Ülkemiz, ne yazık ki küresel, bölgesel ve ulusal bağlamda derin krizler yaşamaktadır. Öncelikli olarak ekonomik kriz görülse de, ekonomik krizin de nedeni olan asıl krizin; hukuk ve siyasal alanda yaşandığını düşünüyorum. Özellikle siyasal krizin, yaşadığımız krizlerin temelini oluşturduğunu söylemek daha gerçekçidir, sanırım.
Demokratik-hukuk devleti bakımından zaten sorunlu olan siyasal sistem, “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi” ile daha ceberut, keyfi, öngörülemez belirsiz bir ortam yaratmıştır. Yasama, yürütme, yargı ve seçim faaliyetleri gibi kısmen var olan yarı demokratik unsurlar, mevcut sistemle ortadan kaldırılmış, kuvvetler arasındaki denge ve denetim mekanizmaları tamamıyla yok edilmiştir.
Anladığımız kadarıyla bununla da yetinilmeyecek, önümüzdeki günlerde siyasi partiler ve seçim kanunlarındaki değişikliklerle sistem için tehdit oluşturan muhtemel siyasi gelişmeleri önlemeğe yönelik yeni düzenlemelerle mevcut anti-demokratik sistem, daha da güçlendirilerek tahkim edilecektir. Gündemi meşgul eden kaos senaryolarının bu amaca hizmet ettiğini düşünüyorum.
Üzülerek ifade etmeliyim ki, muhalefetin dağınık olması ve tam bir demokratik duruş ortaya koyamaması nedeniyle iktidara karşı mücadelesi ve iyi niyetli çabaları yeterli olmamış ve Türkiye’nin demokrasi ve hukuk devleti rotasından sapmasını engelleyememiştir. Söz konusu zafiyet nedeniyle de gündem belirleyen değil, gündemin peşinden yuvarlanan bir görüntü sergilemektedir.
Yeni kurulan partilerin, alternatif sistem yerine mevcut sistem içerisinde alternatif oluşturma çabaları ise “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi”ni meşrulaştırmaya hizmet edeceği ortadadır. Elbette bilmediğimiz hakikatler bir gün ortaya çıkacaktır ancak yaşadığımız süreç, zamana bırakılacak kadar güvenilir ve rahat değildir. Medya aracılığıyla oluşturulan algı ve çizilen senaryolar dışında, muhtemel bir toplumsal infialin veya bölgesel gelişmelerin yaratacağı sarsıntıyı göz ardı etmemeliyiz, diye düşünüyorum. Özellikle bölgemizde büyük kırılmaların yaşanacağı bir süreçten geçtiğimizi hatırlatmak isterim.
Ne yazık ki bu süreçte, ülkemiz açısından muhtemel kaos ve yıkımlara neden olacak kırılmalar karşısında, makul bir yönetim ve sağduyu bir siyaset ortaya koyacak bir siyaset aklından yoksun durumdayız. Böyle belirsiz tehdit ve tehlikelere karşı tedbir almak yerine kaosa umut bağlayan, kaos senaryoları geliştiren ve ülke gündemini günübirlik politik tartışmalarla boğan, gerginlik ve gerilimi artıran bir koalisyon iktidarı söz konusudur.
Ülkemizle ilgili kaygı ve endişelerimizi artıran en önemli nedenin; demokrasinin geçici olarak değil, kalıcı olarak rafa kaldırılması ve otoriter, tekçi, zorba bir yönetim anlayışının siyasal sistem olarak benimsenmiş olmasıdır. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” yerine “yurtta savaş, dünyada savaş” ve “makuliyet-sağduyu” yerine “hamaset-gerilim” politikalarının bir devlet siyaseti olarak kurumsallaşmasıdır.
Bu gelişmeler karşısında muhalefeti ve demokratik geleneği acze düşüren esas nedenin; Türkiye’nin ana akım merkez siyasetinden kopmuş olmasını görüyorum. 28 Şubat müdahalesi karşısında demokratik duruş sergilemeyen ana akım siyaseti, erimeye, yok olmaya mahkûm olmuş ve siyaset alanından bir “MGK” projesi olarak “devlet bekası” gerekçesiyle uzaklaştırılmıştır. Bu bağlamda kişisel kanaatim, tam tersine ana akım siyasetin yok edilmesiyle bir “beka sorunu” oluşmuştur. Bugün, siyaset aklının anlamakta zorlandığı bu gerçeğin göz ardı edildiğini düşünüyorum.
Zaman tünelinden geriye doğru bakınca, darbelerin etkisiyle ve oluşan travmalarla ideolojik milliyetçiliği politik bir güvence olarak görmeye başlayan merkez siyasetinin, bu geleneğin temsilcileri sayılabilecek bürokratları politika sahnesine çıkarması ne yazık ki merkez hareketini demokrasi yolundan saptırmış ve milliyetçiliğe tutsak yapmıştır. Bunun sonucu olarak da din ve milliyetçilik sentezini iyi kurgulamış olan AK Parti’nin iktidar yolu açılmıştır.
Sağduyu ile değerlendirdiğimizde, demokratik siyaset geleneğinin ancak merkez siyasetiyle ve “orta yol” olarak tanımladığımız toplumsal dinamiklerle sürdürülebilir olduğunu fark ederiz. 1946, çok partili sisteme geçiş ile başlayan demokratikleşme süreci, muhtıralar, müdahaleler, askerî darbeler ve vesayet ile gelişmesi engellenmiş, 28 Şubat süreci ile de ucu görünmeyen, nereye çıkacağı bilinmeyen karanlık bir tünele yönlendirilmiştir.
Bu tünelde yolculuk yapmak üzere “Muhafazakâr demokrat” bir parti iddiasıyla merkezde konumlanan AK Parti’nin, “Merkez partisi “ olması bir tarafa, merkezi tamamıyla istila edip tahrip ettiği, ilkelerini kirlettiği ve adım adım yok ederek linç ettiğini yıllardır gözlemliyoruz.
Merkeze ait arsaya kurdukları gecekondu yapılarını merkez gelenekten gelen ancak demokrat olmayan sağcı, milliyetçi politikacılar sayesinde plazalara, kulelere, saraylara, malikânelere, AVM’lere dönüştürmeyi başardılar. Oysa R.T.Erdoğan ve ekibinin fikir, zihin ve siyaset bakımından merkez siyasetiyle, demokratik gelenekle hiçbir bağı, hatta yakınlığı dahi yoktu. En önemlisi de dil ve üslup bakımından da bir benzerlik de söz konusu değildi. Buna rağmen arsa sahiplerinin olup-bitenleri ancak uzaktan iç çekerek izlemiş olmaları, en azından AK Parti tahribatı kadar 1946 sonrası başlayan demokratik geleneğe ve merkez tahribatına neden olmuştur.
Bizim açımızdan yeni bir yol ve yeni bir siyaset ancak demokrasi geleneğimize dayanmakla mümkün olur kanaatindeyim. Bu durumda yapılması gereken; Merkez siyasetinin demokrasi istikametinden sapmalarını doğru tespit etmek, sonrasını bir parantez içine alarak yola kaldığı yerden zamanın ruhuna göre yenilenerek devam etmektir, diye düşünüyorum.
Sivil Siyaset Hareketi