Tarih: 16.04.2023 18:02

MEHMET AKİF’İN DİLİ VE DİLE YAKLAŞIMINA DAİR

Facebook Twitter Linked-in

Dil, bir milletin ana yurdu olup, milletin düşünme biçimi, yaşam tarzı, hayata bakışıdır. Aynı zamanda dünyayı algılama biçimi de dil ile birleşiktir. Dil bir milletin bütün kültür kodlarının toplandığı ortak bir havzadır. Millet olma bilincinin, manevi değerlerin oluşup gelişmesi, sanat, gelenek ve göreneklerin sığınağı da dildir. Dil, kültürün içinde toplandığı, kültürü koyup muhafaza eden ve bir sonraki kuşaklara aktarılmasını sağlayan büyük bir yapı ve sığınaktır. Bir edebî metnin anlaşılıp yorumlanabilmesi öncelikle kullanılan dilin anlaşılmasından geçmektedir. Çünkü metnin malzemesi dildir, onun için metni inceleme ve değerlendirmeye önce dilden başlamak lazımdır.

Edebiyatın temel malzemesi dolayısıyla şiirin temel malzemesi de dildir. Akif de bu malzemeyi tabir caizse bir kuyumcu titizliğiyle inceden inceye işleyerek eserler ortaya koymak suretiyle edebiyat ve fikir dünyamızın ileri gelen bir şahsiyeti olmuştur. Mehmet Akif Ersoy şiire, 1895-1896 yıllarında edebiyat dünyasının Servet-i Fünun hareketinin geniş yankılar yaptığı dönemde başlamıştır. Akif, ilk şiir denemelerini Mektep ve Resmi Gazete gibi dergilerde yayımlamış, ancak şair bu şiirlerini fazla ciddiye almayarak 1908 yılına kadar bu yazdıklarını yayımlamamıştır. Ersoy, 1908 de çıkarmaya başladığı Sırat-ı Müstakim adlı dergide “Safahat” üst başlığıyla yayımladığı şiirlerle tanınmaya başlamıştır (Parlatır, 1986).

 Mehmet Akif, edebiyat tarihimizde, ortaya koyduğu manzum, nesir ve fikirleriyle oldukça önemli bir yere sahip büyük bir şair, yazar ve düşünce adamıdır. Ersoy aynı zamanda Türkçeyi kullanma hususunda da oldukça yetkindir. Eserlerini yazarken de oldukça sade ve doğal Türkçenin seçkin ve özgün örneklerini vermiştir (Küçük, 2014).

Mehmet Akif’in en büyük avantajı gerek Anadolu, gerekse Rumeli insanlarıyla iç içe olmasıdır. Böylece yaşayan Türkçe, şive ve yerel kültürlere hâkim olmuş ve bütün Türk halkının konuştuğu Türkçeye hâkimiyetini de sağlamıştır. Bu da eserlerine olumlu olarak yansımıştır. Akif, yalnızca İstanbul’da konuşulan dil ve Türkçeyi kullanmamış, bir halk adamı olarak halkın içindeki geniş yelpazeli bir çevrenin, bununla beraber memuriyeti gereğince gezdiği Anadolu ve Rumeli halkının kullandığı kelime ve deyimleri de onların şivesiyle eserlerine aktarmıştır. Ersoy’un eserleri de bulunduğu zengin ve çeşitli halk toplulukları gibi, edebî dildeki en zarif kelimelerden ifade tarzına, hatta argoya varıncaya kadar halkın kullandığı anlam ve şivede yer edinmiştir (Küçük, 2014).

 Mehmet Akif Ersoy’un eserlerine bakıldığında, konuşulan, yaşayan Türkçenin bütün özellik ve zenginliğinin estetik bir şekilde dile getirildiği görülmektedir. Tartışılmakta olan dilde sadeleştirmeyi ise sözde bırakmayıp eserlerinde bizzat tatbik etmiştir. Ersoy daha çok şair olarak bilinmekle beraber nesirlerinde de aynı üslubu kullanan bir sanatkâr ve mütercimdir. Aynı zamanda coşkulu, samimi ve gerçekçi bir hatiptir. Ancak gerek şiirleri gerekse nesir ve tercümelerinde tasannu kaygısı gütmemiştir. Bu yaklaşımını Kur’an meali çalışmasında da ve konuştuğu Türkçe ile de ortaya koymuştur (Uluçay, 2014).

Ersoy, edebiyat tarihinde manzumları, nesir ve fikirleriyle önemli bir yere sahip olduğu gibi dil ve üslup açısından da oldukça dikkat celbeden bir şair ve nasirdir. Tamamen yapay ve çetrefilli bir dil içeren Servet-i Fünun edebiyatından gerçek ve yaşayan bir Türkçeye geçiş aşamasında Mehmet Akif’in önemli bir yeri vardır. Ersoy, eserlerinde en tabiî, temiz ve gündelik Türkçenin örneklerini ortaya koymuş, sokakta, evde, mahallede konuşulan, yaşayan Türkçeyi bütün özellikleri, zenginliği ve güzelliğiyle şiirimize taşımıştır. Manzum ve nesirlerinde halkın doğal ifade biçimini yansıtmıştır.

Ersoy, her hâlükârda dilin sadeleştirilmesi gerektiğini savunmuş, bunun tek ölçüsünün de ‘halkın konuştuğu, yaşayan dil’ olmasını gerektiğini ileri sürmüştür. Ancak Ersoy, çağının dil akımlarından olan Servet-i Fünûn mensuplarının çetrefilli, süslü ve ağdalı dillerini beğenip tasvip etmediği gibi Tasfiyeciler’in yaklaşımlarını da beğenmemiştir. Asırlarca yaşayarak, konuşulup yazılarak, işlene işlene günümüze kadar gelmiş olan, halkın da kabul etmiş bulunduğu dili benimsemiştir. Akif’e göre, ifrat ve tefritten uzak, orta yollu ve kabul edilebilir bir tutum olmalıdır ki bu yolda şudur:

“Evet, lisanın sadeleştirilmesi farzdır. Gazetelerde zabıta vukuâtı öyle ağırbir lisanla yazılıyor ki, avam onu bir duâ gibi dinliyor. “Mehmed Bey’in hânesine leylen fürceyâb-ı duhûl olan sârık sekiz adet kalîçe-i giranbahâ sirkat etmiştir.” Deyip de “Mehmet Bey’in bu gece evine hırsız girmiş, sekiz halı çalmış” dememek adeta maskaralıktır. Avamın anlayabileceği maânî avamın kullandığı lisan ile eda edilmeli; lâkin bir icmâl-i siyasî Çağatayca yazılmamalı. Çünki iki taraf da anlamayacak.” .” (Akif, 1910)

II. Meşrutiyet döneminde en çok tartışılan konularda birisi de ‘lisanın sadeleşmesi meselesi’ dir. Bu konuda da maalesef birçok konuda olduğu gibi ifrat ve tefrit yaklaşımları ortaya çıkmıştır. Bu tartışma ortamını Eşref Edip,: “Kazanlı Ayaz İshak, üstada dayanarak (Akif’in Türkçesine karşı) Servet-i Fünûn’cuları bombardıman ediyordu. ‘Türk lisanının fesahati, Arabi ve Farisi lisanlarının cevâhir-i güzîde-i elfâz ve esmâr-ı percîde-i meânîsi ile temin edilebileceğine kani olan Ali Nüzhet ise muarız bir cephe almıştı.”(Edib, 2011) şeklinde ifade etmiştir. Mehmet Akif Ersoy ise bu tartışmalardaki aşırılıkları şu şekilde ortaya koymuştur.

“Geçenlerde lisanı tasfiye edelim yahut etmeyelim meselesi meydan aldı. Her iki fırka o kadar ileri gitti ki aralarını bulmak kabil olmadı. Evet, bir kısmı rahmetli Veysî’nin devrini ihya etmek istiyor. Diğeri de Mâverâünnehir’den Osmanlılar için pek yeni olan hiç işlenmemiş, yaratıldığı gibi kalmış bir lisan getirmek hevesine kapılıyordu. Her iki taraf bir yığın davalarla, delillerle ortaya atılarak zaten tezebzübten kurtulmayan efkârımızı büsbütün karıştırdı. Lisanımızı da, şivemizi de imlâmızla omuz öpüşecek bir hâle getirdi”(Akif, 1910).

Dilin sadeleştirilmesi konusunda Kazanlı Ayaz da bütün Türklerin fikrî gelişmelerinin sağlanabilmesi, halkın menfaatlerinin gözetilmesi için bunun elzem olduğunu ifade etmiş ve lisanın halk tarafından da anlaşılabilecek düzeyde sadeleştirilmesi gerektiğini savunmuştur. Ancak bu şekilde cahil halkın aydınlatılarak cehaletten kurtarılıp medeniyet fikrimizin birer muhafızı haline getirilmesinin mümkün olacağını ifade etmektedir.

“Şunun için bizim Türklerin arasında (nerede olursa olsun, gerek Rusya Türkleri, gerek Osmanlılar arasında) bir fikrin terakkīsi için en büyük şart varsa o da avâmın menfa’atini gözetmekdir. Tabî’î bütün efkârın anlaşılmasının sebebi olan dilde de, bütün efkârın tercümânı olan edebiyâtda da bu şart icrâ edilecek, bu fikir ta’kīb edilecekdir: Lisânın avâm anlar derecede sâdeleşdirilmesi!...İşte şu sâde lisân sâyesinde biz şimdiki câhil avâmın fikrini açmak ve onların uyumuş dimâğlarını hareket etdirmek ve onları mâni’-i terakkī değil, efkâr-ı medeniyyemizin muhâfızı yapmak istiyoruz” (Ayaz, 1909).

Bu sadeleşmenin gerçekleşmesi sürecinde Ersoy, ifrat ve tefrit yaklaşımıyla Türkçeyi Farsça ve Arapçanın kelimelerinden/kavramlarından kurtaralım derken, bu seferde yaşayan Türkiye Türkçesinde hiç kullanılmayan halkın tamamen yabancısı olup duymadığı Çağatay lehçesinden de kelimeler almanın/aktarmanın, böyle bir teşebbüste bulunmanın da bir maskaralık olacağını ifade etmektedir. Bilhassa gazetelerin, herkese hitap eden bir yayın organı olması nedeniyle halk diliyle yazılması gerektiğini savunmuştur. Akif buna örnek olarak da Kırım’da çıkan Tercüman gazetesinin dilini örnek göstermektedir. Adı geçen gazete Osmanlı Türkçesinin iyi taraflarını almak suretiyle dilini geliştirerek o civardaki Türklerin Türkiye Türkçesine alışmalarını sağlamıştır. Ersoy, ‘Hasbihal’ başlıklı “Mekteplerde lisan derslerinin öğretim yöntemleri” konulu bir makalesinde de konu ile ilgili olarak: Türkçenin başlı başına bir lisan olmayıp, Doğu’nun en önemli iki lisanı olan Arapça ve Farsçanın yardımıyla var olduğunu ifade ederek; kim ne yapmak isterse yapsın, müfritçe yaklaşımlar, köklü bir tasfiyeye taraftar olanların bütün uğraşlarına rağmen bu iki lisandan Osmanlılara geçen kelimeleri tasfiye etmenin ne şimdi ne de daha sonra mümkün olamayacağını ifade etmiştir (63 Mehmet Akif Külliyatı, [Hazırlayan: İ. Hakkı Şengüler] İstanbul, 2000, c.V, s.77). Timurtaş’a göre, doğrudan doğruya dil konusundaki yazılı görüşlerine dayanmamakla birlikte farklı ortamlardaki konuşmaları, hatıraları, manzumeleri, makaleleri ve daha da muhimi uygulamalarından hareketle Ersoy’un dil ve dil konusundaki görüşlerini şöyle maddelemek mümkündür:

 a. Türkçe başlı başına bir dil olmayıp Türkçe, Arapça ve Farsçadan müteşekkil bir lisandır.

b. Dil ne kadar sadeleşirse sadeleşsin, Arapça ve Farsçadan alınan kelimelerin birçoğu Türkçe içerisinde yaşamaya devam edecektir.

 c. Her dilin bir şivesi olduğu gibi, Türkçenin de kendine has bir şivesi, milli bir vakarı vardır.

d. Türk unsurları arasında bir dil birliği sağlanacaksa, bu ancak Türkiye Türkçesi temelinde olabilir.  

e. Dilimizin sadeleştirilmesi bir mecburiyettir ve gereklidir.

f. Dilin sadeleştirilmesi konusunda temel ölçü, ‘halkın lisanı ve yaşayan Türkçedir.

g. Bir kelimenin sadeleştirilmesi gerekli hale gelmedikçe, o kelimeyi sırf Arapça ya da Farsça olduğu için sadeleştirmek lüzumsuzdur.

 h. Sadeleştirme ve yenileştirme işi her eli kalem tutanlarca değil, mutlaka dil uzmanları tarafından yapılmalıdır.

 i. Dilin sadeleştirilme işi bir anda değil, uzun bir zaman içerisinde ve tabi mecrasında gerçekleştirilmelidir.

Akif, Servet-i Fünun edebiyatının mahsulü olan sunî, soğuk, çetrefil ve bunaltıcı dilinden yeni edebiyatımızın sıcak, gerçek ve yaşayan Türkçesine geçiş süreci içinde önemli bir yeri bulunmakta olup, eserleriyle en temiz ve en tabii Türkçenin güzel örneklerini vermiştir. Aynı şekilde halk deyimleri ve kelimeleri de yine onun eserlerinde çokça geçmiş, yine diyalog şeklindeki manzum yazılarında da halkın en tabii ifade ve şive tarzlarını başarılı bir şekilde ortaya koymuştur. Ersoy, gerek dilin sadeleştirilmesi gerekse yaşayan Türkçenin edebiyat dili olarak kullanılması bakımından en çok hizmet etmiş Türkçecilerimizdendir (Timurtaş, 1997).

Ersoy, sadeleştirme konusunda sadece şiir ve nesirlerinde değil Kur’an-ı Kerim mealinde de aynı yaklaşımını devam ettirmiştir. Yaptığı çevirilerde gittikçe bir sadeleşmenin olduğu görülmektedir. Öyle ki Ersoy, Kur’an Meali için yaptığı sözleşme gereğince, yaptığı bazı tercümelerin müsveddelerini İstanbul’a gönderdiğinde, Elmalılı Hamdi bunları okumuş, çok güzel, selis ve sade olduğunu, fakat ‘cezâlet’ konusunda zayıf kaldığını ifade etmiştir. Ersoy da bunun üzerine;’Evet, doğrudur, cezâlet itibariyle böyledir. On sene evvel yazsaydım cezâlet olurdu. Fakat bugün lisanda sadeliğe doğru büyük tahavvül var. Onun için cezâletten ziyade sadelik cihetini iltizam ettim.”diye cevaplamıştır (Fergan, 2011). 

Hatta öyle ki Ersoy, Kur’an kavramlarından olup da sadeleştirilmesi çok da mümkün olamayan takva-muttaki gibi kelimeleri dahi birçok yerde ‘saygı-saygılı’ biçiminde tercüme etme yoluna gitmiştir. Örnek olarak: “Sonra, Allah’ın o saygılı kullarına yol gösterir…” 682 daha önce kullandığı ‘hayat’, ‘hayât-ı dünyeviye’ ‘Ey akıl sahipleri’ kelime ve tamlamalarını Kur’an Meâli’nde ‘dirilik’ ve ‘dünya ce gezdiği Anadolu ve Rumeli halkının kullandığı kelime ve deyimleri de onların şivesiyle eserlerine aktarmıştır. Ersoy’un eserleri de bulunduğu zengin ve çeşitli halk toplulukları gibi, edebî dildeki en zarif kelimelerden ifade tarzına, hatta argoya varıncaya kadar halkın kullandığı anlam ve şivede yer edinmiştir (Küçük, 2014). 

Mehmet Akif Ersoy’un eserlerine bakıldığında, konuşulan, yaşayan Türkçenin bütün özellik ve zenginliğinin estetik bir şekilde dile getirildiği görülmektedir. Tartışılmakta olan dilde sadeleştirmeyi ise sözde bırakmayıp eserlerinde bizzat tatbik etmiştir. Ersoy daha çok şair olarak bilinmekle beraber nesirlerinde de aynı üslubu kullanan bir sanatkâr ve mütercimdir. Aynı zamanda coşkulu, samimi ve gerçekçi bir hatiptir. Ancak gerek şiirleri gerekse nesir ve tercümelerinde tasannu kaygısı gütmemiştir. Bu yaklaşımını Kur’an meali çalışmasında da ve konuştuğu Türkçe ile de ortaya koymuştur (Uluçay, 2014). 

Ersoy, edebiyat tarihinde manzumları, nesir ve fikirleriyle önemli bir yere sahip olduğu gibi dil ve üslup açısından da oldukça dikkat celbeden bir şair ve nasirdir. Tamamen yapay ve çetrefilli bir dil içeren Servet-i Fünun edebiyatından gerçek ve yaşayan bir Türkçeye geçiş aşamasında Mehmet Akif’in önemli bir yeri vardır. Ersoy, eserlerinde en tabiî, temiz ve gündelik Türkçenin örneklerini ortaya koymuş, sokakta, evde, mahallede konuşulan, yaşayan Türkçeyi bütün özellikleri, zenginliği ve güzelliğiyle şiirimize taşımıştır. Manzum ve nesirlerinde halkın doğal ifade biçimini yansıtmıştır. Ersoy, her hâlükârda dilin sadeleştirilmesi gerektiğini savunmuş, bunun tek ölçüsünün de ‘halkın konuştuğu, yaşayan dil’ olmasını gerektiğini ileri sürmüştür. Ancak Ersoy, çağının dil akımlarından olan Servet-i Fünûn mensuplarının çetrefilli, süslü ve ağdalı dillerini beğenip tasvip etmediği gibi Tasfiyeciler’in yaklaşımlarını da beğenmemiştir. Asırlarca yaşayarak, konuşulup yazılarak, işlene işlene günümüze kadar gelmiş olan, halkın da kabul etmiş bulunduğu dili benimsemiştir. Akif’e göre, ifrat ve tefritten uzak, orta yollu ve kabul edilebilir bir tutum olmalıdır ki bu yolda şudur: “Evet, lisanın sadeleştirilmesi farzdır. Gazetelerde zabıta vukuâtı öyle ağırbir lisanla yazılıyor ki, avam onu bir duâ gibi dinliyor. “Mehmed Bey’in hânesine leylen fürceyâb-ı duhûl olan sârık sekiz adet kalîçe-i giranbahâ sirkat etmiştir.” Deyip de “Mehmet Bey’in bu gece evine hırsız 44 girmiş, sekiz halı çalmış” dememek adeta maskaralıktır. Avamın anlayabileceği maânî avamın kullandığı lisan ile eda edilmeli; lâkin bir icmâl-i siyasî Çağatayca yazılmamalı. Çünki iki taraf da anlamayacak.” .” (Akif, 1910) 

II. Meşrutiyet döneminde en çok tartışılan konularda birisi de ‘lisanın sadeleşmesi meselesi’ dir. Bu konuda da maalesef birçok konuda olduğu gibi ifrat ve tefrit yaklaşımları ortaya çıkmıştır. Bu tartışma ortamını Eşref Edip,: “Kazanlı Ayaz İshak, üstada dayanarak (Akif’in Türkçesine karşı) Servet-i Fünûn’cuları bombardıman ediyordu. ‘Türk lisanının fesahati, Arabi ve Farisi lisanlarının cevâhir-i güzîde-i elfâz ve esmâr-ı percîde-i meânîsi ile temin edilebileceğine kani olan Ali Nüzhet ise muarız bir cephe almıştı.”(Edib, 2011) şeklinde ifade etmiştir. Mehmet Akif Ersoy ise bu tartışmalardaki aşırılıkları şu şekilde ortaya koymuştur. “Geçenlerde lisanı tasfiye edelim yahut etmeyelim meselesi meydan aldı. Her iki fırka o kadar ileri gitti ki aralarını bulmak kabil olmadı. Evet, bir kısmı rahmetli Veysî’nin devrini ihya etmek istiyor. Diğeri de Mâverâünnehir’den Osmanlılar için pek yeni olan hiç işlenmemiş, yaratıldığı gibi kalmış bir lisan getirmek hevesine kapılıyordu. Her iki taraf bir yığın davalarla, delillerle ortaya atılarak zaten tezebzübten kurtulmayan efkârımızı büsbütün karıştırdı. Lisanımızı da, şivemizi de imlâmızla omuz öpüşecek bir hâle getirdi”(Akif, 1910). 

Dilin sadeleştirilmesi konusunda Kazanlı Ayaz da bütün Türklerin fikrî gelişmelerinin sağlanabilmesi, halkın menfaatlerinin gözetilmesi için bunun elzem olduğunu ifade etmiş ve lisanın halk tarafından da anlaşılabilecek düzeyde sadeleştirilmesi gerektiğini savunmuştur. Ancak bu şekilde cahil halkın aydınlatılarak cehaletten kurtarılıp medeniyet fikrimizin birer muhafızı haline getirilmesinin mümkün olacağını ifade etmektedir. “Şunun için bizim Türklerin arasında (nerede olursa olsun, gerek Rusya Türkleri, gerek Osmanlılar arasında) bir fikrin terakkīsi için en büyük şart varsa o da avâmın menfa’atini gözetmekdir. Tabî’î bütün efkârın anlaşılmasının sebebi olan dilde de, bütün efkârın tercümânı olan edebiyâtda da bu şart icrâ edilecek, bu fikir ta’kīb edilecekdir: Lisânın avâm anlar derecede sâdeleşdirilmesi!...İşte şu sâde lisân sâyesinde biz şimdiki câhil avâmın fikrini açmak ve onların uyumuş dimâğlarını hareket etdirmek ve onları mâni’-i terakkī değil, efkâr-ı medeniyyemizin muhâfızı yapmak istiyoruz” (Ayaz, 1909). 

Bu sadeleşmenin gerçekleşmesi sürecinde Ersoy, ifrat ve tefrit yaklaşımıyla Türkçeyi Farsça ve Arapçanın kelimelerinden/kavramlarından kurtaralım derken, bu seferde yaşayan Türkiye Türkçesinde hiç kullanılmayan halkın tamamen yabancısı olup duymadığı Çağatay lehçesinden de kelimeler almanın/aktarmanın, böyle bir teşebbüste bulunmanın da bir maskaralık olacağını ifade etmektedir. Bilhassa gazetelerin, herkese hitap eden bir yayın organı olması nedeniyle halk diliyle yazılması gerektiğini savunmuştur. Akif buna örnek olarak da Kırım’da çıkan Tercüman gazetesinin dilini örnek göstermektedir. Adı geçen gazete Osmanlı Türkçesinin iyi taraflarını almak suretiyle dilini geliştirerek o civardaki Türklerin Türkiye Türkçesine alışmalarını sağlamıştır. Ersoy, ‘Hasbihal’ başlıklı “Mekteplerde lisan derslerinin öğretim yöntemleri” konulu bir makalesinde de konu ile ilgili olarak: Türkçenin başlı başına bir lisan olmayıp, Doğu’nun en önemli iki lisanı olan Arapça ve Farsçanın yardımıyla var olduğunu ifade ederek; kim ne yapmak isterse yapsın, müfritçe yaklaşımlar, köklü bir tasfiyeye taraftar olanların bütün uğraşlarına rağmen bu iki lisandan Osmanlılara geçen kelimeleri tasfiye etmenin ne şimdi ne de daha sonra mümkün olamayacağını ifade etmiştir (63 Mehmet Akif Külliyatı, [Hazırlayan: İ. Hakkı Şengüler] İstanbul, 2000, c.V, s.77). 

Timurtaş’a göre, doğrudan doğruya dil konusundaki yazılı görüşlerine dayanmamakla birlikte farklı ortamlardaki konuşmaları, hatıraları, manzumeleri, makaleleri ve daha da muhimi uygulamalarından hareketle Ersoy’un dil ve dil konusundaki görüşlerini şöyle maddelemek mümkündür: a. Türkçe başlı başına bir dil olmayıp Türkçe, Arapça ve Farsçadan müteşekkil bir lisandır. b. Dil ne kadar sadeleşirse sadeleşsin, Arapça ve Farsçadan alınan kelimelerin birçoğu Türkçe içerisinde yaşamaya devam edecektir. c. Her dilin bir şivesi olduğu gibi, Türkçenin de kendine has bir şivesi, milli bir vakarı vardır. d. Türk unsurları arasında bir dil birliği sağlanacaksa, bu ancak Türkiye Türkçesi temelinde olabilir. 45 e. Dilimizin sadeleştirilmesi bir mecburiyettir ve gereklidir. f. Dilin sadeleştirilmesi konusunda temel ölçü, ‘halkın lisanı ve yaşayan Türkçedir. g. Bir kelimenin sadeleştirilmesi gerekli hale gelmedikçe, o kelimeyi sırf Arapça ya da Farsça olduğu için sadeleştirmek lüzumsuzdur. h. Sadeleştirme ve yenileştirme işi her eli kalem tutanlarca değil, mutlaka dil uzmanları tarafından yapılmalıdır. i. Dilin sadeleştirilme işi bir anda değil, uzun bir zaman içerisinde ve tabi mecrasında gerçekleştirilmelidir. Akif, Servet-i Fünun edebiyatının mahsulü olan sunî, soğuk, çetrefil ve bunaltıcı dilinden yeni edebiyatımızın sıcak, gerçek ve yaşayan Türkçesine geçiş süreci içinde önemli bir yeri bulunmakta olup, eserleriyle en temiz ve en tabii Türkçenin güzel örneklerini vermiştir. Aynı şekilde halk deyimleri ve kelimeleri de yine onun eserlerinde çokça geçmiş, yine diyalog şeklindeki manzum yazılarında da halkın en tabii ifade ve şive tarzlarını başarılı bir şekilde ortaya koymuştur. Ersoy, gerek dilin sadeleştirilmesi gerekse yaşayan Türkçenin edebiyat dili olarak kullanılması bakımından en çok hizmet etmiş Türkçecilerimizdendir (Timurtaş, 1997). Ersoy, sadeleştirme konusunda sadece şiir ve nesirlerinde değil Kur’an-ı Kerim mealinde de aynı yaklaşımını devam ettirmiştir. Yaptığı çevirilerde gittikçe bir sadeleşmenin olduğu görülmektedir. Öyle ki Ersoy, Kur’an Meali için yaptığı sözleşme gereğince, yaptığı bazı tercümelerin müsveddelerini İstanbul’a gönderdiğinde, Elmalılı Hamdi bunları okumuş, çok güzel, selis ve sade olduğunu, fakat ‘cezâlet’ konusunda zayıf kaldığını ifade etmiştir. Ersoy da bunun üzerine;’Evet, doğrudur, cezâlet itibariyle böyledir. On sene evvel yazsaydım cezâlet olurdu. Fakat bugün lisanda sadeliğe doğru büyük tahavvül var. Onun için cezâletten ziyade sadelik cihetini iltizam ettim.”diye cevaplamıştır (Fergan, 2011). Hatta öyle ki Ersoy, Kur’an kavramlarından olup da sadeleştirilmesi çok da mümkün olamayan takva-muttaki gibi kelimeleri dahi birçok yerde ‘saygı-saygılı’ biçiminde tercüme etme yoluna gitmiştir. Örnek olarak: “Sonra, Allah’ın o saygılı kullarına yol gösterir…” 682 daha önce kullandığı ‘hayat’, ‘hayât-ı dünyeviye’ ‘Ey akıl sahipleri’ kelime ve tamlamalarını Kur’an Meâli’nde ‘dirilik’ ve ‘dünya diriliği’ ‘Ey düşünür beyni olanlar’ biçiminde sadeleştirmiştir. Örnek olarak: “Dünya diriliğinin vereceği faide süreksiz, hâlbuki ahiret Allah’tan korkanlar için daha hayırlı olduğu gibi ecrinizden zerre miktar eksilmeyecek” (683 Kur’an Meali, Nisa:77, s.183) .

Kaynakça Akif, M. (1910). Hasbihal. Sırat-ı Müstakim, 4(92), 238-239. Ayaz, K. (1909). Lisan Mas’elesine Dair. Sırat-ı Müstakim, 2(51), 381. Edib, E. (2011). Mehmed Akif: Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları (2. baskı b.). İstanbul: Beyan yayınları. Fergan, E. E. (2011). Mehmet Akif: Hayatı, Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları. İstanbul: Beyan Yayınları. Küçük, M. (2014). Mehmet Akif Ersoy ve Türkçe. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türkoloji dergisi, 93-112. Parlatır, İ. (1986). Ölümünün 50. Yılında Mehmet Âkif Ersoy’u Anma Kitabı. Ankara: Ankara Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları. Timurtaş, F. K. (1997). Sanat-Edebiyat Dünyasından. İstanbul: ALFA YAYINLARI. ULUÇAY, M. (2014, 10 07). Mehmet Akif Ersoy’un Eserleri Üzerinde Dil ve Üslûp İncelemesi. Doktora Tezi. İstanbul, Merkez, Türkiye: Tez

 

Kaynak:: kştaphaber.net




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —