6 Şubat depremi muhafazakâr siyaseti iktidara taşıyan “yerel yönetim başarısı” mitini de bir anlamda boşa çıkardı. Yerel dinamikler yerine merkezden dayatılan projelerin, mekânın yaşanılabilirliğinin ve sürekliliğinin bir parçası olmadığı acı bir şekilde test edilmiş oldu. Kentin geneline yayılabilecek kültürel ve estetik dokunun ekolojiye, afetlere ve sosyolojiye uyumlu olması mimari sürecin temel belirleyicisidir.
90’lı yılların başında Refah Partisi belediyeciliği toplumsal tabanda ciddi bir ilgi oluşturdu diyebiliriz. Çünkü var olan belediye idarelerinin hantal yapısı, modernleşme karşısında takındıkları umursamaz tavır ve kentleri devletin resmî ideolojisinin uygulama alanlarına çevirmeleri kendi ihtiyaçlarına odaklanmış halka huzursuzluk veriyordu. Dağ gibi çöp yığınları, diz boyu çamur sokaklar, güvenlik sorunu, 1980 öncesine göre azalsa da kentleri sarsan öğrenci olayları insanların yaşadıkları yerle alakalı huzursuzluklarını artırıyordu. Öte yandan 80 sonrası artık her evin vazgeçilmezi televizyonun gösterdiği ‘başka dünya’lara ait kentler hem konforlu hem de huzurlu görünüyordu. Almanya’ya göç eden ilk kuşağın tatil için geldiği memleketlerinde tasvir ettiği manzara, kartpostalları süsleyen Manhattan veya Paris görselleri vs. gibi birçok etmen yeni şehirler arzusunu pekiştiriyordu. Yeni kentler hem yaşamı kolaylaştırmalı hem de “muasır medeniyetler seviyesi”ne halkı çıkaracak imkânlara sahip olmalıydı.
Güçlü Devlet Algısı
Öte yandan Millî Görüş hareketinin inanç düzeyinde kendini beslediği kaynak, Türkiye’nin muhafazakâr hafızasıydı. Bu hafıza çoğu yerde ‘din’i bir yaşam tarzı olmaktan ziyade politik bir argüman olarak görmüştür. Kemalist ideolojinin Cumhuriyet’in kurucu öznesi olarak dayattığı pratiklere karşı savunma refleksi ile hayat sürmeyi bir erdem olarak tanımlamıştır. Bu açıdan bakıldığında kurucu ideologları tarafından güçlü veya itibarlı devlet algısının merkezi bir düşünce olduğunu görebiliriz. Güçlü devlet inancı, kendi tarihsel kodlarını ütopik bir tarih inancı üzerine kurgulamak zorundadır. Bu manada inşa edilen Osmanlı, Selçuklu miti kültürel dokuyu üretme amacıyla ortaya çıktı. İnşa sürecinin en temel aşaması güçlü devlet algısının merkezi figürlerini halkın inanç dünyasında bir sembol haline getirebilmektir. Şehirler halkın temel ihtiyaçları ekseninde şekillenmek yerine gücün ve gösterişin birer merkezi unsuru haline getirildi. 18’inci yüzyıldaki padişah fermanlarında yabancı elçilerin bakımsız bir kent girişiyle karşılaşmalarını önlemek için başkent surlarından asalak yapıların temizlenmesi emredilmekteydi. Hatta “ne diyecekler” kaygısı neredeyse tüm mekânların belirleyici unsuru haline geliyordu. Tanzimat’taki Batılılaşma hamlelerinin temel otoriter karakterinde gösteriş ve devleti küçük/itibarsız göstermemenin en önemsenen unsur olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye’de dindarlığın kritik sınırlarından biri, devlete hasredilmiş güç imajının aynı zamanda dindarların yaşam alanlarında da görünür kılınma çabasıdır. Millî görüş belediyeciliği 1990’lı yıllarda toplumun gözüne hitap edecek estetik dokunuşlarla şehri ihya etme hedefine odaklanmıştı. Türkiye tarihinde ilk defa bir parti yerel hizmetlerin referansı ile iktidarı zorlayacaktı. İdeolojik/dini söylemin veya sosyal örgütlülüğün ekseninde hareket eden bir parti olmasına rağmen Millî Görüş hareketini toplumsal tabanda meşru kılan şey yerelde kentlerin dönüştürücü motivasyonu oldu. Erbakan’ın siyasi hayatının başından itibaren savunduğu güçlü ülke imajının bir parçası da marka şehirlerdi. Güçlü devlet imajının olmazsa olmazı olarak megakent yerli ve yabancı sermaye için en cazip yatırım alanıydı. Ağır sanayi hamleleri ile kurulmak istenen toplumsal bütünlükte artık tarımsal yaşamın yeri yoktu, olamazdı da. Millî Görüş çizgisi bunu böyle hesap etmiş olamazdı muhtemelen ama sonuç olarak kentsel pratikler hem mekânın hem de insanın yeniden tasarımıdır.
Robert Park; kent ve kent ortamını insanın yaşadığı dünyayı kalbinin arzusuna göre yeniden yaratmanın en tutarlı ve bütünüyle en başarılı simgesi olarak tanımlar. Ona göre kent insanı bu yarattığı yeni dünyaya artık mahkûmdur. Çünkü şehri tasarlarken kendini de yeniden yaratmıştır insan. David Harvey’e göre kollektif hareketler mekânsal rekabetleri de artırmaktadır. Bu durumda sermayenin belirli bir alanda sıkışmasından söz edebiliriz. Böylece sıkışan sermaye günlük hayatta akışkanlığını kaybetmese de sınırlı bir alanda işlevini yerine getirecektir. Belirli bir alana sıkışan sermaye, kentin bir bölümünü ayrıcalıklı cemaatlere has kılar. Şehrin geri kalanı ise hantal bir ilerleme seyri gösterir. Türkiye’de dindar geleneğin siyasetle kurduğu ilişkinin mahiyetini Cumhuriyet sonrası dönemin referansları ile tanımlayan ‘Milli Nizam’, kentlerin sembollerine dokunarak bu hantallığın üretilmesine fazlaca destek olmuştur. Çünkü onlara göre bu simgeler dini geleneğin devletten uzaklaştırılmasının sembolleridir. Erbakan’ın Taksim Camii çıkışı ile Erdoğan’ın Ayasofya veya külliye inşası bu açıdan aynı tarihsel kökten beslenir.
Dindarlığın temel sembolleri ile inşa edilecek bir kentin dokusu itibarıyla muhafazakârların yeni yaşam alanları olması hedefleniyordu. Ağır sanayi hamlesi ile muhafazakârların yoğun yaşadığı şehirler Kemalist ideolojinin merkezi Ankara’ya karşı güçlendirilmek isteniyordu. MSP Genel İdare Kurulu’nun yayınladığı “Sanayide Milli Hamle” broşüründe ifade edilen Konya Traktör Motor Sanayi, Yozgat Kazan, Niğde Aksaray Kamyon, Nevşehir Aktarma Organları, Çankırı Ağır Teçhizat Fabrikaları milliyetçi muhafazakârlığın kalelerine inşa edilmek isteniyordu. Böylece dindarlığın güçlü kentlerde güçlü ideolojik örgütlenmelere kapı aralayacak maddi güce sahip olması hedefleniyordu. 90’lı yıllarda önemli belediyeler kazanan bu hareket, seçilen başkanları özellikle meydan okuyabilen, kavgacı kişilerden seçiyordu. Haliyle hemen hepsi kazandıkları kentlerde birer sembol haline gelmişti. Elbette İstanbul ve Ankara’nın başkanları ülke çapında bu teveccühü kazandılar.
Güçlü Devleti Temsil Edecek Üretim Ağı
Şehirlerin sembolik olarak oturtulmaya çalışıldığı bağlam, güçlü devleti temsil edebilecek üretim ağına sahip olabilmesiydi. Cumhuriyet’in elit kadrolarının da benzer şekilde sanayi ağını ulaşım ve ülkenin kurucu değerlerine sahip sosyolojiye ait kentlere yaygınlaştırdığını görebiliriz. Hausmann’ın Paris’i dönüştürme biçimine benzer şekilde emek süreçleri, mekânsal bütünleşmeler, yaşam koşulları ve sınıf ilişkileri yaratıcı yıkıma maruz bırakıldı. Kırsaldan kente radikal geçiş ve haliyle yaşam koşullarının ve sınıf ilişkilerinin marjinal dönüşümü 1980 sonrası döneme denk gelir. Bu açıdan Kemalist cumhuriyetin kenti ve kentliyi dönüştürmeye dair belirgin bir projesi yok. Dönüşüm için elinde proje olan muhafazakârlığın motivasyon kaynağı rövanşist bir kırsal ezilmişlikti. Sermayenin muhafazakârlığa doğru transferi zamanla dindarlık eğilimi olan kentlerde geç modern döneme ait görülebilecek kültürel sembolleri üretmeye başladı. Menderes döneminde Vatan ve Millet caddeleri açılırken yıkılan onlarca cami, mescit ve tarihi yapı artık bütünüyle bir sembolik değere sahip değildi. Ama kentin geniş bulvarlar ile dizayn edilen yeni kültürüne özgü gösterişli camiler inşa edilmeye devam ediliyordu. Haussmann’ın kentin güvenliğini merkeze alarak oluşturduğu dizayn aynı zamanda dikey sınıfsal bir toplumsal zemin oluşturdu. Sosyal güvenlik endişesi yanında kültürel güvenlik kaygısı da doğurdu ve 80 sonrası muhafazakâr kitle, tıpkı elit cumhuriyetçilerin eskiden beri kurduğu izole edilmiş muhitler gibi mekânlar yaratmaya başladılar. MNP’nin muhafazakâr güçlü kent projesi o kent içinde sermayenin akışını sınırlandıran ve belirli kesimin elinde toplanmasına neden olan, ayrıca kültürel dokuyu korumayı hedefleyen siteleri ortaya çıkardı. Haussman’ın yeni Paris’i, Bulvar’ın kendini gören şehrin sinik gölgesi olan alt sınıfa ait mahallerinden kurtulma serüvenini de kapsar. Kamusal alanın en belirgin işlevi karşılaşmayı yaratıyor olmasıdır. Karşılaşma iletişimin ilk aşamasıdır. Kamusal mekânlar kentsel ve kentsel olamayan toplulukları içine alır ve iletişim cadde, meydan gibi somut bir mekânda cereyan eder. Baudelaire, Haussmann’ın bu karşılaşmayı arzu etmeden ortaya çıkardığını söyler. Aslında ona göre Haussmann, bulvarın etrafındaki yoksulları görünmez kılmayı arzulamıştı ama istemeden onları uzun zamandır dışa kapalı dünyalarını yıkarak ortaya çıkarmıştı. O günün Fransız iktidarının bulvar ve diğer kamusal alanlar üzerinden görünür kılmak istediği imajı taşıyan bireyler yeni şehrin insanlarıydı. Kamusal alanlar ‘kamu’ya şekil veren gücün ‘vatandaş’ imajı ile şekillenmek zorundaydı. Ama aynı zamanda mekânlar da bu imajı bedeninde yaratan bireyin uğradığı ve aynı imajı taşıyan diğer bireylerle zorunlu olarak karşılaştığı yerlerdir.
İstanbul, Paris benzeri bir meydan okumayı Menderes döneminde kısmen yaşasa da aslında belirgin olarak Erdoğan döneminde yaşayacaktı. Özellikle Turgut Cansever’in ideal olarak tasvir ettiği muhayyel geçmişin izlerini güçlü sembolik eserler ile anlatma arzusu muhafazakâr belediye başkanlarının da zihnindeydi. Tanyeli bu durumu; yanlış yaşanmış bir geçmiş, nostaljik bir dün hayalinin güdümündeki mimarlık aracılığıyla revize edilmeliydi şeklinde tasvir eder. Nostalji ve mitoloji arasında sıkışmış bir dindarlığın yerel yönetimde kentin kültürel, estetik ve mimari kaygısını göz ardı ederek sanayi ağırlıklı tüketime adapte şehirler kurması hem bir çelişki hem de kaçınılmaz bir sonuç olarak görülüyor.
Ekolojiye, Afetlere ve Sosyolojiye Uyum
Geçmişe ait eserlerin taklidi şeklinde kentlerin merkezine taşınmaya çalışılan imgeler, makyajlanmış ama içerik üretilmemiş kentler ortaya çıkardı. İnşa edilen her ürün kitsch bir simge dünyası inşa etti. Bu durumda mekân artık simgeden ibarettir. Ayasofya’nın ibadete açılması, Taksim’e cami yapılması veya saraya külliye denmesi muhafazakâr figürlerin yönetimindeki belediyelerin ne estetik bir düzey ne de kültürel bir doku üretebilmesine kapı araladı. Uzun yıllar elde kalan mahalli idareler, sosyal ve ekonomik sermayenin kentin geneline yayılmasına dair de bir irade gösteremediler. 6 Şubat depremi muhafazakâr siyaseti iktidara taşıyan “yerel yönetim başarısı” mitini de bir anlamda boşa çıkardı. Öte yandan belediyelere sipariş yoluyla yaptırılan ve her sel olayında kullanılamaz hale gelen altgeçitlerin, büyük gösterişli ama kültürel dokusu olamayan camilerin, Selçuklu mimarisi formuna benzetilen okulların veya belediye binalarının, yerel dinamikler yerine merkezden dayatılan projelerin, mekânın yaşanılabilirliğinin ve sürekliliğinin bir parçası olmadığı acı bir şekilde test edilmiş oldu. Kentin geneline yayılabilecek kültürel ve estetik dokunun ekolojiye, afetlere ve sosyolojiye uyumlu olması mimari sürecin temel belirleyicisidir.
Kaynakça
Yerasimos, S. (1999). Tanzimat’ın Kent Reformları Üzerine. Ed. Dumont, P. & Georgeon, F. Modernleşme Sürecinde Osmanlı Kentleri. Çev. Ali Berktay. Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Sf. 1-18.
Harvey, D. (2010). Paris, Modernitenin Başkenti. Türkçesi. Berna Kılınçer. Sel Yayıncılık.
Gökgür, Pelin (2008). Kentsel Mekânda Kamusal Alanın Yeri. İstanbul. Bağlam Yayıncılık.
Berman, Marshall (2005). Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor; Modernite Deneyimi. Çev. Ümit Altuğ, Bülent Peker. İstanbul. İletişim Yayınları.
Tanyeli, U. (2017). Yıkarak Yapmak; Anarşist Bir Mimarlık Kuramı İçin Altlık. Metis Yayıncılık.
Kaynak: Farklı Bakış