Üç asırdır dünya tarihini Batılılar yapıyor; bütün insanlığın kullandığı kavramları ve kurumları yalnızca Batılılar üretiyor...
Batılıların dışındaki toplumlarsa, bu kavramları ve kurumları (Afrikalılar, Latin Amerikalılar ve kısmen Asyalılar gibi) ya tüketmekle; ya da (Çin, Hindistan, Japonya gibi) Batılı kodlar ekseninde yeniden üretmekle yetiniyor...
Bugün kullandığımız bilim, düşünce, sanat, siyaset, ahlâk, estetik ve medyaya ilişkin kavramlar da, kurumlar da Batılıların geliştirdiği kavramlar ve kurumlar. Dahası, burada zikrettiğim kategoriler de Batılılara ait kategoriler yine.
Şöyle bir cümle kurabiliriz öyleyse: Bütün dünya, Batı´nın eseri; bütün dünya Batı´nın esiri.
Bendeniz, bu fenomeni, çağ körleşmesi olarak tarif ediyorum, biliyorsunuz.
Çağ körleşmesi iki şekilde tezahür ediyor: Bütün insanlığın Batı´ya mahkûmiyeti ve bütün insanlığın kendi´nden / kendi dünyası´ndan mahrûmiyeti.
Şunu söylemek istiyorum: Yalnızca Batı uygarlığının şekillendirdiği ve çeki-düzen verdiği bir dünyada yaşıyoruz.
Batı uygarlığının dışındaki hiçbir medeniyet, içinde yaşadığımız dünyanın şekillendirilmesinde belirleyici roller oynayabilecek konumda ve durumda değil.
Değil; çünkü Batı uygarlığının modernlikle birlikte başlattığı meydan okuma, bütün dinlere ve medeniyetlere saldırıya dönüştü; sonuçta, bütün medeniyetleri ya kendine benzeterek dönüştürdü; ya da kendi kalmak isteyen medeniyetleri yok etti, tarihten sildi.
Batı uygarlığının, bütün insanlığa ve varlığa, Tanrı´ya, tabiata ve diğer medeniyetlere bir saldırı olduğu, 1648 Westfalya Anlaşması´ndan itibaren her şeyi, bütün dünyayı kontrol ve kolonize edecek küresel bir saldırı gerçekleştirdiği yakıcı ve yıkıcı gerçeğini gözardı ederseniz, ülkede, bölgede ve dünyada yaşanan köklü sorunları anlamakta, anlamlandırmakta ve aşmakta hiç bir mesafe katedemezsiniz.
Soru şu: Batı uygarlığı, felsefî olarak daha derinlikli ve dolayısıyla daha üstün olduğu için mi, Batı dışındaki medeniyetler hiç bir alanda kendileri olarak ve kendileri kalarak hem varlık gösteremiyor hem de insanlığa özgün fikirler ve ?ürünler? sunamıyor acaba?
Elbette ki, hayır.
Bununnedeni, Batı uygarlığının tarihte eşi-benzeri görülmemiş bir şekilde saldırgan olması, başka medeniyetlere yaşama hakkı tanımaması gerçeğidir.
Bu dünya-tarihsel gerçeği anlatmakta çok zorlanıyorum bendeniz bu ülkenin insanlarına, özellikle de metamorfoz yemiş, celladına âşık tasmalı çekirgelerine!
Oysa Batılıların ürettiği, Tanrı´ya, hakikate, tabiata, bütün insanlığa yönelttiği saldırıya en başta Nietzsche ve Heidegger´den itibaren bütün birinci sınıf Batılı düşünürler dikkat çektiler
Bazı düşünürler, Nietzsche gibi, ?çöl büyüyor, çöl büyüyor...? diyerek çığlık atıyor... Sözgelişi, yapısal-antropolojinin kurucusu Levi-Strauss, ?kurtarılması gereken yok edilen kültürlerdir, kültürel çeşitliliktir? diye feryat etti -ta 1960´lı yıllarda, o zamanın en etkili iletişim aracı radyo radyo koşuşturarak...
Dün, elektronik devrim olarak adlandırdığımız İkinci Sanayi Devrimi´nden önce, Batılılar, bütün kıtaları işgal ettiler ve sömürgeleştirdiler. Buna, klasik ya da açık / fiîlî sömürgecilik biçimi diyoruz.
İkinci Sanayi Devrimi´nden sonra, medyaların yaygınlaşmasıyla birlikte, sömürgecilik, mahiyet değiştirdi: Eski, açık / doğrudan sömürgecilik, yerini, medyalar üzerinden gerçekleştirilen, hem medyaların hem de medyaya hâkim olanların zihnimizin efendileri, şekillendiricileri konumuna yerleştikleri, zihnî / kültürel sömürgecilik olarak da adlandırdığımız örtük / dolaylı yeni sömürgecilik biçimlerine terketti.
Burada dikkat çekilmesi gereken kritik sorun şu: Örtük / dolaylı sömürgecilik, doğrudan zihnimize, duygularımıza hitap ettiği, bilinçaltı dünyamızı delik deşik ettiği için, klasik / açık sömürgecilikten daha tehlikelidir.
O yüzden iletişimbiliminin pîrlerinden Arthur Asa Berger, Television as a Terror Apparatus (Bir Terör Aygıtı Olarak Televizyon) başlıklı bir kitap yazdı.
Yine o yüzden, Heidegger, ?kamera, izleyiciye yöneltilmiştir silahtır? çarpıcı tespitini yaptı.
Meselenin felsefî (medya ontolojisi ve epistemolojisi) boyutlarını burada tartışmak değil niyetim. Geleceğim nokta, meselenin siyasî, kültürel, ekonomik ve teknik boyutları...
Batılılar, dünya üzerindeki hegemonyalarını medyalara borçlular.
Sözgelişi, Hollywood olmasaydı, Amerika, dünya üzerinde bu kadar etkin ve etkili olabilir miydi?
Amerika, dünya üzerindeki hegemonyasını, güçlü teknolojik silahlarına olduğu kadar, Hollywood´a da borçlu.
Çağımız medya çağı.
O yüzden, medyada yoksanız, yoksunuz ve yok olmaktan kurtulamazsınız.
Saint-Simon, Sanayi Devrimi´nin mimarları mühendisleri, ?sanayi çağının papazları? olarak adlandırmıştı.
Hegel de, ?gazete?yi, ?modern insanın sabah ibadeti? olarak nitelendirmişti.
Çağımızın ?kiliseleri?, bankalar, AVM´ler, müzikholler, stadyumlar; ama daha çok da, medyalardır.
Çağımızın ?papazları? da, zaman zaman ?gladyatör?lere dönüştüğü gözlenen ?meyatörler? elbette!
Hayatımız, medyalaştı; dahası, medya, hayatımızı şekillendiren bir konuma ulaştı...
Genelde Müslümanlar, özelde Türkiye olarak medyada varlık gösterebilmiş değiliz henüz.
Medyada varlık göstermeye, dünyaya kendi sözümüzü söylemeye, kendi hikâyelerimizi anlatmaya başladığımız zaman, dünyanın geleceğinin şekillendirilmesinde belirleyici roller oynamaya başlayacağımızı bilmiyoruz bile.
Medyaya gereğinden fazla önem atfetmekte, medyayı ihmal etmekte, elbette, yanlış.
Ama medyanın önemini; kitlelerin ruh ve hayal, duygu ve zihin dünyalarını nasıl şekillendirdiğini; dahası, bazı ülkelerin twitter vasıtasıyla nasıl kaosa sürüklendiğini görmezden gelemeyiz...
Bu gerçeği görmeye başladığımız anlaşılıyor. TRT, dizileriyle, medeniyet coğrafyamıza ve ötesine ses vermeye, sözümüzü söylemeye başladı -geç de olsa!
Bunda, TRT Genel Müdürü İbrahim Eren´in 4-5 yıldır -bütün engellere rağmen- geliştirdiği büyük projeler belirleyici oldu.
Konuyu, hafta sonunda Darıca´da düzenlenen, kanalın koordinatörü Sedat Sağırkaya´nın özenle gerçekleştirdiği TRT-Avaz Çalıştayı´na getireceğim.
Fakat yerim bitti. Genelde medyada ve TRT´de, özelde TRT-Avaz´da önümüzü açacak ne tür işlere imza atabiliriz, sorusunun izini, çalıştayda İlber Ortaylı´yla birlikte yaptığımız konuşmalar ekseninde, pazar günkü yazıda sürmeye çalışacağım...