Kriz genelde istikrarsızlık yaratma potansiyeli olan; birey, grup, ülke ve hatta tüm dünya için tehdit oluşturabilecek durum yaratma özelliğine sahip anlar için kullanılan bir kavram. Bireyler için oluşan krizleri tanımlamak görece kolayken toplumlar ve daha büyük gruplar için oluşan krizleri tanımlamak zor.
Siyaset bilimciler, sosyologlar ve uluslararası ilişkiler uzmanları psikologlar kadar şanslı değil. Özellikle de uluslararası krizlerin eşiklerini tespit etmek, hangi türden gerilimlerin kriz olarak adlandırılabileceğini objektif bir kritere göre belirlemek imkansıza yakın.
Neyse ki elimizin altında geçmişte kriz olarak adlandırılmış, bazen savaşlara, bazen barışçıl çözümlere ulaşmış örnekler var da onlardan yola çıkarak krize kriz diyebiliyoruz. Yoksa tek kriter hissiyatımız olurdu. Pek çok olayın izahında olduğu gibi krizleri de bilgimizden ziyade önyargılarımızla anlamlandırırdık.
***
Gerçi örneklerimizi seçtiğimiz tarih de bambaşka bir “felsefi” tartışmanın alanı, seçimin de zeminin de masum olmadığı, içinde “iktidar” barındırdığı söyleniyor ama yine de iyi ki tarih var diyerek yazımızın konusu olan ABD ile Türkiye arasında yaşanan son krize dönelim.
Evet, bu her şeyden önce bir krizdi, iki ülke arasında silahlı çatışma çıkması potansiyelini içinde (şimdilik kaydıyla dahi olsa) barındırmasa da, ilişkilerde nihai kopuşu getirme olasılığı ciddi şekilde mevcuttu. Bir süredir yaşadığımız gerilimlerin, krizlerin en büyüğü, en ağır hasarı verebileceğiydi.
ABD ilk kez Türkiye’yi bu kadar açık biçimde tehdit etti, ilk kez bir ABD Başkanı, hatta bildiğimiz kadarıyla herhangi başka bir ülkenin lideri diplomasi dilinden bu denli uzak, bu denli rahatsız edici bir mektup yazdı. Üstelik gizli kalması gerekirken de basınına sızdırıldı.
Bundan çok daha hafifleri geçmişte büyük sorunların, hatta savaşların çıkmasına neden olmuştu. Mesela tarihe Ems Telgrafı olarak geçen ve Prusya Kralı Wilhelm ile Fransız Büyükelçisi Kont Benedetti arasında 13 Temmuz 1870’de gerçekleşen konuşmanın Başbakan Bismarck’a iletildiği telgrafın basına sızdırılması sonucunda Fransa Prusya’ya savaş ilan etmişti.
Türkiye tabii ki savaş ilan etmeyecekti ancak fevri tepki gösterebilir, krizin daha da tırmanmasına yol açabilirdi. Fakat Ankara tam tersini yaptı, mektubu yok saydı. Mantıklı düşündü, krizi en makul şekilde yönetti, çıkarlarını optimum düzeyde korudu.
Masadaki pazarlık pozisyonunu da güçlendirdi. Başlattığı operasyonu geçici durdurma şartıyla askeri acıdan varmaya çalıştığı hedeflerine siyasi açıdan varabileceği bir ortamın yaratılmasını sağladı. ABD Yönetimi PYD’nin bölgeden çıkacağını onlar adına taahhüt etti.
120 saatlik sürenin sonunda PYD çıkmamış olursa Türkiye’nin operasyonunu sürdürebileceğini kabullendi. Yapılan 13 maddelik ortak açıklamayla güvenli bölgenin Türkiye açısından önemli olduğu ABD tarafında teyit edildi.
Ayrıca Türkiye’ye karşı uygulanan ve uygulanması planlanan yaptırımların kaldırılacağı dünyaya ilan edildi. Üstelik tüm bunları konuşmaya ve Türkiye ile uzlaşmaya ABD Yönetiminin ikinci kişisi geldi.
Dünya medyası bu krizin yönetimi sonucunda ortaya çıkan durumu hiç hoşlarına gitmese de Türkiye’nin başarısı olarak gördü. Zaten hemen arkasından AB’nin önde gelen ülkelerinin liderleri tavırlarını değiştirmeye başladı.
Vurgulamak aslında gereksiz ama sorun henüz çözülmedi. PYD’nin önce Suriye sorunu haline getirilmesi, sonra da Türkiye’nin kendi Kürt sorununu çözmek için adımlar atması gerekiyor. Trump’ın ne yapacağı, ABD’nin iç dinamiklerinin ne şekilde gelişeceği ise hiç belli değil.
ABD’nin PYD/PKK’nın arkasında böylesine güçlü şekilde durması derseniz başlı başına bir sorun. Muhtemelen ABD ile Türkiye arasında oluşturulacak güvenli bölgenin sınırlarına ilişkin de tam bir mutabakat yok.
H H H
Fakat kabul etmeliyiz ki, krizin bu şekilde yönetimiyle ABD ile olan ilişkilerde önemli bir eşik daha aşıldı. Güç kullanarak elde edilebilecekler her açıdan daha az maliyetle diplomasi marifetiyle elde edilebilir hale geldi. ABD taviz vermeye zorlandı. Bölge denklemleri bir kez daha kurgulandı.
Başkan Yardımcısı Pence ve beraberindeki heyetle gerçekleşen müzakereler sonrasında yapılan açıklamalar da dengeliydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kazandığı, Türkiye’ye kazandırdığı başarıyı zafer olarak ilan etmemesi önemliydi. Umarım bu akılcı, diplomasiyi öncü kılan yaklaşım sürer, başka alanlara ve sorunlara da taşınır.
Temennim krizden ve harekattan çıkartılması gereken derslerin çıkartılması, özellikle kamu diplomasisi alanındaki açıkların kapatılması, dünyadaki Türkiye algısının değişmesi için çaba harcanması, hukukun üstünlüğü konusunda hiç kimsenin hiçbir kuşkusunun kalmamasının sağlanması. Bir de sivil savunmaya, pasif önlemlerin alınmasına daha fazla öncelik verilmesi…