Tarih: 17.08.2024 07:02

Mihver Çağ, Hz. İsa veya upuzun bir soykırım

Facebook Twitter Linked-in

Gilad Atzmon, “İsrail’i ve destekçilerini huzursuz eden şey, etik dışı olma düşüncesi değil, bu halde iken yakalanma düşüncesidir” tespitinde bulunmaktaydı.

Abdulbaki Değer

Geldiğimiz bu kritik eşikte böyle bir tespit, İsrail ve destekçileri için fazlasıyla takdir edici kalıyor. İsrail ve destekçilerini ne etik dışı olma düşüncesi ne de etik dışı bir işlem yaparken yakalanma endişesi rahatsız ediyor. Zaten İsrail’in sistematik şekilde uyguladığı soykırımdan daha az vahim olmayan şey; etik dışı vaziyetin dünyamızda bu kadar yaygın olmasıdır.

Agamben ısrarlı bir şekilde analizlerini “kamp insanı” üzerinde yoğunlaştırmıştı. Bu yoğunlaştırmanın örnekliğini de Almanya’da toplama kamplarına alınan Yahudiler oluşturuyordu. Toplama kampına alınmak basit bir fiziksel kapatılma veya yok edilme mekânına alınma anlamına gelmiyor. Yerleşik normun, normalin, düzenin, düzlemin dışına çıkarılma olarak karşımıza çıkıyor. Hukuka konu olmaktan çıkarılma, insanı insan kılan haklardan soyundurarak çıplak bir yaratığa dönüştürme düzeneği olarak kamp, uzun süredir Filistin’e taşınmış durumda. Filistinliler birer kamp insanı olarak konumlandırıldıkları için rahatlıkla ölüme gönderiliyorlar, gönderilebiliyorlar. Onlar hukuka konu olmaktan dolayısıyla haklarla donanmış olma durumundan çıkarılmış durumdadırlar. Esasında Atzmon’un etik dışı olma ile ilgili İsrail’in ve destekçilerinin sahip olduğu kayıtsızlığa dair tespiti de benzer bir durumun altını çiziyor.

Burası kritik bir husus ve üzerinde hassasiyetle durulmayı hak ediyor. Çünkü uygulamaya maruz kalanlar yaptıkları herhangi bir eylemin karşılığı olarak hesap verme ile karşı karşıya değiller. Yaptıkları bir yanlışın, sebebi oldukları bir eylemin hesabı sorulmuyor onlardan. Dolayısıyla İsrail’e karşı işledikleri ve hukuk düzlemi içinde suç teşkil eden bir eylemin faturasını ödemekle muhatap değiller. Bizatihi varlıklarının, Filistinli olmanın sorun edildiği, sorun görüldüğü hukuk ve etik öncesi veya dışı bir alan tanzimindeyiz. Mutlak surette giderilmesi gereken bir yanlışlık, temizlenmesi gereken bir hata olarak konumlandırıldıkları daha çarpıcı bir durumla karşı karşıyayız. Zaten hukukun dışına taşınmayı, etik olandan uzaklaştırılmayı mümkün kılan şey de bu sıra dışı gerçeklik ve okumadır.

İkinci dünya savaşında yaşanan büyük trajedinin ardından hukuktan sürgün edilmenin, etik dışına fırlatılmanın başlı başına insandışılık olduğuna ilişkin hem yüksek bir gayret gösterildi hem de bunun neticesinde yaygın bir kabule erişildi. Üstelik buna ilişkin farkındalığın yüksek tutulmasına yönelik son derece canlı ideolojik-politik ve felsefi bir söylemin dolaşımda tutulduğu süreci yaşadık. Dolayısıyla bu alanda yaşanan acı tecrübeler üzerine bina edilen bir standart üretildi ve ayrıca bu standartların muhafazasına yönelik kurumlar ihdas edildi. Üstelik bu mücadelenin içinde hep Yahudiler de olageldi. Tartışmayı yürütenlerin içinde de onlar vardı, tartışmayı motive eden husus da neredeyse onların yaşadıklarıydı. İnsanlık olarak yaşadıklarımızın ve geride bıraktığımızı düşündüğümüz bir durumun benzerini yaşıyoruz bugün. Sistematik şekilde yok edilen bir toplum var karşımızda. Bir kimlik, bir aidiyet, bir inanç hedef alınmış durumda ve neredeyse İsrail’in kurulduğu günden bu yana dünyanın gözleri önünde devam ede gelen upuzun bir soykırıma uğruyor. Bütün bu tarihsel hikâye içinde aynı şeyleri yaşamak başlı başına çok büyük bir vahşete ve seviye yitimine işaret ediyor. Vahşeti korkunç kılan husus henüz olayın sıcaklığı geçmeden yaşanmaya başlanan bu hafıza yitimidir. Daha doğrusu hafızanın dünün mağdurları üzerinden yeniden canlanması, hayata geçirilmesidir. Onca yaşanmışlıktan sonra soykırımın bir imtiyaz endüstrisine dönüştürülmesi, giderek küresel sistemin istisnası olarak tedavüle sokulması ne tür bir insandışılıkla karşı karşıya olduğumuzu göstermeye yetiyor. Aliya “unutulan soykırım tekrarlanır” ihtarında bulunmuştu. Öyle bir eşikteyiz ki soykırım söylencesi canlı ve soykırım soykırıma uğrayanlar eliyle hayata geçiyor.

Bu vahşet, bu soykırım iki açıdan çok kritik. Birincisi İsrail ve destekçileri açısından bakıldığında vahim bir tablo çıkıyor karşımıza. Motivasyon ister jeopolitik ister teopolitik olsun, ister siyasi ister ekonomik olsun, dünyamızdaki yerleşik düzenin apaçık bir imtiyaz düzeni olduğu ile karşı karşıyayız. Bir mücadelenin, eylemin, uygulamanın sınırlarını, standartlarını belirleyemediğimiz dolayısıyla her türlü şeyin yapılabilir olmasını ima eden durum en yalın haliyle Sosyal Darwinizm’dir. Gücün kontrolsüzlüğünde seyreden dünya; sadece korkunç çağrışımlarıyla değil aynı zamanda insanlığın büyük ve zorlu birikimine yüz çeviren boyutuyla da çok talihsiz. Filistinlilerin organize bir kötülükle yok ediliyor, edilebiliyor olması, gücün hukuk ve etikten bağımsız olarak neredeyse tek belirleyene dönüşmesi, dönüşebilmesi Filistinlilerin yok edilmesine eşdeğer bir vahşet. Ancak bu vahşet sınır tanımıyor ve bu örgütlü kötülüğün kendisini etik dışı halde iken yakalanma endişesinden bağımsız olarak hareket etmesinin asıl büyük kötülüğü; insanlığın uzlaşacağı bir ilkeye, değere ilişkin inancımızın talan edilmesidir. İnsanlık, ortak ilkeler ve değerler söz konusu değilse canlı bir tür olmanın dışında başka neye referans olabilir ki? Gücün gücü dengeleyeceği dehşet dengesi gibi bir mega absürtlükte demirlemiş durumda insanlık. Kavramlar, söylemler, kazanımlar kirlendi, kirleniyor. Birer dayanak olma işlevlerini, dirençlerini yitirdiler. Kasvetli havanın bütün cesametiyle üzerimize çöktüğü bu karanlık ve karamsar ortamın asıl dayanılmaz noktası buradan geliyor. Çünkü kullanabileceğimiz, bir başkasını sorgulayabileceğimiz dolayısıyla etiğin hayat bulduğu bir alan tesisinden çok uzağız. Çünkü bir başkasını yargılamak için başvuracağımız etiğin katledildiği sunaklardan bizde de o kadar çok var ki. Kim, kimi yargılayacak? Kim kimden hangi yüzle hesap soracak, hesap sorabilecek? Hz. İsa “ilk taşı günahsız olanınız atsın” demişti. Nerede o günahsız? Bugün kaotik hüviyetin çıplak anlarına şahitlik ediyoruz. Sözün bittiği, tabiri caizse paradigmanın iflas ettiği noktadayız. Tüm dünyanın gözleri önünde aylardır devam eden bir soykırımın baş mimarı küresel sistemin sahibinin evinde neredeyse her cümlesi ayakta alkışlandı. İnsan haklarından, yaşama hakkından, adaletten kim bahsedebilir artık? Nasıl bahsedebilir? Kendisinden başka bir şey görmeyen ve düşünmeyen dizginsiz ve entegrist bir ihtiras odağını hangi kural ve kaide ile zapturapt altına alacağız? Ve şüphesiz hangi karşı güçle, hangi enstrümanlarla? Hukukun, düzenin işlemediği bir alanda etik nasıl mümkün, nasıl temellenecek ve bu şekildeki bir etik bizi nasıl koruyacak? Mazlumları, mağdurları, madunları, kimsesizleri hangi niteliğiyle koruyacak? Onlar için güvenlikli bir alan nasıl oluşturacak?

İkinci kritik nokta da burayla doğrudan ilintili. Bugün Filistin’de yaşananlara karşı olan, Filistinlilerle dayanışma sergileyenlerin vaziyeti. Böyle bir dünyada olmak kaçınılmaz şekilde bu kirli döngünün parçası olmak demek. Bunlar ölçü kabul etmeyen vahşetiyle tüm insanlığı kahreden İsrail’in yapıp ettiklerini hafifletmek için söylemiyorum elbette. Ancak İsrail’in eylemlerinin bu şekilde olduğu bir dünyanın ahvalinin nice olduğuna gözlerimizi kapatabilir miyiz? Böyle bir vaziyeti görmezden gelebilir miyiz? İsrail bütün bu cürümleri hangi zamanda hangi zeminde yapıyor? Bu dünyada kimler hayat sürüyor, nasıl bir hayat sürüyorlar ki İsrail bu halde? Bu kadar seviyesi düşük bir hayat standardıyla kim kiminle nasıl baş edecek?

İnsanoğlu, tarihin kendiliğinden daha iyiye gideceğine inanıyor, inanmak istiyor. Ancak tarihin ne böyle bir zorunluluğu var ne de bizim böyle olması için bir performansımız var. Her şeyin her şeyle bağlantısı kurulmadan bir örgütlü kötülükle mücadele etmenin imkânı olamaz. Mesele sadece askeri gücün ve tedbirlerin yetersizliği, ekonomik yetersizlik ve istihbarat zafiyetleri ile ilgili değil maalesef. Zaten bütün tartışmaların teknik bir mesele konuşuluyor gibi yürütülmesi yaşanan yabancılaşmanın boyutlarını sergiliyor.

Büyük düşünürlerin ve anlatıların ortaya çıktığı M.Ö. 8. ve 2. yüzyıla ilişkin Karl Jaspers “Mihver Çağ” tanımlamasında bulunmuştu. Buda’dan Konfüçyüs’e, Sokrates’ten Zerdüşt’e çoğu büyük figür bu tarih aralığında hayat sürdü. İnsanlık tarihinin ihtişamlı dönemi gibi gözüken son birkaç yüzyılına ilişkin büyük bir dehanın tanımlaması nasıl olurdu merak etmiyor değil insan? Sömürgecilik, büyük dünya savaşları, atom bombaları, soykırımlar, havanın, toprağın, suyun kirletilmesi, canlı türlerinin yok edilmesi, silahlanmadaki çılgınlık vs. İhtişamın diğer yüzü kapkaranlık duruyor. Büyük ideallerin katledildiği karanlık çağlar olarak tarihe geçecek herhalde.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —