Melâli kaldı…

D. Mehmet Doğan, vefat eden şair dostu Mehmet Ragıp Karcı'yı anlatıyor.

Melâli kaldı…

Haberi duyduğumda, Sözlüğün son tashihleri ile boğuşuyordum.

Kafam arı kovanı gibi… Uğultular ve vızıltılar arasında “samah” kelimesinin açıklaması ve italikle dizilmiş bir örnek:

“Samahlar yakalayacak gözlerinin küheylanları.”

Bu mısra Ragıp Karcı’nın.

Onu çok dinledik…Gözlerinin küheylanlarının dörtnala samahlar avladığına az şahit olmadık. 

Bazan medeniyetimiz üzerine keskin tesbitler, bazan biganeliklerin kızgınlığı ile öfkeye bulanmış eleştiriler… Boş beleş adamlardan, dâvasızlardan değildi; o yüzden asabiydi ve iddiaları vardı. Saz çalmadığı zamanlar konuşurdu. Güzel, yani kendine mahsus saz çalardı ve bilhassa bektaşî nefeslerini seslendirirdi. Ragıb’ın saz meclisi samahsız olmazdı…

Ragıp Karcı’nın dikkatlerini önemserdim. Dikkatlerinin mahsulü hassasiyetleri üzerine kurduğu tezlerini, her zaman katılmasam da ilgiye dinlerdim. Bu devirde fikir çilesi çeken, orta malı sözlerle yetinmeyen, hassasiyetlerini her şeye rağmen savunmaktan yılmayan kaç kişi ile karşılaşabilirsiniz ki? Bu soruya “çok” diyen çıkarsa, alnından öpeceğim ve o çoktan birkaçının ismini öğrenip peşine düşeceğim!

Türkü dinlediğim yahut bahsinin geçtiği her yerde Ragıbı hatırlamadan edemezdim. Bazılarımızın hafifsediği, duyunca burun kıvırdığı türküler onun baş tacı idi. Türkü üzerinden bir toplumu okumak, kaybolan bir medeniyetin izini sürmek, mazi olmuş bir hayatın ipuçlarını yakalamak ona mahsustu. Sonunda fikirlerini Türkü Dinleme Temrinleri isimli kitabında topladı. Onun türkü ile ilgili cümlelerini okurken zihnimden Neşet Ertaş’ın serazad bir şekilde yaptığı, fakat söyleyemediğini keşfediyor gibi oluyorum:

“Türkü yakılır, yakıldığı için de yakmak için yürek arar. Bu yürek bir pervanenin kanadı, bir aşığın sevgilisinin saçlarına takılı kalmış gönlü, bir yerlerde kapanmış bir yara olabilir. 

Türkü bir yerlerde kapanmış bir yarayı deşmiyor, bir gönülde bir yara açmıyor ve en önemlisi bir yaraya merhem olmuyor ve daha önemlisi İsmail’in kurduğu gibi sırtlanıp Bozteye’ye çıkmayı hayal ettirmiyorsa neye yarar.”

Ragıp Karcı düşünmekle, konuşmakla ve yazmakla kalmadı, şiirlerinde de dile getirdi bu meseleyi:

“Ne biz türküleri bırakırız ne türküler bizim yakamızı...”

Ragıpla beraber olduğunuzda, bir taraftan şiir, diğer taraftan musıkî ile hemhal olurdunuz. Divan şiiri, Ragıb’ın vazgeçilmezlerindendi. Büyük bir divan şiiri antolojisi üzerinde çalışıyordu. Mevcut antolojilerin dışında kalmış bir hayli önemli şair vardı. Hem türkü hem gazel, birçoğuna tezat gibi görünür. Aslında çelişki filan yok. Bir medeniyetin farklı tezahürleri bunlar. Bizi asırlarca besleyen iki lirizm çeşmesi, Karcı bu pınarlardan ikisinden birden içmeyi becerebilen nadir şahsiyetlerdendi. 

Türkülerin bin yıllık melâl alemine nüfuz ettiği gibi, divanların esrarlı dünyasında serazat gezinen bir kalem ehli idi. Türkü dinlemenin kılavuzunu yazdığı gibi divan şiirinin uçsuz bucaksız güldestesini derliyordu. Az ve öz yazdı. Üç şiir kitabı yayınladı. Bazı mısraları türkü oluyor, bazı mısraları gazelleniyor veya bercesteye çekiyor. 

Öyle bir zamandayız ki mûsıkî sesimizin, nefesimizin gerisinde; ruh idrakimiz körelmiş, klasiğin lâfı çok, bugüne muhatap icrası yok. Sesimizdeki yabancılaşma, ezgimizdeki sığlaşma, sözümüzdeki mânasızlaşma şiirimizi çıkmaza sokmuş. Cazla, popla hemhal olarak gerçek türkçe şiir yazılamaz!

Melâlimizi derinden hissetmeyen hiçbir şairlik müddeisi kalbimizin derununa hitap gücüne erişemez. Zamanımızda kendini okutan şiir, anlamı ürpertilerle hissettiren söz nerede? Şiir haysiyeti, mûsıkî haysiyeti olmayan kötü örneklerle kuşatılmış durumdayız!

Şiir toprağımız son asırda gayri tabiî müdahalelerle –tâbiri caizse sentetik gübrelemelerle, hormonlarla, hibrit tohumlarla- çoraklaştırılmış, bet bereket kalmamış…

Ragıp Karcı bu dünyadaki hamulesiyle göçtü, geride melâli kaldı…