Medine Sözleşmesi Bağlamında Kürt Sorununa Bakış -1

Nurettin Kalgı'nın Özgün İrade Dergisi 2020 Kasım (199.) Sayısında yayımlanan yazısı...

Medine Sözleşmesi Bağlamında Kürt Sorununa Bakış -1

Hazreti Ali’nin “Ben Müslümanların Kuran’a, Yahudilerin Tevrat’a, Hıristiyanların İncil’e göre yaşadığı bir dünya tahayyül ederim” dediği rivayet edilir. Bu yüksek bir idealdir.

Bu söz, Medine Vesikası’nın adeta bir özetidir. Medine Vesikası 1450 yıl önce farklı halkların birlikte ve barış içinde yaşayabileceklerini göstermesi açısından oldukça önemlidir. Medine Vesikası, farklı inanç sahibi grupların ve farklı etnik kimliklerin ortak siyasal egemenliğine ve ortak toprak egemenliğine dayalı anayasal bir sözleşmedir. Vesika, kişiyi beyanına göre kabul eder. Beyan esastır. Sözleşme ile Medine’de Yahudi, Hıristiyan, Müslüman ve Müşrikler bir arada ve barış içinde yaşamaktadır. Sözleşmeye göre birinin diğerine üstünlüğü yoktur.

SÖZLEŞMEDEN ÖNCE YESRİBİN DURUMU

Yesrib’in en eski yerleşik halkı Evs ve Hacrec kabileleri ile Yahudilerdi. Evs ve Hazrec kabileleri Yahudilerden önce Yesrib’de yaşıyorlardı. Yesrib’in kadim halkı olan Evs ve Hazrec kabileleri başlangıçta iyi geçinen kardeş iki kabileydi. Yahudiler bu kardeş kabilelerin aralarının bozulması için uğraşmış ve bunların arasını bozmakta başarılı olmuşlardı. Evs ve Hazrec’in aralarının bozulmasını fırsat bilen Yahudiler bazen Evs’in yanında, bazen de Hazrec’in yanında yer alarak sorunların derinleşmesi için uğraştılar. Bu iki kardeş kabile arasında uzun yıllar süren ve sonuncusu hicretten kısa bir süre önce vuku bulan Buas Savaşı’nda Yahudilerden Benî Nadîr ve Benî Kureyza kabileleri Evs kabilesinin yanında yer alarak Hazrec kabilesinin mağlup olmasını sağlamıştır.

Hicret’ten önce, meydana gelen son Buas savaşında Hazrec’in lideri olan Abdullah b. Ubey tarafsız kalmış ve her iki tarafın da hoşnutluğunu kazanmıştı. Çünkü hiç kimse kan dökülmesinden ve kaotik ortamın devamından yana değildi. Artık savaştan ve kan dökülmesinden bıkan bu iki kardeş kabile, barışın bir an evvel gelmesini ve bu kaotik ortamın bitmesini istiyorlardı. İşte bu nedenlerle, Resulullah’ın Medine’ye hicret edeceği günlerde Evs ve Hazrec anlaşarak kendilerine Abdullah b. Ubey’i lider seçmeyi ve ona taç giydirmeyi düşünmekte, böylece iki tarafa da çok ağır kayıp verdiren savaşları sonlandırma ve Medine yönetimine sahip olma düşüncesindeydiler. Hatta Abdullah b. Ubey için krallık tacı dahi hazırlanmıştı.

Bu nedenle Resulullah Medine’ye hicret ederken Kûba’da bir süre kalarak yaşanan gelişmeleri izlemiş daha sonra da akrabalarının koruması altında Medine’ye girmişti. Bilinenin aksine Resulullah marş eşliğinde Medine’ye girmiş değildir. Artık Medine, hayatı boyunca Resulullah’ın ikametgâhı olacaktı. Sadece Resulullah’ın değil aynı zamanda Onunla birlikte hicret edenler içinde bir ikametgâhtı artık. Resulullah’ın Medine’ye gelmesinden sonra Medine’de oluşan beş farklı kitlenin varlığından söz edebiliriz. Bunlar: Muhacir, Ensar, Medineli müşrikler, Yahudiler ve çok az sayıda da olsa Hıristiyanlardı. Bundan anlaşılan Medine, Mekke’ye oranla daha kozmopolit bir şehirdi.

Resulullah’ın, Medine’ye hicret ettikten sonra yaptığı ilk işlerden biri Medine’nin demografik yapısını öğrenmek için nüfus sayımını yaptırmaktı. Resulullah Medine’deki Müslümanların sayısını daha önceden biliyordu. Nüfus sayımı Araplarda ilk kez yapılıyordu. Doğal olarak onlar için garip karşılanan bir durumdu. Yapılan nüfus sayımı sonucunda Medine’de 10 bin kişinin yaşadığı, bunlardan 1.500’ünün Müslüman, 4.000’nin Yahudi ve 4.500’ünün Müşrik Araplar olduğu tespit edilmiştir. Müslümanların şehirde azınlıkta olduğu, bilinenin aksine hâkim güç olmadığı, Resulullah’ın devlet başkanı olarak vesikayı taraflara sunmadığı ve vesikanın oluşumunda herkesle müşavere edildiği, Resulullah’ın hâkim değil, hakem rolünde olduğu kanaati daha gerçekçi bir düşünce olarak görülmektedir. İkincisi ise, Medine’nin şehir ve kasaba sınırlarını belirlemesi ve belirlediği her sınır noktasına işaret levhalarını yerleştirerek, Medine şehrinin sınırlarını belirlemekti.

Allah Resulünün düşüncesi, kendisiyle birlikte hicret eden az sayıdaki Müslümanlarla Medine’deki Müslümanların ilişkilerini geliştirmek, bunlar için ekonomi ve güvenlik hususlarında tedbirleri almaktı. Bundan dolayı da Yahudi ve Müşriklerle ilişkiyi geliştirmek için onlara güven vermeye çalışıyordu. Yahudiler Resulullah’a kin duydukları halde kendisine saygıda kusur etmezlerdi. Allah Resulü Medine’de refah ve huzuru sağlamak için de bir düzenlemeye ihtiyaç duyulduğunu ve bu düzenlemenin bütün Medine halkını kapsaması gerektiğini düşünüyordu. Temel mesele, kozmopolit bir yapıya sahip olan Medine halkının kavga etmeden, barış ve huzur içinde müreffeh bir hayat sürmesiydi.

İşte Medine Vesikası, bu şartlar altında yapılan istişareler sonucu düzenlenmiş ve taraflarca kabul edilmiştir.

MEDİNE SÖZLEŞMESİNİN İÇERİĞİ

Yazılı bir vesika olarak da günümüze kadar gelen Medine Sözleşmesi tahlil edildiğinde, Medine halkını oluşturan toplulukları, bunların birbirleriyle olan ilişkilerini, bu toplulukların idari ve adlî yapılarını, fertlerin sahip oldukları din ve vicdan hürriyetini belirli esaslara bağlayan bir sözleşme olduğu görülmektedir. Vesika, kabile temelinde farklı inanç gruplarından oluşan insanların bir araya gelerek kendi iradeleri ile oluşturdukları bir mutabakat metni özelliği taşımaktadır.

Vesika, iki ayrı zaman ve mekânda ve iki ayrı toplulukla imzalanmıştır. İlki Ensar ve Muhacir arasında imzalanan bölüm, ikincisi ise Yahudi ve Müşriklerle imzalanan bölümdür. Burada önemli olan nokta sözleşmenin müzakere yoluyla tüm taraflarca kabul edilip imzalanmasıdır. Her topluluk kendi hak ve hukukunun sözleşmede garanti altına alındığını görmesidir. Resulullah sadece bir hakemdir ve herhangi bir anlaşmazlık olduğu takdirde bu Resulullah’a götürülecektir. “Üzerinde ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir.”(md.25)

Burada Resulullah kendisini, taraflarca ihtilafları çözen bir peygamber olarak kabul edilmesini istemektedir. Zaten Resulullah’ın emin ve adil bir insan olduğuna dair hiç kimsenin kuşkusu da yoktu. Dolayısıyla bu maddeye itiraz da söz konusu olamazdı. O, ihtilafları çözen bir liderdi ve bu formasyona da sahipti zaten. O Muhammed’ül-emin’di çünkü herkesin güvenini kazanmıştı. Yahudi ve Müşrikler onun peygamberliğini kabul etmeseler de, onun bir peygamber gibi hareket ettiğini kabul ediyorlardı.

Resulullah’ın hakem olduğu Maide 43 te Kuran-ı Kerimde sabittir. “Yanlarında Tevrat ve onda da Allah’ın hükmü bulunduğu hâlde seni nasıl hakem tutuyorlar ve daha sonra da o hükümden yüz çeviriyorlar? İşte böyleleri, gerçek mü’min de değildirler.”

Medine sözleşmesi için söyleyebileceğimiz en önemli şey, vesika kesinlikle Peygamberin bir emirnamesi değildir. Gerek Müslümanlarla gerek Yahudi ve Müşriklerle ilgili bölüm olsun defalarca müzakere edilerek kabul edilmiş ve imzalanmış bir metindir. Muhammed Hamidullah’a göre bu sözleşme, yeryüzünün ilk yazılı anayasasıdır. Hamidullah “İlk yazılı sözleşme hüviyetine sahip olan bu vesika ile herkes bulunduğu konumda kabul edilmekte, örf, gelenek, din vb. konularda serbest bırakılmaktadır. Herkesin birbirine saygılı davranması esas kabul edilmektedir. Vesikanın sağladığı bir diğer önemli imkân da her inanç sahibinin istediği hukuk sistemiyle yargılanma imkânına sahip olmasıydı. Bu hususun federal bir birliktelik olduğu, daha sonraları bu federal yapıların birleşerek Resulullah’ın hayatının sonlarına doğru yerini merkezi bir yönetime bıraktığı değerlendirilmektedir. Bu yeni yapıda adalet ve güvenliğin sağlanması ortak ve sosyal bir sorumluluk mevkiine çıkartılmış, taraflar birbirlerine karşı aynı cephenin bireyleri olarak sorumlu tutulmuşlardı”.

SONUÇ

Vesikanın, toplumun çoğunluğunu oluşturanlar tarafından müzakere edilerek kabul edilmesiyle Medine Sözleşmesi’ni uzlaşmacı bir anayasa olarak nitelendirmek mümkündür. Resulullah, bir peygamber olarak değil bir lider olarak farklı din ve etnisiteye sahip halkları ortak paydada bir araya getirebilme başarısı göstermiştir. Farklı din, inanç ve etnisiteye sahip insanların ortak değerler noktasında birbirlerinin haklarına saygı göstererek bir arada yaşayabileceklerinin de ilk yazılı tecrübesidir.

Vesika, kurulmuş olan Medine Devletin ve dünya tarihinin ilk yazılı anayasasıdır.

MEDİNE SÖZLEŞMESİ VE KÜRD SORUNU

Medine Sözleşmesinin Kürt sorununun çözümünde referans olup olamayacağı konusunu bir sonraki sayıda detaylı bir şekilde ele alacağız inşallah. Burada birkaç cümle ile konuya değinelim.

Kürt sorunu çözümünde ele alınmayan model kalmadı. Ama asıl üzerinde düşünmemiz ve referans alınması gereken modelin Medine Sözleşmesi olduğunu unutmamalıyız. Neden Medine Sözleşmesi diyoruz. Çünkü Sözleşme ile,

Temsilde adalet olacak.

Asimilasyon ve ötekileştirme son bulacak.

İç huzur sağlanacak.

Hiçbir baskıya maruz kalmadan herkes kendi inancını, kültürünü yaşayacak ve geliştirecek.

Müslümanlar arasında birlik ve beraberlik sağlanacak… vb.

Bu konuda Ali BULAÇ “Hiç şüphesiz vesikanın hükümlerinden hareketle bugün için referans olacak bazı kurucu ilkeler elde etmek mümkündür. Tespit edilecek kurucu ilkeler son tahlilde çoğulcu bir toplumsal projeye dayanak teşkil edebilir. Kur’an ve hadis kaynakları ve Müslümanların özel ve yöresel tarihsel deneyleri ile bir arada düşünüldüğünde İslam hukuku da bu projeyi teyid eden ve geliştiren zengin hükümler taşımaktadır. Çatışma ve savaşların eksik olmadığı bölgemizde ve dünyada bütün dini etnik ve siyasi grupları sözleşme temelinde bir arada yaşatacak ortak, gönüllü ve katılıma dayalı çoğulcu projeleri ihtiyacımız vardır.” Der.