25. 09. 2018 Salı
Özellikle genç okuyucularım romanın mahiyetini merak ediyor. Neden Osmanlı´nın romana ilgi duymadığını, romanla İslam´a hizmetin mümkün olup olmadığını öğrenmek istiyorlar.
Anlatmaya çalışayım?
Öncelikle belirteyim ki, romanın, hareket noktası teşhirdir. Kişiyi topluma, toplumu topluma, ya da aksaklıkları topluma teşhir eder. Bunun ise kaynağı baskıdır. Aristokrat sınıfın baskısı altında kalan Batılı aydın, isyanını bir biçimde ifade çaresi aramış ve romanı bulmuştur. Edebî bir üslupla isyanını kılıflamıştır. Söyleyeceğini sanat görüntüsü altında daha rahat söylemiştir.
Tabii her sanat gibi bunun da olumlusu, olumsuzu var. Toplum yararına da, zararına da kullanılabilir. Mesela Victor Hugo, romanı, toplum yararına kullanan bir yazardır. Sefiller isimli eseri ahlâk kitabı gibidir.
Bu da bize bütün sanat alanlarındaki gibi, romanın iyiyi, güzeli bulma yolunda değerlendirilebileceğini gösteriyor.
Osmanlıda roman yok. Bunun sebebi, romanın, doğum yeri olan Batı´da yüklendiği misyonda aranmalı.
Romanın Batı´daki misyonu teşhir, malzemesi ise aşırı tecessüstür.
?Roman mütecessis ve meraklıdır? diyor Cemil Meriç; her eve girmek, her aksaklığı, her kusuru bulmak ve her şeyi herkese göstermek iddiasındadır.?
Oysa İslâm´da hem teşhir yasaktır, hem kusurları ifşa, hem de aşırı ve gereksiz tecessüs.
İslâm´da teşhir yok, ifşa yok; bunun yerine tespit, isbat ve ikaz var: Osmanlı kendini teşhir ve ifşa etmekten kaçındı. Düzelmeyi tespitte, isbatta ve ikazda aradı.
Osmanlı´nın namus telâkkisi bütün aileyi, hattâ bütün toplumu mukaddes bir sır perdesine sarar ve toplum, sırrını, sadece nâmahrem olmayan nazarlara açar.
Osmanlı´da roman yok, ama onun yerine dört bin yıl öncesinden başlayarak eski devirleri, eski hayalleri güne taşıyan masalları, destanları var: Siret-i Anter, Bin-bir gece? Nihayet hepsinin aktığı ibret ummanı: Kıssal ve menkıbe...
Kıssalar Osmanlı´da fetih hamlesine dönüşürken, Batıda resme ve heykele dönüştü. Aragon Kralı Ferdinand, Endülüs Emevi Devleti´ni ayakta tutan gücün, dini salâbet (dayanıklılık, sağlamlık) olduğunu keşfetmiş, bunun kıssalar vasıtasıyla hayata geçtiğini görmüştü.
Hemen ülkesindeki papazları toplayacak, Müslümanlıktaki evliya menkıbelerinin ve kıssaların taklit edilmesini isteyecekti. Ve Hıristiyan sanatkârlar, uydurulan aziz hikâyelerini önce kiliselerde resme/heykele dönüştüreceklerdi.
Osmanlı´da heykel de yok: Çünkü Osmanlı, bediî zevklerde bile ebediyet arayan vahiy medeniyetine mensuptur. Dünyayı ?ahiretin tarlası? sayan bir kültürün çocuğu o. Fani zevkleri tatmin uğruna Yaratıcıya nisbet gibi bir gaflete düşmez.
Osmanlı heykel dikmek yerine ebedî âbideler dikmeyi seçti. Muhitini baştanbaşa çeşmelerle, kubbelerle, sebillerle, köprülerle, hanlarla, kervansaraylarla, aşhaneler, bimarhanelerle donatıp, bunların sürekliliğini sağlamak için vakıflar vücuda getirdi.
Onun nazarında ebedileşmenin ölçüsü faydasız bir heykel dikmek değil, bir mabede imza atmak ya da insanlığın hayrına hizmet edecek bir medreseye kubbe çakmaktı.
Osmanlı sanatkârlarının özenle yontup her birini sanat eserine dönüştürdüğü mezar taşlarında bile ebediyet emelinin yansımaları açıkça görülür.
Öte yandan, bugün müzelerde zevkle seyrettiğimiz şaheser beşiklerde insana verdiği değerin ölçüsü saklıdır...
Şu tespiti yapmakta mahzur yok: Osmanlı, ?Beşikten mezara ilim? emrine uygun olarak, san´atı beşikten mezara kadar bütün hayata yaymış, ancak faydacılığı esas almıştır.