Tarih: 21.05.2019 12:00

Medine Sözleşmesi Bağlamında Birlikte Yaşamanın Mümkünlüğü

Facebook Twitter Linked-in

Hükümlere İçkin Kurucu İlkeler

İtalyan tarihçi Kaetani´nin farklı bir değerlendirmesi olsa da Hamidullah´a göre, "bu anayasa, ilk İslam Devletinin Anayasası olmasından başka, aynı zamanda yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma özellik ve ayrıcalığına da sahiptir" demiştik. Kaetani; "Peygamber´in kendi başına hazırladığı bir metni diğerlerine dikte ettirdiği veya bir emri vaki durumu yaratıp onlara onaylattığı" gibi bir görüşü olsa da Enes (ra)´tan ve diğer kanallardan gelen bilgiler, Vesikanın karşılıklı görüşmeler sonucunda ve bir toplumsal mutabakat ürünü şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir. Doğrusu da budur. Çünkü Mekke´den Medine´ye hicret etmiş, üstelik bütün taraftarları genel şehir nüfusunun yüzde 15´ni geçmeyen bir insanın, tamamen kendi istek ve arzularına hizmet edecek bir sözleşme metnini, kendisinden daha güçlü kimselere kabul ettirmesi düşünülemez. Bu hiç de akla yatkın görünmüyor. 

Bu sözleşmenin kabulünü sağlayan esaslı faktörlerden biri, 120 yıldır savaş ve düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen Medine´nin bizzat içinde bulunduğu kaotik ve güvensiz durumdur. Medine savaşlarla iktisadi bakımdan sürekli gerilerken, yine de yeni çatışmalara gebe bir görünümdedir. Tam da böyle kritik bir dönemde yabancı kökenli biri çıkıp bütün gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarını gösteriyor, herkesi hukuk temelinde, ?neysen osun? ilkesine göre varolmaya çağırıyor.

Özet olarak Vesikayı anlamlı kılan kurucu birkaç ilkeden bahsedeceğiz; Vesika da yaralama, öldürme, kan diyetleri, fidye-i necat vb. terim ve maddelerin sıkça yer alması, uzun yıllar iç savaşlarla sarsılmış ve bitkin düşmüş bir toplumun normal konjonktürünü yansıtır. O günün ivedi sorunu, çatışmalara bir son verilmesi ve taraflar arasında adalet ve hakkaniyet esaslarına uygun bir arada yaşamanın formülünün bulunmasıydı. Bu yönüyle Vesika, oldukça dönemsel bir nitelik taşır.

İkinci önemli nokta, böyle bir proje sayesinde kimsenin kimse üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan başkalarını doğal bir realite kabul etmesi ve onun yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermesinin yasallaşması ve hukukun teminatı altına alınmasıdır.

Diğer bir nokta: Vesika, bütün sosyal bloklar açısından ?hakimiyet? değil ?katılım? temelinde bir toplumsal projeyi öngörür. Vesikaya göre Müslümanlar, özgür insanlar olarak Allah ve Hz. Muhammed´in gösterdiği istikamette ve güven içinde yaşayacak ve dinlerini tebliğ edeceklerdir. Aynı haklar Yahudiler ve diğerleri için de geçerlidir.

İlk kurucu ilke: Doğru, adil, hukuka saygılı ve insanlar arasında gerçek barış ve istikrarı amaçlayan ideal bir projenin, farklı gruplar (dinî, hukuki, felsefi, siyasi vs.) arasında bir sözleşme temelinde ortaya çıkması gerekir. Sözleşmenin hazırlanması esnasında sosyal blokların kendileri veya temsilcileri hazır bulunmalı, özgür bir ortamda ve karşılıklı görüşme ve tartışmalarla sözleşmenin hükümleri (temel yasalar) tespit edilmelidir.

Toplumsal hayata katılan gruplar heterojen olduklarından, her bir madde bir örtüşme noktasını teşkil etmeli ve oydaşma yoluyla tespit edilmelidir. Her örtüşme maddesi sözleşmenin bir hükmünü oluşturur ve anlaşmazlık konusu her madde de grupların kendilerine terkedilir. Örtüşme sözleşme alanına, farklılık özerk alana aittir. Bu, birlik içinde zengin farklılık, yani sahici çoğulculuktur.

İkinci kurucu ilke hâkimiyetin değil, katılımın hareket noktası seçilmesidir. Çünkü totaliter ve üniter bir siyasal yapıda farklılıklar kabul edilemez. Medine Vesikası, Müslüman ve Yahudileri kabile kabile (tek tek) zikreder. Müşriklere de ayrı bir maddede değinir. (Md. 20/B). Muhacirler, Ensar, Benu Avf, Benu Harisler, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu´n-Neccar, Benu Amr İbn Avuflar, Benu Nebît ve Benu´l-Evs... (Md.1-11). Yine Yahudiler´den Benu Avf, Benu´n-Neccar, Benu´l-Haris, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu´l-Evs, Benu Sa´lebe, Cefne, Benu Şuteybe (Md.25-33) kabilelerini ve onların mevlalarını ayrı ayrı zikreder. 

Mevla, kan ve akrabalık bağı olmaksızın bir kabileye bağlı veya onunla anlaşmalı olan kabile, aşiret veya topluluktur. Bu demek oluyor ki, ismiyle ve imzasıyla sözleşmeye taraf olan her bir sosyal blok, kendisine bağlı diğer toplulukları da temsil etmekte ve aynı hak ve sorumlulukları onlara da tanımaktadır. Ancak 20/B maddesi müşriklerle ilgili özel hükümler getiriyor ve 43. Madde ile destekleniyor. Bu da Medineli Müşriklerin Mekkeli Müşriklerle her türlü siyasi ve askeri ilişki kurmalarına engel teşkil etmek içindir. Esasında Medineli Müşrikler de Mekkelilerle ittifak kurma arzusunu taşımıyorlar, hatta başlarına bir tehlike gelir diye çekiniyorlardı. Ama onlar da diğerleri gibi 39. md.de belirtilen Site´nin alanı içinde her türlü hak ve özgürlüklere sahip olmak istiyorlardı, Vesika bu hakkı talebi de hukuki bir teminat altına almaktadır. Nitekim, Mekkelilerle girişilen Bedir ve Uhud savaşlarından sonra da Vesikaya taraf Müşriklerin Medine´de yaşamaya devam ettiklerini ve Müslümanlarla aralarında çatışmaya dönüşecek ciddî sorunlar çıkmadığını biliyoruz.

Kabilelerin bir bir zikredilmesi, toplumda var olan dinî ve etnik toplulukların kimliklerini tanımak ve belgelemek içindir. Muhtemelen, kabile liderleri bunu özellikle talep etmişlerdir.

Bundan şu sonuç çıkar: Her bir dinî ve etnik grup kültürel ve hukuki tam özerkliğe sahiptir. Yani din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat, gündelik hayatın düzenlenmesi vb. alanlarda herkes ne ise öyle olacak ve kendini tanımladığı hukukî ve kültürel standartlar içinde ifade edecektir. Söz konusu dinî ve hukuki özerkliğin teminatı, ?Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse kendileri dahildirler? diyen 25. maddedir.

42. madde de zuhurundan korkulan ihtilafların Hz. Muhammed´e götürülmesini öngören hüküm gerek Kur´an´dan gerekse Hadis ve Siyer kaynaklarından anlaşıldığı kadarıyla, Yahudi ve Müşrikler tarafından teklif edilmiştir. Daha önce de değindiğimiz nedenlerle, Medine´deki kaotik durum, kabileler arasındaki karşılıklı güveni sarsmıştı. Bu madde ile, gruplar, kendi aralarında çıkan ihtilafları çözemedikleri zaman, davayı bir ?üst yargı makamına götürmek üzere kendi aralarında anlaşıyorlar. Bu üst yargı makamı da doğrudan güvenilir, tarafsız ve Medine dışından gelmiş Hz. Muhammed´dir. Kur´an, Peygamber´e eğer isterse onların davalarına bakabileceği yetkisini veriyordu. (Maide, 42). Bunun üzerine Peygamber de, kendisine başvurdukları her seferinde onları muhayyer bıraktı ve önce şunu sordu: ?- Size neye göre hüküm vermemi istersiniz, Kur´an´a göre mi, yoksa Tevrat´a göre mi?? 

Bu düzenlemede Peygamber, bir ?Hâkim? değil, bir ?Hakem? konumundaydı. Eklemek lazım ki, gayrı müslimlerin davalarına bakma veya onları kendi mahkemeleri ve hukuklarıyla baş başa bırakma teamülü o günden beri Zımmî hukukun bir parçası olmuş, bu uygulama Osmanlıların son dönemlerine kadar sürmüştür.

Burada bir kurucu ilke daha ortaya çıkmaktadır: Çoğulcu bir toplumda tek değil, birçok hukuk sistemi aynı anda geçerli olabilir. Ve tabii eğer bloklar arasında çatışan hukuklar dolayısıyla ihtilaflar doğarsa -ki doğar- bu durumda ya tarihte görüldüğü gibi, bu türden davalara yetki alanları genişletilmiş Mezalim Mahkemeleri bakar veya bütün hukuk topluluklarının hukuk temsilcilerinden oluşmuş üst mahkemelerin kurulması cihetine gidilir. Bana göre, çatışan hukuk sistemleri karşısında mağduru hukuk seçmede özgür bırakmak en iyi çözümdür; İslam hukuku açısından bu mümkündür.

Vesikanın 23. maddesi Peygamber´i Müslüman sosyal blok üzerinde mutlak hâkim kılar. Bu doğal bir durumdur; çünkü Müslümanlar ona biat etmekle, zaten ona bağlanmayı daha başında kabul etmişlerdir. Bu, aynı zamanda ibadeti, dinî ve hukuku birbirinden ayırmayan İslami temel varsayıma uygun bir tutumdur. Bu maddelerin kurucu ilkesi, İslamiyet´in sadece Müslümanları bağlayan bir din olduğu gerçeğinin altını çizer.

 İslami modelin totaliter olduğunu öne sürenler, bu gerçeğin yeterince farkında değiller. Çünkü eğer insanlar, özgür bir din tercih etme haklarına sahip ise, hukuk ve sosyal hayat biçimlerinin de din ve düşüncelerine uygun olması bir zorunluluktur. Bu durumda İslam dini ve hukuku, Müslümanları bağlar, diğerlerini kapsayıp bağlamaz ve gayrı müslimlerden bu hukuka göre davranmaları istenmez. Öyle ki Hz. Ömer, başını örten gayr-ı müslim bir cariyenin bu davranışından memnun olmamış ve başörtüsünün İslamiyet´i bir bütün kabul edenler için amir bir hüküm olduğunu belirtmiştir.

Vesika, objektif hükümleriyle bütün dinî ve sosyal blokların üstündedir. Yani, Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler onun genel çerçevesi dışına çıkamazlar. Bu anlamda karşılıklı anlaşma sonucunda ortaya çıkmış Vesika, Kur´an, Tevrat ve yerleşik örfün üstündedir.

 Vesikanın diğer hükümleri de kısaca şöyle: 39. Madde ile ?ülke ve korunmuş sınır? kavramı getirilmiş olup, bu o günün şartlarında yeni bir şeydi. Kan ve akrabalık bağına dayalı kabile yapısı aşılıyor, insanlar bloklar halinde (veya hukuk toplulukları şeklinde) daha üst bir siyasi birlik etrafında toplanıyor ve Medine´de yaşayan aşiret ve kabileler arasındaki her türlü çatışma ve hukuk ihlali yasaklanıyor. Vesika da geçen ?haram? terimi korunmuş sınır demektir ve bir siyasi birliğin toprak bütünlüğüne atıf anlamına gelir. Bu siyasi birliğin Vesikadaki karşılığı ?ümmet? tir (Md. 2 ve 25). Bu anlamda ?ümmet?, içinde Müslümanlar, Yahudiler ve müşriklerin de yer aldığı siyasi birlik demektir. Bu birlik, dinî, kültürel ve hukuki özerklik temelinde ırk, dil, din, mezhep ve etnik köken farkını gözetmeyen bir toplumsal projedir (Md. 1,2, 16 ve 25.)

İnsanlar ve topluluklar arasındaki ilişkilerde temel ahlakî esaslar ve herkesin karşı çıkamayacağı evrensel yüce idealler geçerlidir (Md. 47). Ancak bunların geçerli olabilmesi için toplumsal ilişkilerin bütününü düzenleyen yazılı bir hukuk metninin esas alınması gerekir. Bundan dolayı Vesika, kendini ?Kitap? (Md. 1,36 ve 47) veya ?Sahife? (Md. 22, 39, 42, 46 vs.) diye takdim etmektedir ki, o günün geleneksel kültüründe bu her iki terim bağlayıcılık ifade eder. Sözgelimi Kur´an da kendini ?kitap? olarak tanımlar, geçmiş

Peygamberlere çeşitli kitap ve sahifelerin indirildiğini söyler. 28

Vesika, herkesi bağlayan hukukun üstünlüğüne tam riayeti öngörürken (Md. 37 ve 37/B), savaş, tek tek birey ve kabilelerden alınıp merkezî hükümete intikal ettiriliyor (Md. 17, 18). Savaş, merkezî yönetimin ortak kararıyla alınacaktır. Savaşın en önemli sebeplerinden biri dışarıdan gelecek bir saldırıya karşı ortaklaşa mukavemet etmek üzere yapılır. Böyle bir savunma savaşında anlaşmaya taraf olan gruplar mali ve askerî ortak sorumluluklar yüklenirler, hep birlikte savaşırlar. (Md. 15, 18, 19 ve 24). Ancak din adına yapılacak savaşlarda ortak sorumluluk yoktur. (Md. 45). Buna göre eğer Müslümanlar, kendi dinleri için ve başkalarıyla -o da Medine dışında olmak üzere- savaşacak olurlarsa, Yahudiler ve Medineli Müşrikler onlara katılmak zorunda değildirler. Bu madde gereğince Bedir ve Uhud Savaşı Medine dışında bir yerde cereyan etmiştir.

Toplumsal hayatta adaletin tevzii, adli işlerin yürütülmesi ve yargı için gerekli tedbirler alınacak ve bu yetkiler merkezî otoriteye devredilip fertlerin takdir ve inisiyatifine terkedilmeyecektir; bu da ortak sorumluluklar arasında yer alan önemli bir husustur (Md. 13).

Vesika, yargı ve savunma ya da savaş ilanı gibi hususları merkezî otoriteye (devlet?) devrederken, başta yasama olmak üzere, kültür, bilim, sanat, ekonomi, eğitim, sağlık vb. hizmetleri sivil topluma bırakıyor. Peygamber´den gelen başka rivayetler, yönetimin ancak vergi, yargı ve savunma türünden alanlarla sınırlı olduğunu, bunların dışında kalan diğer alanların sivil topluma ait olduğunu anlıyoruz.

Medine Vesikasının genel hükümlerinden başka sonuçlar da çıkartılabilir. Ama yeri burası değildir. Vesikanın bizim için önemli tarafı, 622 yılında yazılı bir belge olarak üç ayrı dinî ve sosyal blok arasında karşılıklı görüşme ve anlaşma sonucu kaleme alınması ve uygulamaya konulmuş olmasıdır...

Vesikanın hükümlerinden hareketle birtakım soyutlama ve genellemeler yaparak bugün için referans olacak bazı kurucu ilkeler elde edilebileceğini düşünebilir ve bu kurucu ilkelerin son tahlilde çoğulcu bir toplumsal projeye dayanak olabileceğine inanabiliriz. Kur´an, Hadis kaynakları ve Müslümanların özel ve yöresel-tarihsel deneylerinden ayrı düşünüldüğünde İslam hukuku da bu projeyi teyid eden ve geliştiren zengin hükümler taşımaktadır. Yıllardır süren Arap-İsrail savaşı, şimdi yeni baş gösteren Azeri-Ermeni çatışmaları, Lübnan´ın bölünmüş dinî yapısı, Balkanlardaki etnik durum, Kürt sorunu, Suriye sorunu vb. sayısız çatışma ve savaş sebebinin var olduğu bölgemizde bütün dinî, etnik ve siyasî grupları sözleşme temelinde bir arada yaşatacak ortak, gönüllü ve katılıma dayalı çoğulcu projelere ihtiyacımız var.

Hegelyen bakış açısıyla bu Vesikaya baktığımızda doğru sonuçlar çıkaramayız. Çünkü Hegel´e borçlu olduğumuz modern (türedi) paradigma, çevre faktörlerini belirleyici bir konuma çıkartır ve hatta insanı bile çevresinin bir ürünü sayar. Vesikanın hükümlerinde o günkü Arap toplumunun kendine özgü şartları veya var olan objeler dünyası etkileyici olmuştur; ancak belirleyici olan o çevre şartları değil, özgür, adil, katılımcı ve çoğulcu bir toplum biçimi geliştirme arzusudur. Bundan dolayı hükümlere içkin kurucu ilkeleri araştırıp bulmak önemlidir. Belki bize de bu kurucu ilkeler yol gösterecektir.

Sanıyorum Batılı demokrasiler bugün yaşadığımız sorunlar karşısında yetersiz kalıyor. Bu bölgenin ve yeryüzünün sakinleri olan bizler ise, geleceğimizi tehdit eden bu sorunlar ve haber verdikleri tehlikeler karşısında gözümüzü alternatif kaynaklara çevirmek zorundayız. (Birikim Dergisi; Sayı: 38-39.)

Kimlerle Bir Arada Yaşanır?

İnsanlar ortak bir mekân üzerinde beşer olmaları hasebiyle daima bir arada yaşamak zorundadırlar. İnsanlar ihtilaf ederler. Sadece farklı dinlere mensup insanlar ihtilaf etmez, aynı dine, ırka, sınıfa, kabileye ve hatta aynı aileye mensup insanlar da ihtilaf eder ve duruma göre ihtilaf çatışmaya dönüşür. Çelişki ve çatışmalardan arındırılmış bir dünya arzulanan bir idealdir; ama bu sadece bir idealdir.

Milyonlarca insanın hayatına mal olan, şehirlerin tahrip edilmesine yol açan büyük savaşların sebebi "din" değilse de tarihte farklı dinler ve aynı dine mensup farklı mezhepler arasında da kanlı çatışmaların vuku bulduğu bir gerçektir. Haçlı savaşları ve Avrupa´da onlarca yıl süren mezhep çatışmaları hemen akla gelen örneklerdir.

Önemli olan potansiyel ihtilaf ve düşmanlıklar dolayısıyla insanların birlikteliğini parçalamak, kan dökmek, dini veya etnik temizlik hareketlerine girişmek değil, ihtilaf vukuunda ihtilafların hangi sosyal çerçeve içinde kalınarak ve hangi düzenleyici hukuki hükümlere riayet edilerek çözüleceği meselesidir. Allah´ın insanlara peygamber göndermesinin sebeplerinden biri budur.

Çatışmadan önce barış, birlikte müzakere, karşılıklı anlayış temel ilkedir. Fakat hiçbir şekilde anlaşma imkanının kalmadığı durumlarda, savaş kendini dayatan tek seçenek olur. Bu açıdan, her ne olursa olsun "İslam barış dinidir ve Müslümanlar başkalarıyla kavga etmez ve savaşmaz" önermesinin bir gerçeklik değeri yoktur. Öyle olsaydı Kur´an ve Sünnet savaşı meşru görmez, cihatla ilgili teşvikler yapmazdı. Ancak Kur´an başlangıç olarak daima barış ve anlaşma yolunun tercih edilmesini ister; çünkü ?Sulh hayırlıdır.? Savaş, her türden anlaşma ve uzlaşma imkanının kalmadığı durumlarda gerekli ve meşrudur. Meşru bir savaşa katılmayan bir mümin cihattan kaçmış sayılır ve bu da Allah katında büyük bir günahtır.

İster Ehl-i Kitap ister başkası (ateist, deist, laik, agnostik vs.) olsun, İslamiyet´i bir hayat düzeni kabul etmeyenlerle bir arada yaşayabileceğimize dair referans teşkil eden ayetler şunlardır:

?Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sakındırmaz. Çünkü Allah adalet yapanları sever. Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp çıkaranları ve sürülüp çıkarılmanız için arka çıkanları dost (veli) edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse (onlarla velayet ilişkisine girerse) artık onlar zalimlerin ta kendileridir.? (60/Mümtehine, 8-9)

Ayetten açıkça anlaşılan şu ki, Müslümanlara dinlerinden dolayı savaş açmayan, onları yurtlarından sürmeyen ve düşmanlarıyla ittifak kurmayanlarla bir arada yaşanabilir; üstelik bu bir arada yaşama şekli ?velayet? terimi ile ifade edilmiştir.

Ayrıca bu ayetin dolaylı yönden değil, daha belirgin olarak bugün "din ve vicdan özgürlüğü" olarak tabir edilen konseptle ilgili olduğu açıktır. Eğer öyleyse, bu durumda Müslümanlar ve diğer dinlerden olan inanç gruplarıyla tesis edilecek siyasi birliğin temeli "din ve vicdan özgürlüğü"dür.

Bu iki ayetin böyle anlaşılmasını gerektiren husus, Hz. Peygamber (s.a.)´in Medine´deki tatbikatıdır. Ehl-i Kitap bir yana, Resulullah müşrikleri iki ana gruba ayırmıştı: 1.İslam´ın ve Müslümanların varlığını tanımayan Mekkeli (muharip) müşrikler, 2. Medineli (muahid) müşrikler. Hangi dinden olursa olsun gayrimüslimleri Zımmi statüsüne koyan hüküm (Cizye ayeti) Hicret´in 9. yılında indi. Bütün Medine Müslüman olmadığına göre, Medine´de 9 sene yaşayan gayrimüslimlerin sosyal, siyasi ve hukuki statüleri "Zımmi" değildi. Bu statüye genel olarak Müslümanlarla anlaşmalı olan "Muahidler" adı verilebilir. Hatta müşriklerle umumi savaşı emreden Tevbe suresi indiğinde muahid(ler) statüsünün bir parçası olan müşrikler istisna edildi: ?Ancak müşriklerden kendileriyle antlaşma imzaladıklarınızdan bir şeyi eksiltmeyenler ve size karşı hiç kimseye yardım etmeyenler başka...? (9/Tevbe, 4)

Tarihen de biliyoruz ki, Resulullah anlaşmalı müşrik ve Yahudilerden cizye almış değildir; anlaşma gereği yükümlülüklerini yerine getirmelerini talep etmiştir. Eğer bu "yükümlülükler" in zaten Zimmilere ait yükümlülükler olduğu iddia edilecekse, bu durumda Hicret´in ilk yılından itibaren Cizye ayetinin inmiş olması gerekirdi.

Durum bu merkezde iken, yani Müslümanlarla savaş halinde olmadıkları sürece hangi delile dayanarak laikler, müşrikler, ateistler ve Yahudiler ya Müslümanların otoritesine itaat eder ya da imha edilir, denebilir? Elbette eğer Müslümanlara karşı savaş açarlarsa, Müslümanları yurtlarından sürmeye, düşmanlarıyla ittifak kurmaya kalkışırlarsa onlarla savaşılır ve galip gelindiği takdirde Müslümanların zimmileri olurlar. Bunda ihtilaf yok, Osmanlı´ya kadar genel tarihi tatbikat da bu yönde olmuştur. Bu tarihi tecrübe bugünde bize yol göstericidir. Yeter ki, biz sorunlarımızı Müslümanca çözmeye çalışalım ve kendi kaynaklarımızı anlama çabası içinde olalım.

-------------------------------------------------------------------------------------

*  Bu çalışmada "Ahmet İnsel, Ali Bulaç´ın Çoğulcu Ümmet Tasarımı Üzerine: Totalitarizm, Medine Vesikası ve Özgürlük, Birikim Dergisi, Mayıs-1992, sayı: 37, s.30 vd." çoğunlukla bu kaynaktan yararlandım. (D. Güler)

 

 

 

 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —