla yoğurduğu ve şeklini belirlediği ulus devlet sistemi bütün dünyaya dayatıldı. Açgözlülükle ve aşağılık duygusu içinde Batıya sarılan ve küçülme pahasına ulus devlet olmaya özenen Tanzimat aydınları da bu ideolojiye sarıldılar. İşe zihinsel hazırlıkla başladılar ve Batıdan aldıkları bilgilerle teorik alt yapıyı oluşturma çabasına giriştiler. Batı hayranı sivil ve askeri bürokrasi ile aydınlar üzerinden milliyetçiliği topluma empoze ettiler.
Batı’da milliyetçi ideoloji için üretilen kavramların taklitlerini ürettiler. Bu çerçevede, daha önce siyasi bir içerikle kullanılmamış olan “Vatan ve Millet” ilk örnekler olarak yerini aldı. Fransızların ulus devletin egemen olduğu topraklar için kullandıkları “Patrie”nin karşılığı “Vatan” oldu. Üzerinde yaşayanları ifade eden ve doğru karşılığı ulus olan “Nation” kelimesinin karşılığı olarak da ilgisiz olduğuna bakılmaksızın “Millet” benimsendi. Fransız Devriminin sloganı “Liberté, égalité, fraternit“; “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” olarak tercüme edildi.
Batılılaşma/Modernleşme özentisinin hızla yayıldığı Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde Milliyetçilik de ivme kazandı. Önceleri, devletin içinde yer alan tüm unsurları içine alan çok dinli çok uluslu yapıya dayalı bir milliyetçilik anlayışı olan Osmanlıcılık denendi. Ancak çok uluslu yapıları yaşatmayı değil yıkmayı hedefleyen emperyalizmin etkisiyle Osmanlıcılık, yerini etnik milliyetçiliğe terk etmek zorunda kaldı. Ermeni, Rum, Türk, Arap gibi etnik yapıyı temel alan ırkçı tezler hızla yayılarak bölünmeyle sonuçlanan bir süreci tetikledi. Şaşırtıcı olan ise, Osmanlıyı yöneten Türklerin bu ayrılıkçı akıma kendilerini kaptırması ve adeta bölünmeye, parçalanmaya çanak tutmasıdır.
Milliyetçiliğin; önce İslam Dünyasındaki Müslüman olmayan halklar arasında önlenemeyen biçimde yükselişe geçmesi sonucu Yunanistan (1829), Sırbistan-Karadağ-Romanya (1878), Bulgaristan (1908) ve Arnavutluk (1913) Osmanlıdan kopan ilk devletler oldu.
Ermeniler arasında başlayan ulusalcı eğilim, 19. Yüzyıl boyunca süren Osmanlı Rus Savaşlarına paralel olarak güç kazandı. Osmanlı’yı etkisizleştirmek için Din Birliği unsurunu da kullanan Rusya ve Avrupa Ülkeleri, Ermenilerin hamiliğine soyundular. Bağımsızlık için onları Osmanlı’ya karşı kışkırttılar. Halbuki İslam’ın bu topraklarda yayılmaya başlamasından bu yana Ermeniler, Müslümanlarla iç içe yaşıyorlardı. Öyle ki; Mezopotamya ve Anadolu’da Ermeniler, Kürtler, daha sonra da Türkler; Bir Arada Yaşamayı dikkate değer ve özgün bir model haline getirmişlerdi. Ermenilerin, Millet-i Sadıka olarak adlandırılması bu açıdan oldukça dikkate değerdir.
Ancak milliyetçiliğin estirdiği ayrılık rüzgarları Ermenilere paralel olarak devleti yöneten İttihatçıları da sardığından; çatışmalar, Katliamlar ve Tehcir gibi felaketler birbirini kovaladı.
Diğer Müslümanlar arasında da hızla yayılan milliyetçilik, Batı’nın da teşvikiyle Dünya Savaşı sonunda irili ufaklı birçok ulus devletin kurulmasıyla sonuçlandı. Aralarında aşiretlere ait mini devletlerin de yer aldığı sadece Araplara ait yirmi üç ayrı devlet kuruldu. Bunca devlet kurulurken ilginç bir şekilde Kürtler bunun dışında tutuldu. Kadim bir tarihe ve Kürdistan adıyla bir coğrafyaya sahip olmalarına rağmen haritaları masa başında çizen güçler, devlet olmalarını uygun görmedi. Bu yetmezmiş gibi, onları beş parçaya bölerek baskı ve ırkçılıkta sınır tanımayan devletlerin egemenliğine terk ettiler.
Çoğunlukla gözden kaçan en ilginç gelişme ise, yıkılan Osmanlı devletini kuran ve yöneten Türklere, geçmişiyle ilişkisini kesmek kaydıyla Türkiye adıyla bir ulus devlet kurdurulmuş olmasıdır.
Milliyetçi/Irkçı dalga, sonunda Müslüman bloku parçalamayı başardı. Zaten İç dinamizmini kaybetmiş olduğundan, ‘Çok Dinli ve Çok Uluslu’ bir Osmanlı’nın bu dalga karşısında direnmesi mümkün değildi. Denilebilir ki; kışkırtıcı, baştan çıkarıcı ve bir tür sarhoş edici çekiciliğiyle milliyetçi ideoloji bütün toplumları kuşattı. Dünya, tarihin hiçbir döneminde görülmeyen bu küresel kuşatmayla yeniden şekillendi.
…
Kaynak: farklıbakıis.net