Sait Alioğlu, geçtiğimiz günlerde vefat eden değerli Müslüman ve eğitimci Mehmet Doruk'la ilgili, kendi şahitliğini yazdı.
"Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm / Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm."
(Erdem Bayazıt)
Hani bir söz vardır. Genellikle iyi insanlar için söylenir; kendileriyle belli ortamlar paylaşılan, yaklaşık olarak aynı komlar üzerinde mutabık kalınan; kederde,tasada ve sevinçte aynı duygulara sahip olunan insanlar için; "geç bulduk, tez kaybettik" diye...
Biz, bu yazımızda, nasıl ve ne şekilde ve 'kimlerin marifetiyle'' ortaya çıkmış olura olsun; 21. Yüzyılın, özellikle de birkaç ayın vebası olarak tanımlayabileceğimiz Covit-19 salgınında vefat eden birçok insan gibi,Mehmet ağabeyimiz, yani Mehmet Doruk'ta vefat etmişti. Onun vefat haberini alır almaz, onunla yaklaşık iki, üç yıllık 'abi, kardeş ilişkisi içerisinde' sürdüğüne inandığım dostluğumuza binaen bir yazı yazıp onu hayırla anmayı düşündüm.
İnşaallah, bu yazımız, istenileni vermiş olsun. Amin...
Aranızda belli bir yaş, görüş, kanaat ve hatta yaşayış farkı olan, ya da hemen, hemen "aklın yolu birdir" fehvasınca, aynı düşünceleri üretip değerlendirdiğiniz, ama iş bu ki, birbirinizin adına sanını bilmediğiniz; belki yolu, izi, sizin yolunuz ve izinizle çakışmış ve belki de hiçbir mekanda karşılaşma, tanışma, görüşme e kaynaşma imkanınızın olmayacağı kişilerle, bir bakmışsınız ki, tanışmış, kaynaşmış ve bir olmuşsunuzdur.
İnsanın ömrü boyunca, böyle manzara ile karşılaşmayacağı gibi, hiç beklemedik bir anda, zamanda, takdir-i ilahi olgusu içerisinde, bir kişi, ya da kişilerle hemencecik tanışıvermiş olabilirsiniz...
Zaten, insan, kendi hayatını, geriye doğru safha, safha düşünüp gözden geçirdiğinde; çocukluğundan, en son yaşadığı ana kadar, uzun ve kısa zaman dilimleri içerisinde; kendisinin bir dahli olmadan birçok kişiyle tanış olduğu, hemhal olduğu; bu açıdan yarar ve zarar gördüğü; hiç mi hiç,asla var olan ilişkisini koparmadığı, ama bunun yanında, var olan ve süren ilişkinin bir an önce bitmesini istediği insanlarda vardır ve olmuştur.
Mehmet Doruk ağabeyle, şunun şurasında iki yıldır tanışıyorduk. Ama o iki yıl, Mehmet ağabeyin anlatmış olduğu değerli ve içerisinde birçok sosyolojik, ideolojik, kültürel ve en önemlisi de İslam'a ait,belki de hiçbir kitapla, aranılıp da bulunamayacak türden nadide bilgiler, bana miras kaldı desem, inanın ki abartmış olmam!
Mehmet ağabey, bir hafıza idi. O da, som altından yapılmış evladiyelik bir hatıra kabilinden..
O, kendinin vermiş olduğu bilgiye binaen söylersek; Urfa ile tarihsel bağları bulunan; Adıyamanlı bir Kürt bir anne ve yine aynı bölgenin insanı olan Türk bir babanın oğlu olarak hayata gözlerini açmıştı. Belki sistematik ve akademik değildi, ama yaşadığı bölgenin bir gerçeği olan aşiret konusunda ciddi bir bilgi birikimine sahipti.
Ağabey sayardı; anasının bir mensubu bulunduğu Canbeyli(Urfa, Adıyaman, Cihanbeyli) aşiretinden tutun; Malatya ikliminde önemli bir yeri bulunan Dıréjan'a(Uzunlar) oradan İzollara kadar, yeri geldiğinde, adeta, çetele tutmuş gibi, konu ile ilgili bilgileri aktarırdı.
Bölgenin sosyolojik yapısına dair bilgiler, her ne kadar kitaplarda, çalışmalarda varsa da, Mehmet ağabeyin anlattıkları, işi daha da gelişkin kılıyordu. Evet, konuya dair bilgiler, kayıt altına alınmış olsa da, onları, birisinden şifahen dinlemekte iyi oluyordu. Zira kültürümüz bize şifahi yollarla bize ulaşmıştı.
Ama 'İslam içre' devrimci mücadelesine ve topyekun bir mücadeleye dair bilgilerin, anlattığı safhalar hariç, yazılı bir belge olarak elde kalmasına yönelik, bizzat, bu garibin, 'abi, bunları sesli olarak kayda geçirelim, sonra da çözümleyip yazıya dökelim' teklifimi ve belki de birçok tanıdığının, arkadaşının, dava arkadaşının, bu türden tekliflerini es geçmişti. Bir müddet sonra, bende konuda sürdürdüğüm ısrarımdan vazgeçtim. Ki, ne demişlerdi; "Israr etmek boşuna, elden bir şey gelmiyor!"
Onu da anlamak gerekirdi diye düşünmediğimde olmadı. O da, Mehmet ağabeyin yetmiş'e merdiven dayamış olması, hastalığı, İstanbul'a bağlı, ama merkeze bir hayli uzak olan bir yerde(Silivri) çocuklarının yanında kalması; eşinin, kendisinden önce vefat etmesi; onun hatıralarıyla yaşayıp hayata tutunması kabilinden birçok olgu, hakikat sonucu, o, hayatı ve mücadelesi ile ilgili bilgileri, şifahen ve anlatma yoluyla yerine ulaştırmaya çalışıyordu, kim bilir...
Mehmet ağabey, yaşayan, canlı bir tarihti. Yetmişlerden başlamak üzere, Türkiye İslami hareketinin, tüm safhalarını satır, satır bilen, İstanbul'da sürdürdüğü yüksek öğrenim hayatı da dahil, o hareket içerisine kalıp sebat edip mücadele veren; daha sonra ise, ailesinin maişetini temin ve öğrencilerine alanıyla ilgili 'nitelikli' bilgiler sunarken, bir yandan da, söz bir yerinden bağlayıp İslam'a getiren ve ders yoluyla İslam'ı öğrencilerine aktaran ve anlatan bir öğretmen olarak Malatya'da uzun bir dönem eğitim camiası içerisinde öğretmen olarak bulunmuştu. O, birçok kişinin öğretmeni, hocası idi, benimde hocam sayılırdı. Aynı zamanda o, benim için her şeyden ziyade katıksız bir ağabeydi.
Mehmet ağabeyle nasıl tanışmıştık sahi? Hasbelkader yazı yazma durumunda kaldığım Özgün İrade Dergisi'nin de bir üyesi olduğu Çıra Yayınları'nda ve birde değerli arkadaşların, sürekli olarak buluşup, görüşüp kaynaştığı AKDAV'da...
Orası, birçok kişi için olduğu üzere, Mehmet ağabeyle, en azından haftada bir gün, o da cumaları, namaz sonrası, yemek faslı bittikten sonra, çay içmek ve "İslami hareket, İslamcılık, İslam davası, aşiret sosyolojisi ve genel geçer durumlarla ilgili olarak muhabbetin belini kırma sadedinde, ağabeyimizle bir araya gelirdik.
Bu muhabbetimiz, daha sonra ise, gün için, çoğu kez de ikindi sonrasına, hatta akşam vaktine kadar Çıra Yayınları'nda, değerli dostlarımız olan kardeş ve ağabeylerimizin de katılımıyla sürüp giderdi. Ama kurum içerisinde, kendimize ait, yapmamız gereken işlerimizi de aksatmadan...
Ayıptır söylemesi, ama rahmetli Mehmet ağabey ve birçok dostumuz, arkadaşımız, demlediğim çayı beğenirlerdi.
Mehmet ağabeyle, ele aldığımız sosyal konular içerisinde, en çok Kürt sorunu olurdu. Zaten, hem onun ve hem de benim aşiret olgusuna yönelik görüşlerimiz, ister istemez kendine bir alan buluyordu. O da Kürt sorunu idi.
Muhabbetimiz, bazen Kürtçe devam ederdi. Onun, Malatya, Adıyaman yörelerine has bir üslupla, kelimeleri ağızda farklılaştırarak konuşması, aramızda vukubulan Kürtçe muhabbetimizi de farklı kılardı.
Onunla konuşmalarımızda, konu ile ilgili olarak, Kürt sorununun çözümü için, basit, ama gerekli, hatta elzem olan bir konuya parmak basmaya çalışıyordum. O da, baştan belli bu topraklarda devlet kurucu unsur olarak Türk unsuru ile birlikte anılması gereken, o olmayınca, ne toplumsal birliğin oluşacağı, ne de sağlıklı bir yapının oluşacağı Kürt unsuru idi.
Yani, adalet, hakkaniyet, birliktelik ve anayasal zemin içre, anca beraber, kanca beraber Türk ve Kürt halkının birlikte olacağı, bir arada bulunacağı bir birliktelik ve birlik olmadan, var olan sorunun devam edeceğini ısrarla belirtmeye çalışıyordum.
Mehmet ağabey, hem bu sözlü olarak kendisine aktarmaya çalıştığım ve hem de Kürt sorunu başta olmak üzere, birçok sosyal konuda yazıp çizdiklerini okuyor; eleştiri ve önerilerini, bana iletiyordu. Onun eleştiri ve önerileri, benim için bir ders hükmündeydi.
Kürt sorununa yaklaşımın konusunda, Mehmet ağabey, bana "sen, bu konuda farklı düşünüyorsun" derdi. Yaklaşımımı özgün bulur ve beğenirdi. O da, bu ülkenin iki aslî unsuru olan Türk ve Kürt halkının, hemeen her alanda, tam eşitlikçi bir bakış açısıyla var olan sorunun çözümlenebileceğini ısrarla dile getirmemden hareketle, var olan bir farklılığa vurgu yapardı.
Başka türlüsü de pek mümkün görünmüyordu. Anca beraber, kanca beraber! Kıvançta ve tasada aynı duygu ve düşünce. Ama her halkın, kendine özgü doğal durumunu da dikkate alarak.
Mehmet ağabey, eskimeyen medeniyetin yeniden tesis için şiirin dilini kullanan Sezai Karakoç hayranı bir insandı. Karakoç'u herkese anlatmaya çalışır, o konuda gençler üzerinde etkili olmaya çalışırdı. Birçok tanıdığını, üstatla tanışsınlar diye, Diriliş'in bürosuna götürürdü.
Eğitimin dilini, bir eğitimci olarak iyi kullanmaya çalışır, çevresine örneklik etmek için gayret gösterirdi.
Eğitimci olduğu için yeniliğe yatkın, ama özellikle de dini konularda var olan geleneği, yani geleneğin sahih olanını korumaya, kollamaya çalışırdı. Konu ile ilgili birçok 'rijitliğe' pek pirim vermez, sıcak bakmazdı.
Mehmet ağabey, sonuçta her yönüyle bir insandı; doğrusu ve yanlışı ile.Ondan alınacak birçok ders vardı. Ben, şahsen, ondan birçok ders aldım. Aslında almaya da çalışıyorum.
Vefatından önce, eskiden olduğu üzere okuma eylemini devam ettiriyordu. En son, şehid Seyyid Kutub'un Fizilal'il-Kur'an adlı tefsirini tümünü okuduğunu söylemişti arkadaşlar.
Zaten ilim öğrenmek mümin ve mümineler için farzdı. Ki, beşikten mezara kadar ilim, bizlere farz değil miydi?
O da, ona uymuş, ömrünün son gününe kadar ilimle, kitapla ve kelamullah ile hemhal olmuştu. Ki, ne güzel, en güzel zenginlik olan -Kur'an zenginliğine nail olanlara! Kur'an sofrasında diz çöküp oturana!
"Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul, zurna az" derlerdi eskiler. Bizde, anlamaya çalıştık Mehmet ağabeyimizi, merhumu.
Onunla ilgili olarak şahitliğimiz şimdilik bu kadar olsun. Ama icap ederse, onunla ilgili bazı anekdotları da, elden geldiğinde aktarmaya çalışır, onlardan da ders çıkarmaya gayret gösteririz.
Biz, ona şahittik. Rabbim ona rahmetiyle merhamet eylesin.