Medreseler

Yasin Aktay yazdı;

Medreseler

lahiyat fakültelerinin Müslüman dünyanın ihtiyaç duyduğu ilim ve düşünce insanını yetiştirme konusundaki kabiliyetlerinden ve sorunlarından bahsederken onları elbette kemale ermiş, olabilecek en iyi kurumlar olarak gördüğümüzü söylemedik, söyleyemeyiz.

Hal-i pür melalimiz ortada. Halife sonrası şartlarda Müslümanlar her şeyden önce siyasal beden bütünlüğünü kaybetmiş ve yüzyıldır bunu telafi etmenin ne yolunu ne iradesini ortaya koyabilmiş durumdalar. Bu ahval ve şerait altında Müslüman dünyanın bulmaya çalıştığı bütün çözüm yolları yine bu ahval ve şerait muvacehesinde değerlendirilmek durumunda.

İlahiyat fakültelerini medreselerle karşılaştırıp harcayanlara karşı söylediklerimizden medreselere haksızlık ettiğimizi, hatta ilahiyatlar adına medreseleri harcadığımızı düşünenler olmuş. Hiçbir şeyi harcadığımız da yok, har vurup harman savurur gibi harcama lüksümüz de yok. Daha önce yine bu sütunda medreselerle ilgili defalarca yazdığım yazılar oldu. Sadece onlara dönüp baktığımızda bu kurumun da kabiliyetleri ve sorunlarına dair ilahiyatlara yaklaştığımızdan farklı olmayan bir yaklaşım sergilediğimiz görülür. Onlar da bizim, üstelik zor zamanları atlatmakta önemli bir görev ifa etmiş kurumlarımız.

Medreselerle ilgili dikkat çektiğim şey onların kurumsal imkansızlıklarıyla ilgili. Resmi bir hüviyetleri yok ve kendi imkanlarıyla ayakta durmaya çalışıyorlar. Mezunlarına tanımlı ve belirli bir istihdam sağlayamıyor olmaları öğrenci seçmede de daha dar bir alanda kalmalarına yol açıyor. Bugün biraz azalmış olsa da dönemsel olarak her zaman bu resmi baskıyı hissediyorlar. Bu ve bunun gibi kısıtlılıklara işaret ederek medreselerin bütün İslam ilimlerini kapsayacak bir ilim ve araştırma programını geliştirmelerini beklemenin mümkün olmadığını söylemek başka bir şey. Onların yine de gerek geçmişten bugüne taşıdıkları misyon gerekse şu anda deruhte etmekte oldukları çok değerli hizmetlerle ilgili bahis bambaşka bir şey. Hiçbirini görmezden gelmemiz gerekmiyor. Daha iyiye doğru gidilecekse durumun tahlilini çok yönlü, soğukkanlı ve gerçekçi bir şekilde yapmak gerekiyor.

Malum, Tevhid-i Tedrisat ile birlikte resmen kapatılan medreselerin yerine bir süre açık tutulan imam-hatip okulları ve ilahiyat fakültesinin de kapılarına 1933 yılı itibariyle kilit vuruldu.

Bu saatten itibaren her türlü İslami eğitim yasaklandı, ama bu yasaklar birçok yerde halkın kendi imkanlarıyla İslami eğitimini yasa-dışı yollarla yürütmesini engelleyemedi. Tam bu noktada özellikle Doğu uleması eğitim faaliyetlerini yeraltına çekilerek sürdürdü. Böylece medreseler İslami eğitim adına bir sivil direniş hareketinin merkezleri olarak hayatta kalmaya çalıştı.

Bu kısıtlılıklar altında uzun süre kimsenin aklına verilen eğitimin bu çağın ihtiyaçlarına cevap verip vermeyeceğini sormak gelmiyordu, gelemezdi. Çağ düşman olup üstümüze akıyordu. O düşmana karşı en güncel cevap zaten varlığını sabırla, sebatla sürdürmek, elinde kalanın üzerine kapanıp onu belki tek harfine dokundurtmaksızın korumak olabilirdi. Medrese sisteminin güncellenmeye karşı sergilediği muhafazakarlığın arkaplanında böyle bir hassasiyet de vardır. Değişim veya güncelleme arzusunun kimden ve nereden geldiği konusundaki geçmiş deneyimler bu hassasiyeti kuşkucu bir refleks olarak hep beslemiş ve nesilden nesile aktarmıştır.

Daha önce yine değinmiştim, mesela, Siirt’te Tek Parti dönemindeki yoğun kontroller yüzünden Arapça olarak bir İslami eğitim sürdürmek imkânsız hale gelmiştir. Bu dönemde meşhur Siirtli Molla Halil’in torunlarından Molla Abdülhakim, normalde medresesi Siirt’te olduğu halde, yeni dönemde kapatmak zorunda kaldığı faaliyetini Siirt’e 3 km mesafedeki Halenze köyü halkının kendisine sağladığı imkânlar dolayısıyla bu köyde sürdürmeye başlamıştır. Halenze’de cuma akşamından itibaren talebeleriyle medreseye kapanan Abdülhakim Hoca kapıda jandarma baskınına karşı uyarmak üzere nöbette bekleyen halkın yardımıyla perşembe ikindisine kadar öğrencilerine klasik eğitimi vermeye devam etmiştir. Şeyh Müşerref, Molla Bedrettin ve onların akranı bugün birçok köyde klasik eğitim tarzını sürdüren birçok alim bu tarz bir eğitimden geçmiştir.

Bu kuşaklar Cumhuriyet döneminin Rasim Özdenören’in deyimiyle tipik “gül yetiştiren adamlarının” bütün şartlarını yaşayarak bugünlere gelmiştir. Bu eğitim büyük ölçüde sivil halkın kendi tarzını sürdürme konusundaki direncinin de bir örneğini oluşturmuştur. Çünkü bu eğitim iyi kötü, hatasıyla sevabıyla tamamen sivil halkın desteği ve himayesiyle mümkün olabilmiştir.

Hatta 1949 yılında kurulan Ankara İlahiyat Fakültesi ve Marmara Üniversitesi ile diğer illerimizde kurulan Yüksek İslam Enstitülerinin bazı alanlardaki öğretim elemanı ihtiyaçlarını bu yasa-dışı sivil medreselerden yetişenler karşılamıştır. Bir bakıma ilahiyat fakültelerine bir miktar medrese aşısı zaten yapılmış ve bu aşı tuttuğu ölçüde de bu kurumlar biraz daha halka ve İslam’a mal olmuştur. Burada medrese sadece medreseyi değil, kendi değerlerine savaş açmış istibdada karşı direnen sivil halkı da temsil ediyor. İlahiyat fakültelerinin âlim vasfına daha uygun görülen hocalarının neredeyse hepsi temel İslami eğitimlerini tam da bu anlamda medreseden almışlardır.

En önemli güçlü vasıfları sivil olması, ama bu vasıfları resmen tanınmadıkları için onlar için bir kısıtlılık da oluşturan medreselerin daha iyi bir İslami ilimler eğitimi için çok güçlü katkılar yapabilecek bir potansiyelleri olduğu da çok açık.

Bu şimdiye dek ne kadar mümkün olabilmiş bundan sonra nasıl olabilir, biraz da buna bakalım.