"AB'nin yolu Diyarbakır'dan geçer!"
Eski Başbakan ve ANAP eski Genel Başkanı Sayın Mesut Yılmaz'ın ölümü, beklenenden daha çok bir hüzne ve üzüntüye yol açtığı açıktır.
Toplumun farklı kesimlerinde yaşanan bu üzüntünün birçok nedeni vardır. Ancak en belirgin nedenlerinden birisinin, siyasi yaşamında zikzaklar çizmeden inandığı gibi yol almaya çalışmasıdır, diye düşünüyorum.
Muhafazakâr-milliyetçi bir aile geleneğinden gelmesine rağmen liberal görüşleriyle siyasette adını duyurdu. Politik tercihleri, siyaset ve yönetim tarzı, ilişkileri, çevresi, yol arkadaşları, çalışma yöntemi, vs konularda çok eleştirilmiş bir siyasetçiydi.
Siyasi başarı açısından da tartışılabilir bir geçmişi vardı.
Aldığı iyi eğitim, bilgi birikimi, devlet adamlığı, uluslararası güvenirliliği, ciddiyeti ve siyasal duruşu bakımından birçok liderden farklı özelliklere sahipti.
En önemlisi de Refah Partisi'nin yükselişe geçtiği bir dönemde muhafazakâr arkadaşlarının telkin ve ısrarına rağmen din istismarına hiç tevessül etmemiş olmasıdır.
Siyasi serüveninde en büyük şanssızlıklarından birisinin erimeye başlayan ANAP Genel Başkanlığına ilk seçildiğinde, kendisini destekleyen çevrelerin daha sonra partide gereğinden fazla etkili olmalarıydı.
Ne yazık ki bunların etkisi hep devam etti ve parti siyasetini yönlendiren hep bunlar oldu. Bu nedenle de liberal-muhafazakâr ve milliyetçi dengeyi korumakta başarısız oldu.
Mesut Yılmaz'ın demokrasiye, çoğulculuğa, hukuk devletine inandığını, ancak milliyetçi ve muhafazakâr kuşatmayı yarmaya gücünün yetmediğini defalarca gözlemledim.
28 Şubat post-modern darbe sürecinde başbakan olması ikinci büyük şansızlığı oldu. Askeri vesayete karşı olmasına rağmen bu süreçte iktidarı devralması siyasi sonunu hazırlamıştı.
Muhafazakârların ve kendilerini "dindar" tanımlayanların ezici çoğunluğu Mesut Yılmaz'ı "28 Şubat'ın ardından bu ara dönem hükümetinin başbakanı" olarak tanımış ve hep öyle tanımlamıştır.
Bu süreçle ilgili kendisiyle yaşadığım bir diyaloğu paylaşmak istiyorum.
Telefonla doğrudan beni arayarak yaptığı davet ile kendisini başbakanlık makamında ziyaret ettim.
Sürece ilişkin değerlendirmede, başbakanlığı kabul etmesinin yanlış olduğunu, partisini ve genel başkanlığını riske attığını söylediğimde "bunu siyasi ikbal için değil, ülkenin geleceği için kabul ettiğini" ifade etmesi beni iknaya yetmemişti.
Bu nedenle biraz sert bir ifadeyle "Baki! Ben Refah-Yol alternatifi değilim, ben darbe alternatifi olarak buradayım" diyerek bana tepki göstermişti, yine de doğru yapmadığını söyleyerek saygı sınırlarını aşmıştım.
Buna rağmen erken bir seçimde partisinden aday olmamı, seçime kadar da Ankara'da bürokraside görev almamı istemişti.
Görev için beni mazur görmesini ve kabul edemeyeceğimi özür dileyerek ifade etmiş, adaylık için de seçim sürecinde görüşmeyi dileyerek ayrılmıştım.
28 Şubat sürecinde üstlendiği başbakanlık görevini hala yanlış bulduğumu ifade etmeliyim; ancak Yıldıray Oğur'un şu tespitine de katıldığımı belirtmeliyim:
"28 Şubat'ta kurulan hükümetin başbakanı olmayı kabul ederek siyasi hayatını riske atmıştı ama Türkiye'nin 28 Şubat havasından çıkmasında, yeniden AB reformlarıyla demokratikleşme yoluna girmesinde, idamın kaldırılması, devlet kanalında Kürtçe yayın gibi Türkiye için radikal adımların atılmasında, 2001 krizinin aşılmasını sağlayan Derviş programının uygulanmasında az bilinen kritik bir rol oynamış, ön açıcı olmuştu."
1999 seçimlerinde yolumuz kesiştiğinde Sayın Yılmaz'ı daha yakından tanıma imkânı bulmuştum.
Ciddiyeti eleştiriye, itiraza engel oluşturmuyordu. Aksine eleştiriye, önerilere ve müzakereye çok açık bir insandı.
Birçok konuda ve sayısız görüşmelerimde kendisine yönelttiğim ağır eleştirilere rağmen tavrını hiç değiştirmez ve büyük bir ciddiyet ve olgunlukla dinler, sonra da cevap verirdi.
Yine 1999 yılı seçimleri sonucunda TBMM yemin töreninde, başörtüsü krizi için kendisiyle Meclis Grup odasında görüşmüştüm.
ANAP kurmaylarının grup olarak Sayın Merve Kavakçı'nın yemin etmesine tepki vereceklerini öğrendim.
Kendisine giderek bu tutumun yanlış olacağını, demokrasiyle bağdaşmayacağını ve bu tutumdan vazgeçerek Meclis iç tüzüğüne uymaları gerektiğini anlattım.
Dikkatle dinlediler ve hiç itiraz etmeden gereğini yapacağını söyledi.
Gerçekten de başörtüsüyle yemin edilmesine sessiz kalmıştı. Bu eylem karşısında pasif duruş sergilendiği için en yakınları tarafından şiddetle eleştirildiğini, farklı çevrelerden çok sayıda "teessüflerini bildiren" telefonlar aldığını sonradan öğrendim.
Bir dönem boyunca siyasal sistem, hak ve özgürlükler, insan hakları, OHAL, parti siyaseti gibi konularda kendisini incitecek boyutlarda eleştiriler yöneltmeme rağmen, bir kez olsun beni incitecek bir tavır takınmadı, bir söz söylemedi.
Bir defasında siyasi çözümsüzlükten dolayı milletvekilliğinden istifa etmek istediğimi ve buna izin vermesini rica ettiğimde, "Seçmen sana bir dönem için oy verdi, demokrasinin gereği olarak dönemini tamamlamak zorundasın" diyerek bana bir demokrasi dersi verdiğini ifade etmeliyim.
Bu zarafet ve nezaket örneğini, AK Parti iktidarında Yüce Divan'da yargılanmasına rağmen, hükümetin resmi davetlerine icabet ederek ortaya koymuştur.
Hükümetin anti demokratik uygulamalarına destek vermediği halde devlette kırgınlık, kızgınlık, alınganlık, düşmanlık söz konusu olamayacağını başta iktidar olmak üzere bütün siyasetçilere göstermiştir.
Böyle bir devlet adamlığını kaç kişi sergileyebilmiştir?
Memleketi Rize ile olan gönül bağı, hemşerileriyle muhabbeti, Karadeniz Bölgesi'ne ilgisi bir politikacı cambazlığıyla değil, aile asaleti ile çok açık ve belirgindi. Bu özelliğini takdir ve gıpta ile hep gözlemlerdim.
Bir diyaloğumuz sırasında, kendisine "Sayın Başbakanım, uysal görünüşlü olduğuma aldanmayın, unutmayın ki ben Zaza'yım" dediğimde, büyük bir nezaket ve ciddiyetle "Unutma ben de Laz'ım" diyerek restime karşılık kendi memleket aidiyetiyle rest çekmişti. Benim için bu duruşu bir kimlik asaleti göstergesiydi.
Uluslararası ilişkilerde, özellikle de Avrupa Birliği konusunda hukuk devleti ve demokrasinin önemini vurgulamaktan hiç geri durmadı.
Avrupa'nın, Merhum Turgut Özal'dan sonra demokrasi ve Avrupa Birliği üyeliği için gösterilen çabalarda en güvendiği ismin Mesut Yılmaz olduğu bütün siyasi çevreler tarafından kabul edilmektedir.
Hataları ve yanlışlarıyla birlikte kıymetli ve ciddi bir devlet ve siyaset adamı olarak Türkiye'nin siyasi tarihinde yer almıştır.
Aramızdan ayrılması siyaset açısından büyük bir kayıp olmuştur. Özellikle demokrasi, AB ve uluslararası ilişkiler konusunda kendisinden öğreneceğimiz henüz çok şey vardı.
Partisindeki milliyetçi çoğunluğa, MGK (Milli Güvenlik Kurulu) ve ortağı MHP'ye rağmen Türkiye'nin temel sorunlarının çözüm yolunu çok açık bir ifade ile tarihe geçecek şekilde şöyle ifade etmişti:
AB'nin yolu Diyarbakır'dan geçer!
Ruhu şad olsun!.. Allah rahmet etsin!..
Ailesine, sevenlerine başsağlığı ve sabır diliyorum…!