Meşru meşguliyetlerin yerini mecburiyetleri, mazeretleri, olmazsa olmazları koyduk. Tefekkürün yerine yığın yığın birikimleri, tekamülün yerine on adımda gelişim pratiklerini koyduk. Ahlakın yerine etiği, hikmetin yerine mantığı, idrakin yerine kuru aklı koyduk. Zevklerin yerine trendleri, tahayyülün yerine kurguyu, tasavvurların yerine tasarımları, tabiatın yerine reprodüksiyonlarını koyduk. Mekanların içini dışına çıkardık, dışını içine koyduk. Hayatı hazlandıracağız ve hızlandıracağız derken kendimize ve birbirimize ayıracağımız vakitten de olduk. Hayatımızı yaşamak yerine fotoğrafların içine koyar olduk. Hayvanları önce evimizden, çevremizden attık, sonra ne acayip, üst üste kafeslere koyup beşe ona satar olduk. Bahçelerin yerine çevre düzenlemelerini, hava boşluklarını, çimlerine basılmayan parkları koyduk. İnsandan boşalttığımız her yere götürüp araçlarımızı koyduk. Ortada kalan insanı da götürüp kargaşanın orta yerine koyduk. Zaman birçok şeyi değiştiriyor bahanesiyle birçok şeyi hiç düşünmeden birçok şeyin yerine koyduk. Bütün bunlar değişse de insan öylece kalır, hiç değişmez sandık. Ama baktık ki iş öyle değil, değiştirdiğimiz şeyler değiştiriverdi bizi, aklımızı, fikrimizi, hissiyatımızı, kimliğimizi, insanlığımızı, hayatımızı. Yola ilk çıktığımız yerin yabancısıyız artık. Başkasıyız. Başkasıyız, lakin dilimizde hep o eski ve artık bizim için yalan olmuş o eski kelimeler. Gerçeğimiz yalanımız olmuş, meselenin, meselemizin aslına körleştiriyor bizi. Çaresi, ilacı, tedavisi yok gibi görünüyor bu halimizin; çünkü teşhisine yetecek dirayeti yok hiçbirimizin.
Blaise Pascal´ın taşı gediğine koyan meşhur bir sözü var: ?Görmek isteyenler için yeterince ışık, istemeyenler için yeterince karanlık vardır? diyor. Görmenin gözümüzün optik kabiliyetleri ile elbette ilgisi var. Ancak, her gün her vesileyle görüyoruz ki optik kabiliyetlerin eksiksiz varlığı dahi çoğu zaman körleşmeye engel olamıyor.
?Aslında hakikat doğan gün kadar aşikâr? dedi beyaz saçlı adam, ?kendimize maluliyet çukurları kazmakla bu kadar meşgul olmasak, hepimiz göreceğiz!?
O kadar çok şey tıkındık tıkındık ki, hakikat orta yerdeki bir dilim nefis üzümlü kek olsa, kimsenin elini uzatacak hali yok!
?Dağılalım ve ateş bizi uzaktan görüp harlanana kadar/ Kalbimiz, kendini korkutan bir korkuluk olsun/ Böylece artık merak edelim nedendir bu ahval/ neden ürker susuzluğumuzdan bütün çeşmeler/ Avuçlarımızda koşan ceylanlar neden aniden dururlar/ Yay kıran bu sessizlik neden ya Celle Celal...? diyor Furkan Çalışkan, ?Türkiye Saati´nde.
Eskiden zihinler mehter adımıyla ilerliyordu: İki ileri bir geri... İyi düşünülürse bunun ?temkinli ilerleme´nin formülü olduğu anlaşılır. Sonra, birileri bize çaktırmadan karıştırdı o hesabı. Üstünde durmuyoruz ama manzaraya bakılırsa bizim zihin yürüyüşlerimiz ekseriyetle ?iki geri bir ileri´ şeklinde. Yani yürüyoruz ama durmadan geriye götürüyor bizi adımlarımız. Basit bir hesapla, yerinde saymayı bile aratıyor sanki ahvalimiz!
?Göğe bakalım demiş şair? dedi biri kitaptan başını kaldırıp. ?Tamam, hemen şöyle mavi bulutlu bir wallpaper bulalım? dedi diğeri ekrandan başını hiç kaldırmadan.
Tek bir adım dahi atmadan aşılmaz denen mesafeleri aşıp geçen insanlar da var.
?Kafalar tıka basa kalabalıkla dolu? dedi meczup, ?gönül kapısının önünden geçen bile yok!?