Bugün Türkiye’nin bir vatan, üzerinde yaşayanların da bir millet olma keyfiyetini bir akit, bir ahitname ile karara bağlayan, bunun anlam ve boyutlarını, ufuk ve misyonunu bir manifesto ile ortaya koyan İstiklal Marşı’nın şairinin vefatının sene-i devriyesini (27 Aralık) atlamamak lazım. Onun bu manifestoyu yazmadan önce de sonra da yaşadıkları Türkiye’de ahvalimizi ve istikametimizi takip edebileceğimiz izleri, eserleri barındırıyor.
Onun hakkında düşünmek kendi halimize dönüp bakmak için her zaman iyi bir vesiledir. Neyi kaybettiğimizi, neyi kaybetmek üzereyken yakalayıp kurtarabildiğimizi, nasıl aldandığımızı, ne ihanetlere maruz kaldığımızı veya nasıl gaflet ve dalaletlere maruz kaldığımızı onun hayatı ve yazdıkları üzerinden de hatırlayabiliriz. Doğrusu o, kelimelerin muhteşem ustası, bütün bu gerçeklere şiiriyle ve doğrusu herkesin kabul edebileceği gibi “şiir gibi hayatı ve duruşuyla” en güzel şekilde göstermiştir.
Kendisine bu marşı yazdıran şartlarda İslâm ve devlet bütünlüğüne dinsel bir anlam atfeden, bu anlama bir heyecan katan sembol bir isimdir Mehmet Akif. Daha önce kendisi de hilafetin veya İslâm dünyasının o günkü durumuna dair, eleştirel bir sürü şey söylemiştir. İslam adına o günlerde ortaya konulan siyaseti de, genel pratiği de beğendiği söylenemez. Müslümanlar İslam’ın safiyeti üzerine gelenek dedikleri bir sürü bidat ve hurafe eklemiş, bu da onları Sırat-ı Müstakim’den saptırmıştır.
Ancak o ne kadar eleştirse de hilafetin kaldırılmasına hele devletin ve milletin İslami kimliğinin tasfiye edilmesine razı olamazdı. Hilafetin kaldırılması ve şapka devriminin hemen ardından Türkiye’deki hayatı iyice bunaltıcı ve çekilmez bulmaya başladığı anlatılır.
Milli Mücadele’nin tartışmasız en etkili kahramanlarındandır, ama Milli Mücadele’nin kazanılmasından hemen sonra tamamına yakını tasfiye edilen diğer kahramanlar gibi kendisine de sıra gelmiştir. Çıkarmakta olduğu Sebilürreşad dergisi kapatılmış, peşine hafiye takılmış ve bir suçlu gibi takip edilmiş, kendisiyle görüşen arkadaşları fişlenmiştir. Gidişat İstiklal Marşı’nın şairinin İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmasını kuvvetli bir ihtimal olarak gösteriyordu. O da ülkesini bu utanç durumunda bırakmamak üzere 1925 yılında Mısır’a göç etmiş, ölümüne yakın bir zamana kadar Mısır’da kalmıştır.
Şairin bu olayların akabinde içine girdiği bir suskunluk durumu da var ki, onun halife-sonrası şartlardaki durumunu asıl tipik kılan yönünün bu olduğu söylenebilir. Şair, yeni dönemde söyleyecek bir şey bulamadığı için susmaktan başka bir çıkar yol bulamayacaktır. Ama onun bu suskunluğu önceki söyledikleriyle yeni dönemde en fazla konuşanlardan birisi olmasını engellememiştir. O susmuş ama metni sürekli yeniden konuşmuş ve önceden başka vesilelerle yazdıkları yeni dönemde Müslümanların durumuna uyarlanmıştır. Mesela Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgal edilmiş olduğuna dair Ankara’ya ulaşan bir yanlış haber üzerine kaleme aldığı meşhur Bülbül şiiri, sonradan halife sonrası şartlarda yaşananları ifade eden bir edebiyat klasiği haline gelmiştir:
Eşin var, âşiyânın var, bahârın var, ki beklerdin;
Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
O zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun.
.....
Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!
Akif’in burada resmettiği durumlar, yurdunu çiğneyen, haremgahında dolaşan na-mahrem olarak bahsettikleri, Cumhuriyet sonrası İslâmcıların yaşadıkları ülke ve yurt algısını ifade ediyordu. “Vatan cüda değilim, fakat firakıyla / muhacirâne gezer ağlarım öz diyarımda” sözleri, yine daha sonraki İslâmcılar arasında yaşadıkları ortamı tasvir etmek üzere başvurdukları diasporik edebiyatın ilk örneğini oluşturmuştur. Daha sonra Necip Fazıl Kısakürek’in Sakarya Türküsü’ndeki “öz yurdunda garip, öz vatanında parya” dizeleriyle ifade yolu bulan bu diasporik hal, halife sonrası durumda İslâmcıların ürettiği en önemli tutumlardan biri olarak temayüz edecektir. Ancak Mehmed Akif örneği, kendi vatanında bir diaspora yaşamanın ızdırabını yaşamaktansa, kendi topraklarından hicret etmeyi yeğleyecekti.
Onun yaşadığı hayal kırıklıkları, ülkeyi bırakıp gidişi, bir daha şiir yazmayışı, suskunluğu bir çeşit konuşma biçimi olarak seçişi iyi bilinir de bütün bu anlamlı eylemler sadece bir “küskünlük” bir “vazgeçiş” olarak görülmemiş, bir radikal tavır olarak da değerlendirilmiştir. Ama hep başkalarının yakıştırmalarıyla süregiden bir mesaj yoğunluğu içinde. Suskunluğu bir iletişim biçimi olarak ilk benimseyen kişinin de o olduğu söylenebilir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında kendisine teklif edilen Kur’an’ın mealini yazma işine başta çok sıcak bakarken, hatta büyük bir heyecanla bu işe başlamışken, daha sonra bundan da vazgeçmiş olduğu ve yapmış olduğu nüshaları bile imha etme kararına vardığı biliniyor. Oysa Akif’in Cumhuriyet kurulmadan önceki döneme kadar en büyük ideallerinden birisi “asrın idrakine Kur’an’ı söyletmek” idi. Bunun gerektirdiği her çeşit entelektüel, ilmi çabaya açık haliyle bu teklifi sonuna kadar götürmesi beklenebilirdi.
Doğrusu, Kur’an’ın Türkçe idrake hitap etmesi fikri Mehmed Akif’in hissiyat dünyasında ne kadar olumlu bir karşılığa sahip idiyse, kendisine teklifi yapanların beklentisi hakkında da aynı ölçüde şüpheli olduğunu gösteriyordu. Cumhuriyetçi kadroların dinsel söylem tercihi ile Mehmed Akif’in söylemi arasındaki paralellik, söylemlerin istihdam niyetleri dolayısıyla Akif’te bir memnuniyet ve mutluluk konusu olmayacaktır.
Çok iyi biliyordu ki, Kur’an sadece muttakiler için bir kılavuz olabilirdi. Kur’an’ı Türkçeleştirmek isteyenlerin niyet ve beklentileri ayan beyan ortaya çıkmışken, Kur’an şairi Akif buna bile bile alet olamazdı.