MERHUM EĞİTİMCİ YAZAR NUSRET AYEMİR'İN "EĞİTİM SERENCAMIMIZ!" BAŞLIKLI YAZISI...

NUsret Aydemir: "Eğitim serencamımız ya da serüvenimize başlarken bazı öncelik ve öncülleri gözetmemiz gerekir kanısındayım."

MERHUM EĞİTİMCİ YAZAR NUSRET AYEMİR

Merhum Nusret Demir'in 15.09.2018 tarihine haber Duruş'ta yayımlanan yaısı...

?Elimde olsa tüm okullarda özgür ve eleştirel düşünme dersini mecburi kılardım.?

                                                                                                             (Aliya İzzet BEGOVİÇ)

                                                                                                       

Eğitim serencamımız ya da serüvenimize başlarken bazı öncelik ve öncülleri gözetmemiz gerekir kanısındayım.

Kabul etmek gerekir ki bir toplumun temel dinamiklerini sağlam bir zemine oturtmak için, onu oluşturan: siyasi, sosyal, dini, tarihi, kültürel, sanatsal vb. tüm dinamikleriyle birlikte düşünmek gerekir.

Bu nedenle, bir ülkenin eğitimini saydığımız kültürel ögelerden ve kadim zihinsel geleneğinden ayrı düşünürsek ya da tartışırsak sağlıklı ve ayağı yere basan bir perspektif, ufuk ve hedef belirleyemeyiz. 

Bu açıdan, halı hazırda uygulanan eğitim anlayışının başladığı tarihi ve kültürel değişimi iyi tahlil ederek, yapacağımız yeni eğitim kabulleniş ya da reddedişleri sağlam bir zemine oturtmak gerekir. Bence, bizim açımızdan köklü değişikliklerin yaşandığı bu tarihi süreç mihenk taşımız olmalıdır.

              Bilindiği gibi bu toplumda 17. Ve 18.yüzyılda belki de daha da eskilere götürebileceğimiz toplumsal, siyasi, kültürel nihayet eğitim dönüşümümüz şekillenirken; Bir yandan ll. Mahmut´la başlayan, Mustafa Reşit Paşa, Abdullah Cevdet, Celal Nuri, Doktor Nazım vb. batılı anlayışı savunan cenah ile ll. Abdülhamit Han´ın da desteklediği: Sait Halim Paşa, Mehmet Akif, Şemsettin Günaltay, Eşref edip, Elmalılı Hamdi Yazır, Efgani, Abduh, yakın zamanımızda ise savunagelen, Cemil Meriç, Hilmi Yavuz, Nurettin Topçu, Akif İnan gibi yerli İslami düşünce silsilesinin mücadele arenası şeklinde süregelmiştir.

Bu mücadele,1. Ve 2. Dünya Savaşının etkisiyle dünyada hakim olan, yeni düzen ve sistemin etkisiyle de , bahsettiğimiz batılı cenahın lehine sonuçlanmıştır. Ülkemizdeki kültürel gelişmeler ve toplumsal dizayn daha çok, Batılıların ve Batıcıların benimsediği, düşünce sistemi etrafında şekillenmiştir. Buna, arşivlerin yeni yeni açılmasıyla öğrendiğimiz, eğitim sistemimiz şekillenirken hangi Batılı devletlere ısmarlama sistem ve projeler yaptırıldığı da göz önüne alındığında, geldiğimiz noktanın durum tespiti daha iyi ortaya çıkar kanaatindeyim.

 Yalnız hep göz ardı ettiğimiz hayati bir durum var. O da yukarıda bahsettiğimiz batı düşünce sisteminin kaynağının 7. 8. Yüzyıl Ortaçağ Avrupa´sında oluşan Rönesans Hareketleri kaynaklı olmasıdır... Rönesans Batı´nın dünyevi kurtuluşu olmuştur. Batıda Hristiyanlığın ve Kilisenin skolastik hegemonyası bence doğal olarak Rönesansı doğurmuştur. Bence onlar açısından düşünüldüğünde doğurmalıydı da.

         Peki bu durumun bizimle ilgisi ne?  Batıda tüm bu gelişmeler yaşanırken, biz nasıl bir hal üzereydik? Batı  iliklerine  kadar  skolastik ortaçağı  yaşarken, bizde  Emevi  ve Abbasiler  döneminde  özellikle, El-Mensur, El-Memnu, El-Mutasım, Harun Er-Reşit vb. halifelerin döneminde, 5. Yüzyılda başlayıp 7. Ve 8. Yüzyılda kökleşen,  başta astronomi, tıp, felsefe vb. birçok alanda yapılan çevirilerin, eğitim serüvenimizin  temel taşlarından olan,  Nizamiye  Medreseleri üzerinden  sosyal ve kültürel hayata aktarılmasıyla Müslüman toplumlarda eleştirel düşünce ve hoşgörü ikliminin hakim olduğu,  bunun neticesinde   İbn- Sina, Farabi gibi birçok dehanın yetiştiği bir  atmosfer hakimdi.  Bu anlayış aşağı yukarı Osmanlının çöküşüne kadar sürdü. (Kaynak, Dimitri Gutas: Yunanca Düşünce Arapça Kültür)

              Ancak Ortaçağ Avrupa´sında yapılan tüm yeniliklere karşı kilise ve papazların istemezük tavrı takınması ve yenilikçilere karşı acımasızlığı Batıda dine karşı savaş şeklinde ortaya çıktı ve dini yok sayma tavrına dönüştü.  Batıdaki bu Ortaçağ algısı, Osmanlının yıkılışı ve Türkiye´nin kuruluşu esnasında hakim olan batıcı aydınlar üzerinden sanki   Avrupa´ya ait olan bu çağ kategorisi bize de aitmiş gibi kabul edildi ve laiklik üzerinden, ortaçağ kilisesinin skolastik anlayışı   ile bizdeki din algısı aynileştirildi ve dini hayatın dışına iten bir kültürel yaşantı ve eğitim anlayışı dayatıldı.

             Rönesans´ın, hep dünyaya bakan bir perspektife sahip olması, dünyanın merhamet yüzü olan insani, irfani değerleri insanlığın gündeminden çıkardı. Özellikle Rönesans´ın en büyük çocuğu olan sanayi devrimi ile birlikte emperyal çıkarlar için giriştikleri Pazar arayışı neticesinde kazanmak, güçlenmek için her şeyin mübah sayılması insanlığı hızla köle-efendi paradoksuna sürükledi. Artık dünyanın kültürel ve eğitim hayatı güç ve kazanç üzerinden algılanır oldu. John Taylor Gatto´nun ; deyimiyle,  Rockfeller , Fort ve benzeri vakıfların etkili olduğu eğitim sisteminin kendi endüstrilerine  hizmet edecek kitlelerin oluşmasına zemin hazırlayan  bir eğitim sistemini dünyaya dayattıkları gibi .

     Bu büyük ve tehlikeli süreç zaman içerisinde farkında olmadan tüm dünyayı insanın doğası olan ?olmak? yerine ?sahip olmak? düşüncesiyle karşı karşıya bıraktı. Eric From ?un belirttiği gibi âdem oğluna insan olma hasleti kazandıran temel insani değerlerden özgür olmak, merhametli olmak, hoşgörülü olmak, vicdanlı olmak, paylaşımcı olmak vb. özellikleri unuttu ya da unutturuldu. Bunun yerine; tahakküm ve tasallutu doğuran teknoloji sahibi olmak, güç sahibi olmak, mevki sahibi olmak, kariyer sahibi olmak gibi özellikler kaldı.

Böylece insanların şirazesi kaydı, insanların değerler kefesi havada kaldı böylece nesillerin ayağı yere basmaz oldu ve akılları bir karış havada kaldı. Olmayı unutup sahip olmaya odaklanan toplumların gerek öğrencileri gerek öğretmenleri gerekse ebeveynleri uygulanan sınav sistemleri üzerinden de test ile tost arasında sıkışıp kalmış, bir çaresizliğe ve alternatifsizliğe sürüklemiştir.

       Bu bizde neye mi mal oldu?

     Batı tandaslı eğitim sistemi ile tarihi dinamiklerine bağlı eğitim anlayışı arasında kalan nesillerimiz ne kendisi olabilmiştir ne de oluşturulmak istenilen şey olabilmiştir. Bu nedenle maalesef elimizde tarihte asılıp kalmışlar jenerasyonu var. Bu sorun sadece bizde değil dünyanın ekseriyetinde mevcuttur. Arafta kalmış bu jenerasyonu tekrar reel hayata indirmek, sosyal ve bilimsel hayatın içine katmak, değerleriyle ve kültürüyle barışık ve farkında kılmak için gerek dünyada gerekse ülkemizde birçok çalışma, araştırma ve çare bulma uğraşları verilmiştir, verilmeye de devam edilecektir.

     Esasında uygulanan sistem iyi ya da kötü olsun fark etmez. Yeni şartlara göre düzenli olarak geliştirmek gerekir. Bütüncül bir eğitim felsefesi oluşturmak için sadece yapılanları değil yapılması gerekenleri de hesaba katmak gerekir. Ve sürekli zihinsel üretim halinde olunması gerekir.

         İbn. Haldun?un dediği gibi: ?üretemezsen başkasını taklit etmek zorunda kalırsın.? Ayrıca değişim dünyanın değişmez kanunudur. Nietzsche bu konuda: ?Derisini değiştirmeyen yılan ölür.? der.

           Velhasıl bugün eğitim sistemimizin değişme ya da değiştirilme zorunluluğu doğmuştur. Ancak bunun nasıl olacağına gelince; tabi ki yapılan diyalektik ve tefekkürleri göz önüne alacağız. Bu konuda yapılan çalışmalara bigâne kalmayacağız. Velakin bunu biz tartışmalıyız, kendimiz karar vermeliyiz. Şimdiye kadar uygulanan çoğunlukla ısmarlama olan sistemleri bünyemizin kabul etmediği bir gerçektir.  Prof. Mustafa Tatar Hoca´nın deyimiyle; asıl bilgi kendi ürettiğinizdir.

           Toplumsal hareketlerin yayılması aynen okyanusun dibinden başlayan ve halkalar halinde tüm okyanusu kaplayan bir oluşuma benziyor. Bu nedenle kendimize ait olanla bir an önce bağlarını kurabilen, öncü, donanımlı bir gençlik oluşturmalıyız. Bu gençlikle ortak hikayemiz olan ve durumlara aynı perspektiften baktığımız bir gençlik olmalıdır. Bu gençlere kadim medeniyetimizin zihin kodlarını aşılamalıyız ki olaylara alışılmışın dışında orijinal bakabilen irfani bir yaklaşımları olsun.

       Mesela had bilmenin korkutup cebren sindirmek olmadığını hayatın düzeni için çalışmanın içinde olmalarının erdemini öğretmektir. Mesela çıkarın ve bencilliğin tüm duygularımızı istila ettiği bir çağda Maturidi´nin deyimiyle "İnsanın fıtratındaki asıl alışkanlığının başkasının çıkarını düşünmektir." gibi gibi? Örnekleri çoğaltabiliriz. Algılayan bir gençlik olmalıdır.

      Bu gençlik kadim medeniyetimizden süzülüp gelen, irfan yüklü ilkeleri olan bir gençlik olmalıdır. Çünkü ilkeleri olmayanların ufku da olamaz.  Aynı zamanda bu gençliğe, birbirlerine çelme takarak, birbirlerinin sırtına basarak değil, asıl olanın birbirini bir yere taşıma erdemini öğretmeliyiz.

Bu gençlik, gölge hayatların esiri olmayan öz güveni yüksek ve özgür ruhlu olmalıdırlar. Çünkü özgürlükçü düşünce olmadan pedagoji olmaz. Aynı zamanda neyin karşılığı ve hangi yüksek medeniyetin bakiyesi olduğunun farkında olma sorumluluğu ile yüklü olmalıdırlar. Rasim Özdenören üstadımızın deyimiyle, insanın kavrayış hudutlarının genişliği ve zenginliği anlamına gelen ´irfanı´ kendisine başat haslet yapan bir gençlik olmalıdır.

         Bu devirde böyle bir gençlik oluşturabilir miyiz? Dediğinizi duyar gibiyim.

         Evet zordur, hem de çok zordur, ancak emin olun ki bunu başarabiliriz. Yeter ki Ziya Baran Hoca´nın ?Da Vinci´yi Bırak Kendi Şifrene Bak.? kitabının isminde olduğu gibi eğitimciler olarak kendimizi keşfetme cesaret ve takatini kuşanalım. Çünkü görev biz eğitimcilerindir. Bu nedenle nesillerimize yaklaşım biçimimizi gözden geçirmeliyiz.  Bir defa biz eğitimciler, gönüllü nefer olmayı kabullenmeliyiz. Bakışımız: "Resmi işlemlerini tam yapan öğretmene teşekkür edilir. Bunu gönüllülük çalışmalarıyla taçlandıran öğretmene minnettar olunur." yaklaşımı şiarımız olmalıdır.

       İlla ki öğrencilerimize rol model olmayı başarmalıyız ve bunu sağlayacak bir duruşumuz olmalıdır. Çünkü Sokrat´ın deyimiyle: ?Atlar at olarak doğar ama insanlar, insan olarak doğmaz. Beşer olarak doğar insan olmayı öğrenir.? Birey hayatında ne kadar olumlu modelle karşılaşırsa o kadar insan olur. Bu yüzdendir ki  Allah model olsunlar diye sürekli peygamberler göndermiştir.

       Mesela sürekli öğrencilere tavsiye ettiğimiz empati, aslında bizim için daha fazla gereklidir. Onları tanıdığımızda, onların fıtraten nasihatten çok, konuşmaya ihtiyaçları olduğunu anlarız. Onlara, nasihat, yol-yordam dikte etmeden önce, onları dinleyip anlamalı ve tanımalıyız. Öğretmen, bu konuda Mustafa Tatar Hoca´nın: ?Konuşmak ihtiyaçsa dinlemek bir sanattır.? sözünü şiar edinmelidir.

         Öğretmen, sınıfı bir bütün olarak görmelidir ve sosyal hayatla ilintilemelidir. Nezir Gül Hoca´nın deyimiyle: ?Mahallenin delisi de velisi de var ve mahalle hepsiyle sıcaktır, yaşanılırdır. Toplumsal sorumluluğumuz, mahalleyi delisiyle de velisiyle de güçlü kılma çabasıdır ve kıymetli olan da budur.? Sınıfımızda bulunan değişik karakterli öğrencilere karşı biz öğretmenlerin yaklaşımı bu olmalıdır.

            Unutmayalım ki maalesef eğitime yönelişin çoğaldığı ancak eğitilmişliğin azaldığı zamanlardayız. Bu handikabı aşmanın çaresi aslında kadim medeniyetimizde en güzeli ve en naifi zaten var. Şöyle ki;

       Peygamber efendimiz gençleri tanımlarken: ?Onları maden gibi bulursunuz.? buyurur. Her madenin bir keşfetme ve ortaya çıkartma yöntemi var. Hz. Rasulullah´ın insanlara yaklaşım biçimi sorulduğunda, Hz. Aişe validemiz: ?O´nun yaklaşımı, devamlı ve ağır ağır yağan, yağmur gibidir.? buyurur. Unutmayalım sağanak yağış rahmet addedilse de sel olur, süpürür, bulandırır, toprağa geçmez, tohum yeşertmez yani rahmet olmaz. Bu konuda yüreğimiz geniş olmalıdır. Çünkü ufuklarımızın çapı yüreklerimizin çapı kadardır ve yüreğimizin kalibresini ele verir. Bu nedenle sabrı kuşanıp, sevgi, umut, merhamet kalibremizi   yüksek tutmalıyız. Sadece yüreğimizi de değil, gerekirse elimizi, evimizi, cebimizi de açık tutmalıyız ama en çok da gönlümüzü? Çünkü beyin sevgi ve mutluluk arar, bulamayınca sınırlarını kapatır. Oysa onlara ulaşabilmemiz için duyargaları bize açık olmalıdır. Öğretmenin yüreği o kadar açık olmalıdır ki öğrencilere baktığında; bu çocuktan ne olur ki, paradoksunu bir kenara bırakıp; bu çocuktan ne olmaz ki alicenaplığını takınmalıdır. Sınıf içi yaklaşım biçimimiz; yönetmeden yönetişmeye (istişare), dikte etmek yerine, meraklandırmaya ve çeşitlendirmeye yönelik olmalıdır.

             Öğretmenin öğrencilerin zekasını ölçerken, sadece onların klasik ve kısır anlayış olan, sorulara verdiği cevaplarda değil, sorduğu sorularda da aramalıdır. Böylece öğrencilerinde diyalektik yöntemi geliştirmiş olur.  Ama her şeyden evvel eğitim, kalbe dokunmaktır.

       Rabbim hepimizin kalbini açık tutsun İnşaallah.

      Nusret Aydemir