Soru bana ait değil. Alman düşünür Heidegger’e ait.
Evvela hakkını verelim; soru son derece çetin. Çetinliği “nedir” sözcüğünden kaynaklı. Zira Teoman Duralı’nın ifadesi ile “nedir?” başlı başına bir dert. Sebebini şöyle açıklar Duralı:
“Gündelik ve organik yaşamın ‘niçin?’i, deneysel bilimin ‘nasıl?’ı ile teorik olanın ‘neden?’inden tamamıyla ayrı bir kategorya teşkil eden ‘nedir?’, tecrübe imkân ve ihtimâlini topyekûn aşan ‘öz’ü sorgular”
Başa dönmek için tekrar soralım:
Sahi, nedir bu metafizik?
Şayet cevabı, kurum kurum oturan bir öznenin, karşısına almış olduğu nesneyi, kendinden emin bir şekilde incelemesi yoluyla bulacağımızı düşünüyorsak, oyola baştan yanlış çıkmışız demektir. Hatta ‘nedir?’ ile mahiyetini ortaya koyalım derken metafiziği daha baştan kaybediyoruz demektir.
Oysa Heidegger “metafizik nedir?” derken, metafiziğin ne olduğunu sorduğu kadar, temelinde ne olduğunu da sorgulamak ister. Daha açık bir ifade ile metafizik nedir suali ile o, aslında “..dir”in ne olduğunu sormaktadır. Çünkü “dir” siz metafizik düşünülemez bile.
Kısacası “varolma” nın temelidir “dir”; hatta kendisi...
Heidegger “metafizik nedir?” sorusunun cevabını verir: Hiçin tecrübesi.
Hoppala!!! Bilim bu noktada kelimenin tam anlamı ile nal toplar.
Neden mi? Çok basit: Bilimsel sorgulama “var- olma” nın sorgulamasıdır, “Varolma”nın değil... Dolayısıyla malzemesi de tecrübesi de “nesne” ile sınırlıdır... “Nesne tecrübesi” üzerine saltanat kuran bilim “hiç” karşısında çıkış yolunu “olmayan bir şey” diyerek terk etmekte bulur.
“Varolma” ise dünya içinde bir dünya bağı ile olmak demektir. İradidir. Felsefi deyimi ile fenomonolojik tecrübe. Kendini bir anlam silsilesi içerisinde zahir hale getirme.
İşte “hiç”in tecrübesi de burada saklı... İnsanın kendisini tecrübe etmesi...
İşte Heidegger’e yaraşır tam bir ‘dir’lik mesele... Heidegger başlar burada kelimeleri dans ettirmeye. O, “konu ‘hiç’ e gelmişken bilim ne yapsın, mantık ne yapsın?” der ...Boynunu masum masum bükmekten başka.
Çünkü o “hiç” vasıtası ile “sorgulama” hakkında soru sorar; sorgulamaya dair söz söyleme alışkanlığını yıkar ve aşar.
Çünkü sonlu ve sınırlı bir varlık olan insanın var-olanların bütününü kavraması imkânsızdır. Ama kendisini var-olanların içerisinde hatta ortasında bulur. Bu vesileyle varolur, dünyasını kurar yahut değişik bir ifade ile varoluşunu inşa eder.
Bu nedenle hayatımızda sürekli olarak tekrarlanan, olup biten bir vakıadır kendimizi var-olanların bütünü içerisinde bularak “varolma”mız,” varoluş”umuz
Heidegger işte tam da bu sınırda “hiç” ile burun buruna geldiğimizi iddia eder. Bu yer ve bu yöndür hiçi tecrübe edebileceğimiz imkân... Çünkü “hiç”, var-olanın tümünün tam bir değillemesidir de ondan.
Evet, hiç kendisini burada ele verir, lakin bir şartla: Korku ile hiçi açığa çıkaran duygudur korku.
Fakat bu korkunun nesnesi yoktur. Mesela aslandan yılandan yahut düşmandan korkmak gibi... Nesnesi olmayan bir korkudur hiçin soğuk nefesini bizlere hissettiren.
Neden ve ne adına korktuğumuz belli değildir ama bu korku bizi dehşet içinde çaresizliği tecrübe ettirir. Dehşet bizi sarsar. Ve biz korku anında korkana bir şeyler oluyor deriz.
Bir şeyler! Neden ötürü bir şeyler olduğunu izah edemeyiz. Ama işte olan o bir şeyler esnasında hiç’i hissediveririz. Heidegger bu hali bütününde var-olanın kaybolması der.
Korku ki buna iç sıkıntısı da denilebilir var olanları raydan çıkarır. Heidegger bu vaziyette insanın da raydan çıkması nedeniyle “bana” yahut “sana” değil “korkana” bir şeyler olduğunu söyler. Bu sarsılmanın sallantısında insan hiçbir şeye dayanmadan saf var olma halini solumaya başlar. Ve vardır sözü ortadan kalkar.
Hiçi açığa çıkaran korku geçtikten sonra da şunu söyler: aslında hiçbir şey değilmiş.
Sanırım bu safhada şöyle bir soru sorabiliriz: Bir varolan olarak insanın sarsıntı geçirmesi, raydan çıkması arzulanması gereken iyi bir şey midir? Yoksa kaçınılması gereken bir araz mı? Hiçin soğuk nefesini hissetmek insana kaybettirir mi kazandırır mı?
Valla ben insanı hiçin içine düşüren korkunun insanın Varoluşu için çok elzem olduğunu düşünenlerdenim. Var-olanların hakikatinin anlaşılabilmesi için başka bir ifade ile var-olanlarla uyumlu bir Varolan olabilmek için bu korkunun sarsıntısını geçirip zaman zaman raydan çıkmak,” hiç” ile yüzleşmek çok önemli.
Yine filozofumuzun ağzından şu hususu hatırlatalım: Hiç kendine çekmez yani iticidir. Bu nedenle korku ile ortaya çıkan hiçten de ayrıca korkmanın hiçbir makul sebebi yoktur.
Ayrıca Heidegger’in köklü korku dediği vakıa aslında ender anlarda içine düşülen bir haleti ruhiyedir. Keza yine hiç ne bir nesne ve ne de genel olan bir Varolandır. Hiç ne kendi için vardır ve ne de Varolanın yanında hep bulunur.
Fakat hiçin önemli bir işlevi vardır. Heidegger’in ifadesiyle
“Hiç Varolanın Varolan olarak açığa çıkmasının, insanın Varolması için olanaklı kılınmasıdır. Hiç, Varolanın karşıt kavramını vermek şöyle dursun, kökten onun özünün kendisine aittir. Varolanın olmasında Hiçin hiçmesi gerçekleşir”
Peki, biz o zaman sürekli korku ile sarsılmak zorunda değil miyiz? Hani o korkuya ender anlarda düşülüyordu. Bu vaziyette ne yapacağız?
Aslında “hiç” kendi özünde insana örtük kalmaktadır. Yahut Varolan olarak insanlar ‘hiç’in kâfirliğini yapmakta yani onu örtmektedir. Biliyoruz ki küfür sözünün kelime anlamı örtmek demektir. İnkâr edene hakikati örttüğü için kâfir denilir. Hiç kendisini iç sıkıntısı/korku halinde açığa çıkarmakta, örtüsünü kaldırmakta var-olanların hakikat/ numen olarak özünü göstermektedir.
İşte bu nedenle tek önderimiz ve efendimizin “ölmeden önce ölünüz” hadisinin dünyadaki Müslüman’ca Varoluş’un temel bir ilkesi olduğunu düşünüyorum. Aman yanlış anlaşılmasın: Temel bir ilke dedim, tatbiki çok kolay demedim.
Keza yine Rum Suresinin “Onlar dünya hayatının sadece dış yüzünü bilirler” mealindeki 7. ayetinin ifade buyurduğu gibi.
Herkesin Heidegger’i kendisine; ben Tanrıtanımaz Heidegger’den bunu anlıyor ve bunu çıkarıyorum. Var-olmanın kamudaki yüzeyselliğine kendimizi hapsederek sahte bir güven içerisinde yaşamaktansa, korkunun izinde Varolan olarak sarsıntı geçirip raydan çıkarak Varoluşumuzu sığaya çekmemizin farklı bir dilsellik içerisindeki anlatımı olduğunu anlıyorum.
Evet, Heidegger bence bir hakikati farklı bir dilsellik ile anlatmaya çalışmıştır. Tabii ki imkânları kapasitesince.