Eskiden kastlar vardı; sanayi toplumunda sınıflar var. Eskiden statü insanların mensubu oldukları aile üzerinden tanımlanırdı; serbest piyasa kapitalizminde ise kendi başarılarıyla… Feodal dönemlerde eşitsizlik soyadından kaynaklandığı için pek meşru sayılmazdı; bugün eşitsizlik daha meşru sayılıyor. Aile aristokrasisi günümüzde yerini yetenek aristokrasisine ve liyakat fetişizmine bırakıyor.
Son birkaç on yıldır, tüm dünyada toplumsal ayrışmaların, ekonomik eşitsizliklerin ve siyasi kutuplaşmaların arttığı kindar bir dönem yaşıyoruz. Neoliberal kapitalizm kazananlar ile kaybedenler arasındaki makası çok fazla açtı. Sadece gelir ve servet dağılımı açısından değil zengin ile yoksulun birbirlerine olan tutumları açısından da bir dönüşüm yaşandı. Michael Sandel’in “The Tyranny of Merit” kitabında tespit ettiği üzere, “kazananlar, başarılarının kendi çabaları sonucunda geldiğine ve hünerlerinin bir karşılığı olduğuna inanırken kaybedenler tek suçlunun kendileri olduğunu düşünüyorlar/düşündürülüyorlar.”
Bu hikâyenin arkasında aslında liberal iktisat ideolojisi ve “Amerikan rüyası” var. Liberalizme göre rekabetçi serbest piyasa koşullarında bütün ekonomik bölüşümler adildir. Yani –eğer fırsat eşitliği ve tam rekabet varsa– piyasada herkes hak ettiğini alır ve herkes aldığını hak eder (bkz. EC 201). Farz-ı misal, avukatlar hak ettiğinden fazlasını alıyorsa, hak ettiğinden azını alan diğer insanlar avukat olmaya başlar; avukat arzı artar ve avukat ücretleri “hak ettiği” seviyeye düşer. Teoride hak edilen seviyeden kasıt üretime yapılan katkıdır. Herkes üretime yaptığı katkı oranında mükafatlandırılır. Rekabetçi emek piyasası teorisinde ücretler bu şekilde belirlenir.
Bu noktada liberal paradigma bir el çabukluğuyla, neredeyse totolojik bir şekilde, pratikteki bütün ücretleri üretime yapılan katkıyla açıklar. Yani, mesela, Bill Gates’in serveti saatte 411 bin dolarlık bir getiri elde ediyor ve siz de asgari ücretli bir çöpçü olarak saatte 19 lira alıyorsanız DEMEK Kİ Gates’in toplumsal üretime katkısı sizinkinin 27400 katı… Şikâyet edecek bir şey yok, hak ettiğiniz budur. Daha fazlasını istiyorsanız, eğitim alın!
MERİTOKRATİK İDEAL
Tabii öncelikle şunu belirtelim: kapitalizmde fırsat eşitliği diye bir şey yoktur. Sayısız akademik araştırma gösteriyor ki yoksul bir aileye doğduysanız çok yüksek bir ihtimalle yoksul, zengin bir aileye doğduysanız zengin ölüyorsunuz. Tam tersi ihtimali de, yani zengin aileye doğmuş birinin yoksul veya yoksul bir aileye doğmuş birinin zengin olma ihtimali, çok düşük. Zira yukarı doğru sınıf hareketi (upward class mobility), yani nüfusun en yoksul yüzde 20’lik dilimindeki bir aileye doğan birinin hayatı boyunca nüfusun en zengin yüzde 20’lik dilimine yükselme ihtimali hür girişim ülkesi Amerika’da sadece yüzde 4-5 civarında. Kölelikten hallice… Bu da gösteriyor ki “nereden başlarsan başla, çok çalışarak sen de Bill Gates kadar zengin olabilirsin” ideolojik bir fasaryadan ibaret aslında. Geçmişinde feodal sınıflar olan İngiltere’de bile bu oran Amerika’dakinden yüksek, yüzde 15 civarı. Dünyada bu oranın en yüksek olduğu ülke ise, yüzde 19 ile, Danimarka. Bu yüzden Amerika’da “Eğer Amerikan rüyasını yaşamak istiyorsan Danimarka’ya git” diye dalga geçerler. Komedyen George Carlin’in dediği gibi “Amerikan rüyası diyorlar, çünkü buna inanmak için uyuyor olmanız lazım.”
Çünkü, hepimiz biliyoruz ve görüyoruz ki, zengin aileler ekonomik avantajlarını çocuklarına aktarıyorlar. Örneğin Amerika’daki Ivy League üniversitelerinde en zengin yüzde birden gelen öğrencilerin sayısı aşağıdaki yüzde 60’tan gelen toplam öğrenci sayısından fazla. Haliyle eğitim yoluyla sınıf atlamak, eğitimin “paralı” olduğu ülkelerde, neredeyse imkânsız gibi bir şey. Bill Gates’in annesi IBM’in CEO’suyla aynı kuruldaydı; Jeff Bezos ailesinden o zamanın parasıyla 300 bin dolar başlangıç sermayesi aldı; Warren Buffet’ın babası yatırım şirketi olan bir milletvekiliydi; Elon Musk’ın babasının Güney Afrika’da zümrüt madeni vardı; Ferit Şahenk’e de babasından holding kaldı. Fakat bu insanlar bize çok çalışkan, dahi ve hayırsever insanlar olarak anlatılır. Pazarlamanın gücü…
MERİTOKRATİK KİBİR
Meritokratik elitlerin savunma hatlarından biri şu: “Başarısız olanlar, başarılı olanların başarılarını çekemiyor.” O kadar ki “ne yani başarılı olduğumuz için fakirlerden özür mi dileyelim?” diyenleri bile duydum. Fakat buradaki problem piyasadaki aksaklıklardan ötürü Ayn Rand’ın meritokratik ütopyasına uygun yaşayamıyor olmamız değil. Sandel’e göre, pratikte mümkün değil ama meritokratik prensiplerin hepsini çalıştırabilsek dahi, idealin kendisi problemli…
Sandel meritokrasi fetişinin toplumsal menfaati aşındıran bir şey olduğunu öne sürüyor. Meritokrasi; kazananlar arasında bir kibre, kaybedenler arasında ise bir aşağılanmaya sebep oluyor. “Başarılı” zenginlerin havasından geçilmezken “başarısız” yoksullar kendilerini mağlup ve yorgun hissediyorlar. Byung-Chul Han da, aynı minvalde, meritokratik performans toplumlarında başarısızlık, yetersizlik ve değersizlik endişesinin depresifler ve mağluplar yarattığını söylüyor. Her şeyin mümkün olduğuna inanılan bir toplumda hiçbir şey mümkün değil çığlığı depresif bireyden yükseliyor. Bu insanları mental olarak yoran bir şey. Zenginler başarılarını anlatırken yolda onlara yardımcı olan şans faktörlerini düşünmüyor ve kendileri kadar şanslı olmayan yoksul insanları hor görüyorlar.
Mesela başka bir ülkede, başka bir zaman diliminde yaşasa, yüksek ihtimal, böyle bir zenginliği ve şöhreti olmayacak olan Jahrein, internet çağına denk geldiği için zengin oluyor ve zırt pırt “Belediye hangi hakla benim vergilerimle [yoksul halka] zararına Halk Ekmek satıyor” bilmem ne diyor. Tudor döneminde yaşasaydı muhtemelen o ucuz ekmekleri kendisi almak durumunda kalacaktı (bkz. 1536 Yoksul Yasaları). Ama Ahmet Efendi zenginliğini, diğer birçok zengin gibi, kendi başarısı olarak görüyor ve Twitch’te oyun oynayarak kazandığı paraları son kuruşuna kadar hak ettiği konusunda çok ikna. Bu yüzden (liberal düşünceye göre) “tembellik ederek yoksul olmayı tercih eden” insanlara belediyenin ucuz ekmek satması onun çok zoruna gidiyor. Yoksullarla aynı ortam bulunmayı bırakın onlara ekmek verilmesini dahi istemiyor. Böyle bir ideoloji, böyle bir kibir…
Aynı şekilde, kitlesel medya ve “entertainment” çağında yaşadıkları için Ronaldo veya Burcu Esmersoy’un becerileri bugün onları zengin ve saygın yapıyor. Ama topu kaleye sokmanın ya da Instagram’da makyaj seti tanıtmanın değil de kilise duvarlarına ince resimler yapmanın prestij olduğu bir orta çağ ülkesinde yaşasalardı ne durumda olurlardı? Yani o becerilerin ödüllendirildiği bir toplum ve zaman diliminde yaşadıkları için zengin olmaları tamamen onlara ait bir başarı mı? Yoksa onların şansı mı? Birileri evsiz veya işsizken lüks spor arabalara binip toplumda kibirle boy göstermelerini sağlayacak kadar “hak edilmiş” bir servet mi bu sizce? Ronaldo’nun çok çalıştığına hiç şüphe yok; ama ben ne kadar çalışırsam çalışayım Ronaldo gibi olamıyorsam, bu benim tembelliğim mi yoksa Ronaldo’nun biyolojik (ve tarihsel) bir şansı mı?
MERİTOKRASİ VE EĞİTİM
Neoliberalizm, eşitsizlik ve durağan ücretler getirirken liberal ideologlar işçilere “küresel ekonomide kazanmak istiyorsan, yüksek eğitim al!” tavsiyesini verdi. Ancak bu tavsiyenin kaçınılmaz bir uzantısı ise şu oluyor: “Eğer üniversiteye gitmez ve kendinizi geliştirmezseniz, başarısızlık sizin kabahatinizdir.” Geleceğinizin kontrolünün sizin elinizde olduğu ve eğitimle hayatınızı değiştirebileceğiniz fikri oldukça yatıştırıcı ve sistem açısından işlevsel bir fikir. Bugün liberal endoktrinasyona maruz kalmış bireyler genelde iktisadi yapıyı değil kendini suçlar. Siz hiç işsiz kaldığı için ekonomi bakanını suçlayan, misal, bir yazılımcı gördünüz mü? Kapitalizmde işsizseniz, mutsuzsanız, tükenmişseniz veya çocuğunuzun okul masraflarını karşılayamıyorsanız sorumlusu sizsinizdir.
Çok açık ki bugün üniversite eğitimi fırsatın temel belirleyicisi. Ve nüfusların çoğu yüksek eğitimli değil. Bu durum yüksek eğitimlileri, neredeyse otomatik bir şekilde, “ayrıcalıklı” kılıyor. Son 20 yıldaki şişmeye rağmen, Türkiye’de nüfusun sadece yüzde 13’ü lisans, yüzde 1,3’ü yüksek lisans ve yüzde 0,3’ü doktora mezunu. Yani yetişkin nüfusun yaklaşık yüzde 80’inin lisans diploması yok. Çünkü ortalama bir ekonomide bundan daha fazla diploma gerektirecek iş pozisyonu yok. Hatta lisans diplomasıyla işçi alan pozisyonların büyük bir kısmı diplomasız da (kısa bir eğitimle) yapılabilecek işler. Aslında ortada bir “fazla/gereksiz diploma” sorunu olduğu aşikâr. Ancak sınıf atlamanın ön koşulu diploma olduğu için herkes diploma peşinde koşuyor. Bu da diplomalı işçi arzını hızla arttırıyor (hatırlarsanız Merkel Türkiye’de 8 milyon üniversite öğrencisi olduğunu duyunca “üfff” demişti). Türkiye’de büyüyen diplomalı işsizlik, bir bakıma, rekabetçi meritokratik sistemin yarattığı bir sorun.
Herhangi bir toplumda, birilerinin doktor, mühendis, öğretmen, mimar vs. olması gerekir tabii ama birilerinin de çöp toplaması, çimento karması, paket taşıması, kasiyer olması ve temizlik yapması gerekir. Bakın bunlar bir tercih değil, zorunluluk. Üretim toplumsaldır. Ameliyat masasında kendini tanrı gibi hisseden bazı doktorların kibrini anlıyorum ama asla hak vermiyorum! Toplumsal fayda üretiminin bir takım oyunu olduğunu kabul etmeliyiz… Çöpçüler greve gidip çöp toplamazlarsa metropol şehirler birkaç hafta içinde yaşanmaz hale gelir. İnşaat işçileri şantiyelerde çalışmazlarsa, mimarlar kalkıp demir taşımayacağına göre, ekonomi çökme noktasına gelir. Pandemide adliyeler üç ay boyunca kapalı kaldı; tek bir dava bile görülmedi; banka avukatı kardeşim aylarca evde bira içip online alışveriş yapmaktan başka fazla bir şey yapmadı. Dünya avukatların üç ay boyunca çalışmamasından ne kadar etkilendi? Hiç etkilenmedi demiyorum; ama kargo işçileri, çöpçüler, market çalışanları, çiftçiler veya hemşirelerin (hipotetik olarak) üç ay boyunca çalışmıyor olmasına kıyasla daha az mı etkilenmiştir, daha çok mu? Siz de benim gibi daha az diyorsanız eğer, Ankara’dan bir avukat vergi rekortmeni olurken market çalışanlarının asgari ücret alıyor olmasını, tercihen demokratik ve kamusal bir tartışma yaparak, konuşmamız gerekiyor.
Buradaki önemli hususlardan biri de şu: Neoliberal kapitalizm insanların önüne eğitimi tek çıkar yol olarak sunuyor. Fakat çok açık ki bizim 55 milyon doktora, mühendise, avukata ve profesöre ihtiyacımız yok. Birilerinin (yüksek eğitim gerektirmeyen ama yapılmasa toplumun devam edemeyeceği) diğer işleri de yapması gerekiyor. Hal böyleyken, yani her meslek grubuna birbirini tamamlayıcı olarak ihtiyacımız varken, “üniversite diplomasını haysiyetli bir işin ve münasip bir hayatın (neredeyse tek) gerekli koşulu yapan bir ekonomik sistem ahmaklıktan başka bir şey değildir.”
Ayrıca, toplumsal statüler göreli olduğu için eğitim ile yukarı doğru sınıf hareketi eşitsizliklerin çözümü için hiç iyi bir yol değil… Herkes aynı anda CEO, doktor veya mimar ol(a)mayacağına eğitim ortalaması yükselse bile birileri yüksek eğitim gerektirmeyen işleri yapmak zorunda. Eskiden lise mezunlarının yaptığı işleri bugün yüksek lisans mezunları yapıyor, aynı göreli maaşa. Bundan daha saçma bir rekabetçi toplum modeli olabilir mi?
PEKİ NE YAPMALI?
Şüphe yok ki herkes çok yetenekli ve çok çalışanların öne çıktığı bir toplumda yaşamak ister. Çocuklarımızı, çalınan sorularla eğitim fakültesine yerleşmiş FETÖ’cü öğretmenlerin olduğu okullarda değil Galatasaray Lisesi’nde okutmak isteriz. Ameliyatımızı Özel Muhittin Ünüversitesi’nde paralı okuyarak mezun olan bir doktorun değil Hacettepe mezunu bir doktorun yapmasını isteriz. Her türlü mesleki kadrolarda kompetan insanların olmasını istemek gayet anlaşılabilir bir şey… Liyakat fetişizmini eleştirirken dişinizi su tesisatçıları çeksin önerisinde bulunmuyorum tabii ki. Sadece, toplumsal menfaat adına, su tesisatçılarının da dişçiler kadar (ya da en azından onlara yakın) saygınlık ve yaşam kalitesine erişebilmeleri gerektiğini öne sürüyor, bunun bir mücadele hattı olması gerektiğini düşünüyorum.
Geldiğimiz noktada meritokrasi, eşitsizliği meşrulaştıran bir ideoloji işlevi görüyor. Eğitimli zenginler kendilerini bir nevi aristokratik elit haline getiriyorlar. Medya ve ekonomik güç elitlerin elinde olduğu için toplumsal parçalanmışlık kendini yeniden üretmeye devam ediyor.
Bugün yükselen halk tepkisinin en güçlü kaynaklarından biri işçilerin meritokratik elitler tarafından hor görülüyor olması (bkz. Recep İvedik). TikTok gibi elit olmayan kitlesel mecralarda birçok işçi eğitimli insanlara öfke kusuyor. Doktorların, profesörlerin, mühendislerin, Boğaziçililerin, internet ünlülerinin yüksek egosu sosyal medyada alay konusu oluyor. Halktan yükselen bu tepki güncel siyasete de yansıyor. Meritokratik elitlerin küçümsediği gruplar, varoşlardan gelen liderleri bağırlarına basıyor. Bu da, Türkiye örneğinde gördüğümüz gibi, genelde sağ popülizm ile sonuçlanıyor.
Martin Luther King’in bir sözü vardır: “Bir gün toplumumuz temizlik işçisine saygı duyacak, çünkü çöpümüzü toplayan kişi, son tahlilde, en az hekim kadar önemlidir; zira o işini yapmazsa, hastalıklar kol gezer.” Pandemide bunun daha iyi anlaşılmış olması lazım. Kuryeler, hemşireler, market kasiyerleri, depo işçileri, çocuk bakıcıları, kamyon şoförleri… Bunlar çok kazanan ya da çok takdir gören işçiler değil. Tam tersine hor görülen işçiler. Eğer hasta yakını saldırısına uğrayan doktorlar haber oluyorsa (ki olmalı), aynı mağduriyete uğrayan depo işçileri, market kasiyerleri, motosikletli kuryeler de haber olmalı.
Biz, toplum olarak, vasıfsız ama olmazsa olmaz işleri yapan insanlara hak ettikleri itibarı iade etmeliyiz. İnsanların çoğunun üniversite derecesi olmadığını (ve olması gerekmediğini) hatırlamalıyız. Bu yüzden de, küçük bir eğitimli azınlığın değil, herkesin hayatını iyileştirmenin mücadelesini vermeliyiz. Çok net söyleyeyim, ben bugün bir çöpçünün bir bankacıdan daha saygın ve toplum için daha faydalı bir iş yaptığını düşünüyorum. Ama sırf üniversite eğitimi aldığı için bankacılar hem daha fazla saygı görüyor hem daha fazla maaş alıyor hem de mezeleri güzel mekanlarda kurulan rakı sofralarında havalarından ve kibirlerinden geçilmiyor.
Pek kişi bilmez ama “meritokrasi” terimini bir araya getiren Michael Young bunu ütopik bir ideal olarak değil bir distopya olarak anlatmıştı (bkz The Rise of Meritocracy, 1958). Fakat diğer birçok distopyada olduğu gibi Young’ın meritokratik distopyası da bizim gerçeğimiz oldu. Bugün aileler çocuklarını çok erken yaşlardan itibaren onları bekleyen meritokratik savaş için silahlandırıyorlar. Üniversite gezisine gelen lise öğrencileri daha üniversiteye girmeden yüksek lisansla ilgili sorular soruyor. Meritokrasi fetişinin ve aile baskısının en yoğun olduğu ülkelerden biri olan Güney Kore’de intihar yaşı 13’e kadar düşmüş durumda. Çocuklar en çok oyun oynamaları gereken yaşlarda bir kurstan diğerine koşuyorlar. Bunun sonucunda sosyal becerileri gelişmemiş, notlarını arkadaşlarıyla paylaşmayan, herkesi kendine rakip gören apatik bireyler ortaya çıkıyor.
Biz, diploması olmayan ama toplumsal hayata önemli katkılar sunan insanların hayatlarını daha iyi yapmanın yollarını düşünmeliyiz. “İş,” aslında, sadece para kazanmaktan ibaret değildir; topluma katkıda sunmak ve, belki, bunun için takdir görmektir. Hayat hedonik bir şekilde tüketim yapmaktan ibaret değildir. Hayatta arkadaşlık, aile, cemiyet, vatanseverlik gibi toplumsal değerler de var. Sandel insanlara, “ben bu ülkenin inşasına yardım ettim” diyebilmelerini sağlayacak işler, ücretler ve toplumsal itibar vermemiz gerektiğini söylüyor. Bu hissiyat bugün bizim toplumsal hayatımızda, maalesef, yok gibi bir şey. Meritokrasinin karanlık tarafı, özellikle eğitimli ve hali vakti yerinde insanlar için, yutması kolay bir hap değil. Ama üzerine konuşmaya değer bir mesele…
Kaynak: Farklı Bakış