Kürtlerin kimlikleri, dilleri ve kültürleri yok sayıldı. Bölünme korkusuyla üzerlerindeki baskı sürekli kılındı. Bugün gelinen noktayı anlayabilmek için imparatorlukta özerk yapılanmalar halinde yaşayan Kürtlerin tarihsel serüvenine bakmak gerekir.
“Ah ne kadar yorgunum bu korkak, / yaşlı,/ yabani vatanımdan”
Salvotare Espriu i Castello - Katalan şair
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da ruh hali Katalan şairinki gibi. “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmalarına imkan vermiyor.” diyor ve ekliyor Tanpınar: “Yedin beni Türkiye”. Devletin mağdur ettiği kesimlerle birlikte aklı ve vicdanı olan farkındalık sahibi her yurttaş bu yorgunluk içinde.
İnsan hakları alanında fikir-hukuk üretememiş, ilk anayasasını kendine bağlı prensliklerden sonra yapabilmiş, siyasi, sosyal, tarihi sorunları güvenlik boyutuyla ele alarak çözülemez hale getirmiş, müzakere-uzlaşma kültürü gelişmemiş, sivil toplumu güdük kalmış kozmopolit bir imparatorluk bakiyesi üzerinde kurgulanan tek etnik kimliğe ve inanca sahip toplum tasavvurunun varacağı nokta belliydi... Modernleştirici gücün yarattığı cumhuriyet rejimi, katı merkeziyetçilik ve milliyetçilik sütunları üzerinde yükselecekti.
Cumhuriyet halkın iradesini seçim sandığına yansıttığı bir rejim getirdi. Ancak halkın egemenliği çoğu zaman her kesimiyle temsili olarak dahi adaletli bir şekilde parlamentoya yansımadı. Üstelik gerçek bir cumhuriyetin temeli olan eşit yurttaşlık ilkesi bir türlü gerçekleşmedi.
Devleti temsil eden askerlerin egemen olduğu bürokrasi, koşulların sonucu bir ulus yaratmak zorunluluğu ile karşı karşıya kalmıştı. Siyaset, kozmopolit, çoklu bir imparatorluk bakiyesi üzerinde dayatmacı, tekçi, ötekileştirici, bir paradigmaya dayalı olarak şekillendi.
Oysa ki tek etnik kimlik, tek din, tek mezhep, tek dil ve tek kültür anlayışının demokrasiyle ilgisinin olmamasının ötesinde, ötekileştirici ve yabancılaştırıcı etkisi nedeniyle toplumsal ve siyasi barışı sağlama imkanı da yoktu.
Türkiye bağlamında ilginç olan, kurgulanan sistemin bir çoğunluk baskısından ziyade, çoğunluğa yapılan bir baskıya dayanıyor oluşuydu. Böylesi bir kurulu düzenin işlemesi de, sürekli canlı tutulan korkularla garanti altına alınmak istendi. Toplumun önemli bir kısmı modernlik ve laiklik üzerinden “şeriat gelecek” korkusuyla, bir bölümü birliğin sağlanması bağlamında “bölüneceğiz” korkusu yaratılarak baskı altına alındı.
Rejim, siyasi birliğin sağlanması bakımından tehlike olarak gördüğü Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi kesimleri şiddet politikalarıyla bastırırken, Alevilerin hayat damarlarını keserek asimile etmeye, muhafazakar Müslüman kesimi de Diyanet İslamı içinde eritmeye çalıştı.
Böylece etnik kimlik, din ve mezhep çeşitliliğine sahip imparatorluktan cumhuriyete geçişte her farklı kesim bir potada eritilmeye çalışılırken, teklik kavramı içine girmeyen kesimler kriminalize edilip hedef gösterilerek sürekli bir korku ve endişe iklimi yaratıldı.
Türkiye toplumunun siyasetteki temsilcileri, bugüne değin, bu kadim zihniyetin dışına çıkabilmiş değil.Cumhur İttifakı da sivil siyaset kültürünün askerden farklı olmadığını, demokrasi-hukuk bilinç ve kültüründen nasibini almadığını, merkeziyetçilik, milliyetçilik, tekçilik ve hukuksuzlukta zirve yaptığını gösterdi.
İmparatorluktan bu yana cumhuriyet dahil devlet, Kürt meselesinde böl ve yönet politikaları uyguladı. Devlet, asimile edebildiklerini kendi safına çekti, direnenleri inkar, tenkil, tehcir ve imha etti. Kürtlere vaat edilen haklarının tanınacağına ilişkin söz yerine getirilmedi. Kimlikleri, dilleri ve kültürleri yok sayıldı. Bölünme korkusuyla üzerlerindeki baskı sürekli kılındı.
Bugün gelinen noktayı anlayabilmek için imparatorlukta yüz yıllarca özerk yapılanmalar halinde yaşayan Kürtlerin tarihsel serüvenine bakmak gerekir.
16-17. YÜZYIL
Ortadoğu ilginç bir coğrafyadır. Bugünü anlamanın yolu çoğunlukla yüz yıllar öncesini doğru şekilde kavramaktan geçer. Kürdistan coğrafyası için de uzanılması gereken tarih, Safevi-Osmanlı mücadelesinin başladığı dönemlere denk gelir. Bir şeyh hanedanı olan Safevilerin soyundan gelen Şah İsmail 16. yüzyılın başlarında Azerbaycan’dan sonra Kürdistan’ı da ele geçirmek ister. İsmail’in Kürt politikası Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın politikası ile aynıdır: Kürt reislerini ortadan kaldırıp, kendi adamlarını vali yapmak. Bu politikaya direnen Kürt reislerinin ayaklanmaları kanlı şekilde bastırılır, Kürt reisleri hapse atılır.
Şah İsmail’in on iki imam Şiiliğini devlet dini ilan ettiği dönemde Kürtlerin çoğu Sünni Müslüman’dır. Kürt önderleri kendilerini bu durumdan kurtaracak tek gücün Sünni Osmanlı İmparatorluğu olduğunu kavramışlardır. Bu sebepten, Yavuz Sultan Selim’in Safevilere karşı sefere başlamasından önce başta İdris-i Bitlisi olmak üzere 20 kadar Kürt miri sultana bağlılıklarını bildirir. Yavuz Sultan Selim, İdris-i Bitlisi’yi hizmetine alır, Bitlisi de Kürt mirlerini ikna eder. Bunun üzerine Şah İsmail askerlerini Kürdistan’a gönderir. Kürt mirleri Osmanlılardan aldıkları destekle Kızılbaş ordularına karşı koyarlar. (Safevi ordusundaki askerler, başlarını Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın icadı olan ve 12 imam inancını hatırlatan 12 kıvrımlı- kızıl renkli kumaş ile sardıklarından dolayı “kızılbaş” olarak adlandırılır.)
Bu dönemde Kürdistan’da Kürt önderleri arasındaki rekabetten doğan çatışmalar ile Osmanlı-Safevi çatışmaları birbirlerine karışır. Ancak sonuçta Kürt aşiret askerleriyle Osmanlı’nın düzenli birlikleri Kızılbaş ordularına karşı zafer elde edeceklerdir. Artık Kürdistan’ın büyük bölümü Osmanlı İmparatorluğu’nun olmuştur. İmparatorluğa katılan topraklar üç yeni eyalete ayrılır: Diyarbakır (Kuzey Kürdistan’ın Van Gölü’nün batısındaki büyük bölümü), Rakka (Urfa, Suriye’nin Rakka vilayeti) ve Musul (Kuzey Irak’ın bir bölümü).
İşte 1515’te Kürdistan’a getirilen bu yeni yönetim düzeni küçük değişiklikler dışında 400 yıla yakın bir süre devam eder. Bu sürekliliğin sağlanmasında ilk idari örgütlenmeyi Diyarbakır’da gerçekleştiren İdris-i Bitlisi’nin payı büyüktür. Zaten Yavuz Sultan Selim bunun için Bitlisi’ye tam yetki tanımıştır.
Bitlisi, Kürdistan’ın eski yönetici ailelerinden olan mirleri önemli mevkilere getirir ve onların siyasi durumunu güçlendirir. Yüzyıllarca zaten kralmışçasına iktidar sürmüş olan bu kişiler kadim bir aristokrat sınıf olarak devletçe de desteklenir. Böylece, yeni idari örgütlenme sırasında ulaşılması güç olan yöreler tamamen özerk bırakılır.
Getirilen bu yeni örgütlenmede mezkur bölgelerde kimin asıl yönetici olacağına yerel ölçekte karar veriliyor, diğer yönetici mevkileri ise miras yoluyla geçiyordu. Merkezi yönetim ise yöneticileri tanıdığına ilişkin bir belge gönderiyordu. Kürt hükümeti denilen bu özerk yönetimler vergi ve asker vermek zorunda değillerdi. Ayrıca bu yönetimlerin toprakları da (Cezire, Eğil, Genç, Palu, Hazo) tımar veya zeamet haline getirilemiyordu.
Eyaletin özerk yönetimler durumunda kalan bölgeleri ise 20 sancağa bölünmüştü. Bu sancakların bazılarına merkezden sancakbeyleri atanıyor, Ekrad Beyliği (Kürt Sancağı) adı verilen bazıları ise (Bitlis, Kulp, Çermik, Çapakçur, Pertek, Atak, Sağman) Kürt ailelerinin yönetimine bırakılıyordu. Bu sancakların yükümlülükleri diğer sancak beylerinkinden farklı değildi.
Teoride merkez, beylerbeyi vasıtasıyla yönetime müdahale ediyor, her görevli beylerbeyi tarafından atanıyordu. Ancak fiiliyatta beylerbeyi bu görevlileri yönetici ailelerin üyelerinden seçiyordu. Kısacası devlet, aile içi çatışmalar çıktığında kendi çözümünü dayatma olanağına sahip olmasına rağmen yönetici ailenin dışında bir atama yapması fiilen olanaksızdı.
Mesela 1655’te Bitlis Miri Abdal Han’ın ayaklanması olayında Vali ayaklanmayı bastırarak Abdal Han’ın mal varlığına el koymuş, ancak halkın isteğine uyarak onun yerine oğlu Ziyeddin’i görevlendirmişti. Merkezi otoritenin güçlü olduğu dönemlerde Kürt sancakbeyleri askeri ve mali yükümlülüklerinin gereğini yapıyorlar, merkezi otoritenin zayıfladığı dönemlerde ise yükümlülüklerini de pek yerine getirmiyorlardı.
Kürt emirlikleri için Osmanlı Devleti yön gösteren önemli bir merkezdi ve devletin bazı kurumlarının bu emirliklere aktarılması onları devlet benzeri yapılar haline getirmişti. Örneğin Bitlis Emirliği bir aşiretler konfederasyonuydu. Bu emirliğin imparatorluğa entegrasyonu ancak kısmen gerçekleşmişti. Bitlis miri gelirin büyük bir kısmını alıkoyuyor, kendisi için daha çok asker bulunduruyor ve yargı alanında bağımsız davranıyordu.
Sonuç olarak bu dönem boyunca Osmanlı’nın Kürt politikası Kürt emirleri aracılığıyla dolaylı yoldan yönetim olmuştu. Sınırlarda konuşlandırılmış bu emirlikler kendilerine bağlı aşiretlerin çatışmalarından (özellikle kan davalarından) da yararlanarak denetim sağlamış ve bu denetimi de aşiret konfederasyonu içindeki aşiretleri birbirlerine karşı kışkırtarak tahkim etmişlerdi.
Devletin mirleri tanıması onları güçlü kılıyordu ama merkezin egemenliği bu emirlikler üzerinde belirgin değildi. İmparatorluk emirlerin bağlılığını, onların ayrıcalığını tanıyarak satın almış oluyordu. İki tarafın da memnun olduğu bu dengenin kaybedeni ise bölge köylüsüydü. Merkezi denetimin zayıfladığı dönemlerde Kürt bölgelerinde köylülüğe yönelik sömürü şiddetleniyordu. Bunun sonucunda da köylüden çifte vergi alınması gibi uygulamalarla karşılaşılıyordu.
Devam edeceğim...
Mecburi istikamet: Kürtlerle birlikte demokrasiyi inşa etmek-2
Lozan’da Kürtlerin kaderleri tartışılırken Mustafa Kemal’in önerisiyle Kürdistan mebusları ulusal kıyafetleriyle Meclis’e geliyor, Lozan’a bir telgraf çekme kararı alıp, ortak devlet vurgusuyla ayrı bir Kürt devletine karşı olduklarını belirtiyorlardı.
1808-1918
19. yüzyılın başlarında imparatorlukta çöküş başlamıştı. 1808 yılında II. Mahmud başa geçtiğinde Kürt emirlikleri artık yarı bağımsız olmaktan çıkmış, tam iktidar sahibi derebeyleri haline gelmişlerdi. Hatta atanan valiler dahi merkezi dinlemiyorlardı.
Oysa Avrupa’nın izinden gitmeye kararlı II. Mahmud döneminde merkeziyetçiliği güçlendiren ve doğrudan yönetimi sağlamayı amaçlayan askeri ve idari reformlara başlanacaktı. Bu siyasetin kaçınılmaz sonucu, merkez ile derebeyleri arasında çatışmaydı
Böylece Kürt emirliklerinin devlet benzeri örgütlenmelerinin sonuna gelinmiş oldu. Sonrasında söz konusu yapılar çok daha basit toplumsal ve siyasi biçimlere gerileyeceklerdi. Devlet merkezi gücünü ne kadar arttırırsa, aşiretler de o kadar küçülüyor, yapıları basitleşiyordu. Mirlerin ardından merkez bu yerlere valiler atadı. Ancak valiler döneminde bölgede can ve mal güvenliğini sağlamada zaaflar oluştu.
Mirlerin yerine atanan valiler halkın nezdinde meşru sayılmıyorlardı. Valilerin aşiretler arası kan davalarını ve çatışmaları çözebilecek yetenek ve güçleri yoktu. Geçmişte mirler, aşiretler arası kan davalarının halledilmesi noktasında katı ve acımasız yöntemler uyguluyorlardı ama bunlar, halk nezdinde kabul edilir çözümlerdi. Artık benzer bir çözümü sağlayacak meşruiyete sahip bir yönetici güç kalmamıştı.
Bu koşullar sonucu şeyhler hızla politik önder rolünü üstlenerek bu çatışmalara çözüm getirmeye başladılar. Kısa sürede şeyhlerin otoritesi aşiret sınırlarını aşarak onları politik önderler haline getirdi. Ancak onlar da aşiretler arası çelişkileri otoritelerini güçlendirmek için kullanır oldular.
Abdülmecid’in 1858 yılında çıkardığı Arazi Kanunnamesi (Toprak Yasası) Kürdistan’ın sosyal ve ekonomik örgütlenmesini büyük ölçüde etkileyecekti. Bu yasa ve diğer reformlarla amaçlanan aşiret yapılarının çözülmesiydi. Ancak uygulamada bu amaca ulaşılamayacaktı. Kanunname sonrası ağalar, şeyhler, tüccarlar, yüksek memurlar büyük arazileri kendi adlarına kaydettirdiler. Ortaya kentlerde yaşayan toprak beyleri çıktı. Bunlara ilaveten birçok ağa da toprak beyi oldu. Aşiret üyelerinin payına ise kiracı-ortakçı olmak düştü. Toprağı işleyenler geleneksel haklarını yitirirken zamanla ücretli toprak emekçisi haline geldiler.
Toprak yasasının bir diğer neticesi de, politik güce kavuşan şeyhlerin geniş topraklar elde etmesiydi. Şeyhler böylece zengin toprak ağaları haline gelecek, politik güçlerini daha da arttıracak ve milli duyguların odağı haline geleceklerdi. Sonuç itibariyle merkezin doğrudan yönetimi arzu edildiği şekilde gerçekleşememiş ve İmparatorluk yerel güçlü aşiret reisleri vasıtasıyla dolaylı yoldan yönetime geri dönmüştü.
Abdülhamit 1891’de Ermeni ve Ruslar’a karşı koyabilmek, bunun yanında Kürt aşiretlerini bölerek güç dengelerini değiştirmek amacıyla Hamidiye Alayları'nı kurdu. Bunun için, aşiret reislerinin yönetiminde bir aşiret milisi oluşturuldu. Aşiret reisleri subay yapılarak, yeni yetkilerle donatıldılar. Abdülhamit ücretli ve yüksek prestijli bir iş olanağı sağlayıp, baskın ve yağma hakkı tanıyarak belli Kürt aşiretlerini kendisine bağlamıştı.
Bu olanaklardan yararlanan Kürtler, Abdülhamit’e Bava Kurdan (Kürtlerin babası) diyorlardı. Bunun tahmin edilebilir bir sonucu, sisteme dâhil olan aşiret reislerinin gücünün artmasıydı. Diğerlerine göre güçlenen aşiretler, bölgedeki güç dengesini değiştirdiler. Değişen güç dengesi aşiretler arası kan davalarına ivme kazandırdı.
Denilebilir ki merkezin yeni siyaseti, bir ölçüde başarılı olmuştu, çünkü bu siyaset sonucu arzu edilen amaçlardan biri (Ermeni faaliyetlerini bastırmanın yanı sıra) aşiretler arası kan davalarından yararlanarak merkezi yönetime karşı aşiretlerin birleşmelerini önlemekti. Bu siyasetin de olumsuz yan etkileri yok değildi. Mesela Hamidiye komutanlarından (Miranlı Mustafa Paşa, Milanlı İbrahim Paşa gibi) bazıları sonunda devlet için tehlike oluşturacak denli güç kazanacaklardı.
1908’de Abdülhamid’in devrilmesiyle Hamidiye alayları dağıtıldı. Ancak Kürt aşiret birlikleri sınırlarda ordunun tamamlayıcısı olarak muhafaza edildi ve Hamidiye benzeri milis örgütlenmeleri oluşturulmaya devam edildi. Bu milisler Balkan Savaşı’na, I. Dünya Savaşı’na ve Kurtuluş Savaşı’na katıldılar. Bu milislerin komutanları arasından, 1923 yılında Kürt Milliyetçi Partisi Azadi’nin (özgürlük) üyeleri çıkacaktı.
I. Dünya Savaşı sonunda Batılı güçler bağımsız bir Kürt devleti vaat etmiş olmalarına rağmen Kürdistan’ın paylaşılması yoluna gidildi. Türkiye, Irak ve Suriye’nin sınırlarının aşiretlerin arazilerinin ortasından geçmesi arazilerin bölünmesine yol açtı. Göçerler yerleşik düzene geçti. Kışlık ve otlaklar yetmemeye başladı. Bu koşullar altında bölgede yeni bir de meslek doğdu: Kaçakçılık.
1919-1935
I.Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda Osmanlı halklarının çoğu ulusal devletlerini kurarken Kürtler, Türklerle birlikte hareket etmeyi tercih ettiler. Nitekim Mustafa Kemal, Kürt önderlerine yazdığı mektuplarda emperyalistlere karşı İslam dini için birlikte mücadele etme ve ortak devlet kurma sözü verdi.
22 Ekim 1919 tarihli Amasya Protokollerinden ikincisi Kürtlerin ırki ve içtimai hukuklarını kabul ediyordu. Nitekim 24 maddelik 1921 Anayasasının 12 maddesi özerklik düzenlemeleriyle ilgili olacaktı. Fakat bunlar fiiliyata geçirilmeyecek ve 1924 Anayasası ile katı bir merkeziyetçiliğe yelken açılacaktı.
Oysa İsmet İnönü Lozan’da, bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını savunan İngilizlere, ortak devlet teziyle karşı çıkıyor, kurulacak Kürt devletinin bir sömürge olacağını, soylu Kürt halkının bunu asla kabul etmeyeceğini belirtiyordu.
Lozan’da Kürtlerin kaderleriyle ilgili tartışma devam ederken Mustafa Kemal’in önerisiyle Kürdistan mebusları ulusal kıyafetleriyle Meclis’e geliyor, Lozan’a bir telgraf çekme kararı alıyor, telgrafta ortak meclis ve ortak devlet vurgusuyla ayrı bir Kürt devletinin kurulmasına karşı olduklarını belirtiyorlardı.
Lozan Antlaşması’nın imzalanması ve yeni devletin tanınmasıyla birlikte rejim, Lozan’da sunduğu gerekçelere tamamen aksi yönde hareket etmekten çekinmedi. Kürt varlığının her alanda yok edilmesi temel devlet politikası haline geldi. Nitekim Lozan’a telgraf çeken Kürt mebusları İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp cezalandırılacaklardı.
Kısacası Lozan sonrası süreçte devletin Kürt siyaseti de tekrar şekilleniyordu. Bu siyasetin ilk işaret fişeği 1921 yılında ateşlendi. 1921 yılı başlarında Koçgiri civarındaki Kürtlerin taleplerine (ki bu talepler arasında özerkliğin yanı sıra, Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin salıverilmesi, Kürtlerin çoğunlukta bulunduğu illerden Türk memurların çekilmesi, Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri çekilmesi gibi hususlar vardı. ) Ankara’nın cevabı, Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa’yı konuyla ilgilenmesi için görevlendirmek oldu.
Bir ayaklanmaya dönüşmüş bulunan bölgedeki rahatsızlık, acımasızca bastırıldı. O kadar ki, Nurettin Paşa’nın sert uygulamaları Meclis’teki Koçgiri görüşmeleri sırasında eleştiri konusu yapıldı. Meclis’te Kürt vekiller asıl suçlunun hükümet ve ordu olduğunu, isyancılara çok sert davranıldığını öne sürmekte ve vekiller arasında şiddetli tartışmalar yaşanmaktaydı.
Mustafa Kemal Nutuk’ta Meclis’in Nurettin Paşa’nın görevden alınmasına ve yargılanmasına karar verdiğini ancak kendisinin Fevzi Çakmak ile görüştüğünü, Nurettin Paşa’yı Meclis’te savunduğunu ve ağır bir işleme maruz kalmaktan kurtardığını, 8 ay sonra da Birinci Ordu Komutanlığı’na getirildiğini belirtecekti.
Devam edeceğim...
Ümit Kardaş kimdir?
1971'de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1975 yılında askeri hakim, 1985 yılında hukuk doktoru oldu. Çeşitli yerlerde savcılık, hakimlik ve adli müşavirlik yaptı. 1995 yılında emekli olup, serbest avukatlığa başladı. Çeşitli dergi, gazete ve kitaplarda yazıları yayınlandı. Halen internet gazeteleri Artı Gerçek ve Son Medya’da yazmaya devam ediyor. Bülent Tanör eser yarışmasında birincilik ödülü alan "Türkiye'nin Demokratikleşmesinde Öncelikler" isimli çalışması 2004 yılında yayınlandı. "Hukuk Devlete Sızabilir mi?", "Ötekiler İçin Sivil İtaatsizlik Rehberi", "Demokrasi ve Hukuk Krizi, "Zulüm Özür Uzlaşı", Kardaş’ın yayınlanmış kitaplarından bazıları.
KAYNAKÇA
Ahmet Kahraman -“Kürt İsyanları” Evrensel Basım Yayım, İstanbul, 2003
Basil Nikitine - “Kürtler “ Örgün Yayınları,İstanbul,2010
Bletch Chirguh – “Kürt Sorunu : Kökeni ve Nedenleri “ Avesta Yayınları, İstanbul,2009
Bülent Tanör -“Türkiye’de Kongre İktidarları, YKY, İstanbul, 2009
Erik Jan Zürcher -“Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” İletişim, İstanbul, 2013
Faik Bulut -“Devletin Gözüyle Kürt İsyanları” Yön Yayıncılık, İstanbul, 1991
François Georgeon -“ Sultan Abdülhamit” İletişim, İstanbul, 2012
Fuat Dündar-“ Modern Türkiye’nin Şifresi”, İletişim, İstanbul, 2008
Martin Von Bruinessen –“Ağa, şeyh, Devlet”, Çev. Banu Yalkut, İletişim, İstanbul, 2003
Michael Gunter -“The Kurdish Problem in Turkey”, Middle East Journal, 42, 1988
Serap Yeşiltuna –“Atatürk ve Kürtler” İleri Yayınları, İstanbul, 2007
Mecburi istikamet: Kürtlerle birlikte demokrasiyi inşa etmek-3
Mustafa Kemal bu doğrultuda Abdülhalik Renda ile Cemil Uybadın’a raporlar hazırlatır. Renda, raporundabelirli yerlere Türkleri yerleştirmeyi, Kürtleri asimile etmeyi, Türkçe konuşmayı teşvik etmeyi önerir.
Mustafa Kemal’in Meclis’teki Kürt milletvekilleriyle anlaşmazlığı, sonraki dönemlerde bu milletvekillerinin tasfiyesi sonucunu verdi. Nitekim Meclis’te “Arkadaşlar ben Kürdüm, Kürdoğlu Kürdüm. Fakat Türkiye’nin tealisini (yükselmesini), Türkiye’nin şerefini, Türkiye’nin terakkisini (gelişmesini) temin eden Kürtlerdenim.” diyen Bitlis vekili Yusuf Ziya Bey ikinci dönem Meclis’e giremeyecek, daha sonra Şeyh Sait İsyanı’nı başlatacak olan Azadi Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer alacaktı. Şeyh Sait İsyanı ise, genç Cumhuriyet’in Kürt paranoyasının temelini oluşturacak travmanın adıydı.
İsyan sırasında önemli bir rol oynayacak Azadi Cemiyeti’nin üyelerinin büyük kısmı orduyu terk etmiş Kürt subaylardan oluşmaktaydı. Diyarbakır’daki Yedinci Ordu’nun subay ve askerlerinin en az %50’si Kürt’tü. Türk subaylarının da bir bölümü Kürt hareketine sempati duymaktaydı.
Azadi’nin Şeyh Sait İsyanı’na giden yolda Kürtlerin yakınmalarına neden olarak gördükleri hususlar ise şunlardı:
1) Azınlıklara ilişkin çıkarılan yeni bir kanun şüphe yaratmıştı. Türklerin Kürtleri Batı Türkiye’ye dağıtarak, onların yerine Türkleri doğuya yerleştireceklerinden korkulmuştu.
2) Kürt dilinin okul ve mahkemelerde kullanımı kısıtlanmıştı.
3) Önceleri coğrafi bir terim olarak kullanılan “Kürdistan” kelimesi tüm coğrafya kitaplarından kaldırılmıştı.
4) Kürdistan’daki tüm yüksek hükümet görevlileri Türk’tüler. Sadece daha aşağıdaki kademelere dikkatlice seçilmiş Kürtler atanıyordu.
5) Ödenen vergilere oranla hükümetten yeterli hizmet alınmıyordu.
6) 1923’teki Büyük Millet Meclisi seçimlerine hükümet müdahale etmişti.
7) Hükümet sürekli olarak bir aşireti diğerine karşı kullanma politikası izliyordu.
8) Türk askerleri sık sık Kürt köylerini basarak hayvan götürüyorlardı. Talep edilen erzakın karşılığı ya yetersiz ödeniyor ya da hiç ödenmiyordu.
9) Orduda Kürtlerin kademe ve mevkileri Türklerle eşit değildi ve Kürtler genellikle zor ve istenmeyen işlere gönderiliyorlardı.
10) Türk hükümeti Alman sermayesinin yardımıyla Kürtlerin yeraltı zenginliklerini sömürmeye girişmişti.
11) Türk ve Kürtleri birbirine bağlayan en son bağ olan halifelik kaldırılmıştı.
Daha sonra sıkça dile getirilecek olsa da, aslında İngilizlerin bu ayaklanmaya destek verdikleri konusunda somut bir kanıt bulunmamakta. Zaten burada önemli olan husus dış destek konusu değil, Kürtlerin şikayet ve talepleri ile hükümetin bu taleplere nasıl yaklaştığıdır. Başbakan Fethi Okyar ayaklanmayı sıkıyönetim tedbirleriyle bastırabileceğine inanmaktadır. Ancak çok sert önlemler alınması gerektiğini düşünen Mustafa Kemal, Fethi Okyar’ı Başbakanlıktan uzaklaştırıp, İsmet İnönü’ye yeni bir hükümet kurdurur.
Yeni hükümet sert tedbirlerin uygulayıcısı olacaktır. Sıkıyönetim ilanı, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun değiştirilmesi, devrim ilkelerine aykırı yayın yapan gazetelerin kapatılarak sahip ve yazarlarının cezalandırılması, Takrir-i Sükun Kanunu’nun kabul ve ilanı ve İstiklal Mahkemeleri’nin yeniden kurulması bunlar arasındadır. Bu sert tedbirler içinde özellikle Takrir- i Sükun Kanunu’na ilişkin Meclis’te yapılan tartışmalar çok önemlidir.
Bu tartışmalar liberal görüşte olanlarla cumhuriyetçiler arsında bir iç hesaplaşmaya dönüşür. Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Rauf Bey, Dersim vekili Feridun Fikri Bey, Sivas vekili Halis Turgut Bey gibi isimler bu kanuna ve İstiklal Mahkemeleri’ne karşıdırlar. Bu isimler isyancılarla masum halkın birbirinden ayrılması gerektiğini, bu kanunun özgürlükleri ortadan kaldırarak, dikta idaresine yol açacağını dillendirirler.
Tartışmaların alevlenmesi ve Meclis’in iki ayrı kampa bölünmesi üzerine Mustafa Kemal söz alarak kürsüye çıkar ve yeni bir dönemi başlatacak kararı açıklar. “Milletin elinden tutmaya lüzum vardır. Devrimi başlatan tamamlayacaktır.” Bu önemli bir tercihtir. Anlaşılmıştır ki artık Cumhuriyet, özgürlüklere ve demokrasiye açılım politikası ile değil, ödünsüz, otoriter bir sertlik politikasıyla şekillenecektir. Bunun sonucu olarak Meclis’te karşı görüşte olanlar tasfiye edilerek, Meclis’in demokratik ve kozmopolit yapısı ortadan kaldırılır. Bu kanuna muhalefet eden Kürt illeri vekilleri Feridun Fikri Bey, Halis Turgut Bey, Rüştü Paşa gibi isimler 1926 yılında İzmir Suikastı davasında yargılanacak, Halis Turgut Bey ve Rüştü Paşa asılarak idam edilecek, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılacaktır.
Tüm bu şiddetli bastırmalara rağmen bölge gerilim içinde kalmaya devam eder. İstiklal Mahkemesi’nin görev süresinin dolması ve sıkıyönetimin kalkması sonrası bölgede olağanüstü tedbirleri sürdürecek bir formül de bulunur. Bu, yıllar sonra olağanüstü hal valiliğine de ilham kaynağı olacak olan umumi müfettişliklerdir. Umumi müfettiş; polis, jandarma ve ordu üzerinde etkileri bulunan bir süper validir. Amaç bölgenin tamamen merkeze bağlanarak denetim altına alınmasıdır.
Bu müfettişlikler Kürt isyanlarının bastırılmasına yönelik olarak çoğaltılır. Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra 1. Umumi Müfettişlik, Ağrı İsyanı’ndan sonra 3. Umumi Müfettişlik, Dersim İsyanı’ndan sonra 4. Umumi Müfettişlik tesis edilir. Ancak umumi müfettişlikler eliyle çözüm idari olup, kısa vadelidir. Asıl istenen bölgenin Türkleştirilmesi ve Kürtlerin örgütlenme araçlarının yok edilmesidir.
Mustafa Kemal bu doğrultuda Meclis Başkanı Abdülhalik Renda ile İçişleri Bakanı Cemil Uybadın’a raporlar hazırlatır. Renda, raporunda bölgedeki gergin ve tehlikeli duruma karşı belirli yerlere Türkleri yerleştirmeyi, Kürtleri asimile etmeyi, Türkçe konuşmayı teşvik etmeyi ve aşiret reisleri yerine hükümet gücünün kullanılmasını önerir. Uybadın da “Kürdistan umumi valilikle ve müstemleke usulüyle idare edilmelidir.” başlıklı raporunda benzer önerilerde bulunur.
Söz konusu raporları ortak bir rapora dönüştürmek üzere Mustafa Kemal’in emriyle “Şark Islahat Encümeni” kurulur. Encümende Başbakan İsmet İnönü, İçişleri Bakanı Cemil Uybadın, Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, Meclis Başkanı Abdülhalik Renda ve Genelkurmay 2. Başkanı Kazım Orbay yer alırlar. Bu kadronun ortak özelliği Takrir-i Sükun Kanunu’nu ve uygulamalarını savunan ekibin içinde olmalarıdır.
Ortak rapordan çıkan plan bir “Türkleştirme” programıdır. Kürt kimliği düşüncesini ortadan kaldırmak için askeri ve idari önlemlere ek olarak, kültürel bir asimilasyon programıyla “Kürtlerin Türkleştirilmesi” öngörülür.
Devam edeceğim...
Ümit Kardaş kimdir?
1971'de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1975 yılında askeri hakim, 1985 yılında hukuk doktoru oldu. Çeşitli yerlerde savcılık, hakimlik ve adli müşavirlik yaptı. 1995 yılında emekli olup, serbest avukatlığa başladı. Çeşitli dergi, gazete ve kitaplarda yazıları yayınlandı. Halen internet gazeteleri Artı Gerçek ve Son Medya’da yazmaya devam ediyor. Bülent Tanör eser yarışmasında birincilik ödülü alan "Türkiye'nin Demokratikleşmesinde Öncelikler" isimli çalışması 2004 yılında yayınlandı. "Hukuk Devlete Sızabilir mi?", "Ötekiler İçin Sivil İtaatsizlik Rehberi", "Demokrasi ve Hukuk Krizi, "Zulüm Özür Uzlaşı", Kardaş’ın yayınlanmış kitaplarından bazıları.
KAYNAKÇA
Ahmet Kahraman -“Kürt İsyanları” Evrensel Basım Yayım, İstanbul, 2003
Basil Nikitine - “Kürtler “ Örgün Yayınları,İstanbul,2010
Bletch Chirguh – “Kürt Sorunu : Kökeni ve Nedenleri “ Avesta Yayınları, İstanbul,2009
Behçet Cemal -“Şeyh Said İsyanı”, Sel Yayınları, İstanbul, 1955
Bilal Şimşir - “İngiliz Belgeleriyle Türkiye’de Kürt Sorunu (1924-1938)”, Türk
Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1991
Erik Jan Zürcher -“Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” İletişim, İstanbul, 2013
Faik Bulut -“Devletin Gözüyle Kürt İsyanları” Yön Yayıncılık, İstanbul, 1991
Fuat Dündar-“ Modern Türkiye’nin Şifresi”, İletişim, İstanbul, 2008
Martin Von Bruinessen –“Ağa, şeyh, Devlet”, Çev. Banu Yalkut, İletişim, İstanbul, 2003
Michael Gunter -“The Kurdish Problem in Turkey”, Middle East Journal, 42, 1988
Serap Yeşiltuna –“Atatürk ve Kürtler” İleri Yayınları, İstanbul, 2007
Mecburi istikamet: Kürtlerle birlikte demokrasiyi inşa etmek-4
Türkiye, ilk defa bir Kürt örgütünün emrinde savaşan, düzenli orduya sahip olan, bağımsız devlet kurmayı hedefleyen bir isyanla karşı karşıya kalmıştı. Devleti yönetenler isyanın yaygınlaşmasından ve ülkenin bölünmesinden endişe duymaya başlamışlardı.
Üçüncü Umum Müfettişliği'nin de kurulmasına sebep olacak olan Ağrı İsyanı üzerinde, taşıdığı bazı özgün niteliklerden dolayı durmak gerekir. Ağrı (Agıri-ateş fışkırtan) İsyanı 16 Mayıs 1926’da Biroye Hesike Teli’nin öncülüğünde başlar. Bu isyan, Kürt tarihinde modern bir siyasi örgütlenmenin öncülüğünde yürütülmüş ilk silahlı mücadeleydi.
Bu farklılığın temelinde, Kürt ulusal birliğine dayanan, bağımsız bir Kürt devleti kurmayı amaçlayan Xoybun (Hoybun) örgütünün varlığı bulunmaktaydı. Örgütün ideolojisi gereği, ilk defa bir Kürt örgütü, Kürdistan’ı işgalcilerden kurtarıp milli bir devlet kuracağını tüzüğüne yazıyor ve dünyaya açıklıyordu. Siyaset silahı yönlendirmiş oluyordu. Bu başkaldırıda ağa, eşraf, şeyh ve seyitlerin yanında ilk defa daha etkin olarak eğitimli, donanımlı asker ve sivil aydınlar yer alıyordu.
Gene ilk defa ciddi bir askeri eğitimden geçmiş, askeri hiyerarşiye sahip, üniformalı bir Kürt ordusu kurulmuştu. Askerlerin sipersiz şapkalarının önünde, Büyük ve Küçük Ağrı’nın kabartma resimlerini taşıyan metalden bir arma bulunuyordu.
İhsan Nuri Paşa, Kürt ordusunda genelkurmay başkanı olarak görevlendirildi. Taşnak üyesi Baron Vahan askeri konularda danışmanlık yapıyordu. Ağrı Savaş Konseyi isimli sivil örgüt savaşla ilgili konularda karar alıyordu. Bu Konsey aynı zamanda bir parlamento ve temyiz mercii olarak da çalışıyordu.
Kürtler ilk defa gerilla tarzında savaşıyorlardı. Savaş olmadığı dönemlerde askerler köylerine dönüyor, üretime katılıyorlar, halkla iç içe yaşıyorlardı. Bu başkaldırıya kadınlar da etkin bir biçimde destek veriyordu. Yine ilk defa Ağrı’da özgürlük ve bağımsızlığın simgesi olarak bir bayrak kullanılmış, bu bayrak askeri karargahın bulunduğu Yeşiltepe’ye dikilmişti.
Kürt hükümetinin etkisi altına girmiş yerlerde, örgüt sivil hayatta da örgütlenilmesi emrini vermişti. Bunun üzerine Ağrı Savaş Konseyi, egemenlik altına alınan yerlere vali, kaymakam, nahiye müdürü atamaları yapmaya başladı. Yine Kürtlerin direniş tarihinde ilk defa Ağrı’da kurulan bir mahkemede yargılama faaliyeti yürütülüyordu. Halktan alınan vergileri ve harcamaları gösteren bilançolar tutmak üzere bir mali büro oluşturulmuştu.
1926 ve 1927 yıllarında gerçekleşen çatışmalarda netice alamayan devlet afla direnişi kırmak istedi. Teslim olan hiç kimseye ceza verilmeyecek, iş, toprak ve mevki sağlanacaktı. Devletin 9 Mayıs 1928’te çıkardığı genel affa Xoybun çok sert tepki gösterdi ve halka affın devletin geçmişte de uyguladığı bir tuzak olduğunu belirten 23 sayfalık bir broşür dağıttı.
Ağrı savaşlarının yaşandığı süreçte devlet ile Xoybun arasında propaganda alanında sıkı bir mücadele yaşandı.1927 yılında çıkarılan sürgün kanunuyla sıkıyönetim bölgesinden ve Bayazid Vilayeti'nden 1400 kadar fert ve aileleri ve bölge içindeki ağır ceza hükümlüleri batı illerine sürgün edildi.
Türkiye, ilk defa bir Kürt siyasi örgütünün emrinde savaşan ve düzenli bir orduya sahip olan, bağımsız bir devlet kurmayı hedefleyen bir isyanla karşı karşıya kalmıştı. Devleti yönetenler isyanın yaygınlaşmasından ve ülkenin bölünmesinden endişe duymaya başlamışlardı. 28 Aralık 1929 tarihli Bakanlar Kurulu toplantısına Mustafa Kemal başkanlık etti. Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak ve Kürdistan Genel Müfettişi İbrahim Tali Öngören’in katıldığı toplantıda 1930 yılında genel bir saldırının yapılması karara bağlandı.
Bununla birlikte kurulan diplomatik ilişkiler sonucu İran ve Sovyetler Birliği ile anlaşıldı ortak bir cephe oluşturuldu. Üç devlet 14 Temmuz 1930’da İstanbul’da yaptıkları toplantıda Kürt gerici isyanları olarak niteledikleri başkaldırıya karşı ortak hareket etme kararı aldılar. Ayrıca Suriye ve Irak ta ortaklığa katılmaya ikna edildi.
Devlet Kürdistan genelinde seferberlik ilan etmiş, 60.000 asker alarma geçirilmiş, 52 keşif ve bombardıman uçağı hazır hale getirilmişti. 2 Temmuz 1930’da ordu 22.000 asker ve 52 uçakla büyük bir saldırı başlattı. 14 Eylül 1930’da Kürt ordusunun dağıtılması üzerine Mustafa Kemal Genelkurmay Başkanı’na gönderdiği telgrafta genel asayişi ve milli birliği bozan şaki ve asileri imha edenleri tebrik etti. Başkaldırıyla ilgili olarak 700 kişi yargılandı, 31 kişi idam edildi, çoğu kişi değişik cezalara mahkum edildi.
Ağrı İsyanının da bastırılmasından sonra, yönetim bölgeye iyice yerleşmek için, ideolojik bir atağa kalkacaktır. Sözgelimi 26 Eylül 1932’de Bekir–Diyarı’nda, yani Diyarbakır’da Mustafa Kemal verdiği nutukta, bu diyarın Oğuz Türkü’nün has kaynağı olduğunu, hepimizin bu yüce kaynağın çocukları olduğunu belirttikten sonra şunları söyler: “Buraya konduğumuzdan beri ne olduğumuzu anlatmaya çalıştık ve anlatıp duruyoruz ki; Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk’tür ve her yanı aydınlatan Türk’ün yüzüdür.”
Mustafa Kemal’in bu sözleri ve bu sözleri sarf ettiği yer, ulus-devlet inşasına yönelik olarak kurulan Cumhuriyetin, Türk kimliğinden hareketle tek millet, tek dil, tek kültür yaratma hedefinin açık tezahürüdür. Fakat bu ideolojik saldırı, Kürtler arasındaki huzursuzlukları artırmaktan başka pek az işe yaramıştır ve Ankara da sürekli tetikte beklemektedir.
Böylece, Ağrı Ayaklanması, savaş uçaklarının da yardımıyla bastırıldıktan sonra Ankara’nın gözü Dersim’e çevrilir. 1. Umumi Müfettiş İbrahim Tali Bey 1931 yılında hazırladığı Dersim raporunda aşiretlerin cezalandırılmasının yetersizliğinden yakınmaktadır.
Dersim meselesine Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın yaklaşımı ve çözüm önerisi ise şöyledir: “Ana yolların inşası, silahların toplanması, reislerin, bey ve ağaların, seyyitlerin bir daha gelmemek üzere Batı Anadolu’ya gönderilmeleri, reisler alındıktan sonra da en şerir olanlarının Dersim’den uzak ovalara sevki ve öz Türk köyleri içine dağıtılmaları, Dersim’de kalacak olanları da reislerden alınacak olan araziye bağlamak teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınmalı, Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra da tedricen öz Türk hukukuna mahzar kılınmalıdır.”
Dersim için düşünülen ıslahat ve yerleştirme planlarının ilk ürünü 1934 tarihli İskan Kanunu olur. Kanunun gerekçesinde Osmanlı’nın tek bir Türk kimliği yaratmama politikası eleştirilmektedir. Bu kanunla ilgili en çarpıcı ve cari zihniyeti gösterir açıklamalar kanunun rapor bölümünde mevcuttur: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde Türk’üm diyen herkesin bu Türklüğü devlet için belli ve açık olmalıdır. Burada devlet hiçbir Türk’ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez.” Bu son cümle adeta bugüne kadar süren zihniyetin ve bu zihniyetin yaşattıklarının temel paradigmasıdır.
Buna göre, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarından yararlanarak merkezde ve yerelde iktidara gelenler ve bürokraside yer edinenler, yurdun bütün iyilik ve kazançlarından yararlananlar ya Türk kimliği ve kültürü içinde erimeyi kabul edecekler ya da sonuçlarına katlanacaklardır. Bunu kabul etmeyenler yani Türklükten mutluluk duymayanlar ise hain sayılacaktır. Bu kanun Kürtlere yeni bir misyon biçmektedir: Türkçe konuşup, Türk gibi yaşamak…
Müzakereler sırasında Samsun vekili Ruşeni Bey’in Türkleştirme siyasetinin doğruluğunu ifade ederken verdiği misal kan dondurucudur: “Tabiatta her canlının bir midesi vardır. Mide mutlaka canlı şeyler yemekle yaşar, yani yaşayan yaşayanı yiyerek yaşar. Ferdin midesi olduğu gibi milletlerin de midesi vardır. O da kümeleri ve insanları yiyerek yaşar.” Kanun bir asimilasyon kanunudur. Kanunun 2. maddesi mıntıkaları tanımlarken 2 numaralı mıntıkayı “Türk kültürüne temsili istenilen nüfusun nakil ve iskanına ayrılan yerler” olarak belirler. “Türk kültürüne temsili istenilen nüfus” ibaresi açıkça asimilasyonu öngörmektedir. Zaten Arapça bir kelime olan “temsil” benzetme, bir şeyin aynısını yapma, özümleme yani asimilasyon demektir. Kanun Meclis’te görüşülürken muhalefet eden kimse çıkmaz, çünkü artık muhalif ses kalmamıştır.
Devam edeceğim…
Mecburi istikamet: Kürtlerle birlikte demokrasiyi inşa etmek-5
Dayatılan etnik kimlik Türklük ve Diyanet çerçevesinde devletleştirilen Müslümanlığın Sünni-Hanefi mezhebidir. Bu temele oturtulmaya çalışılan cumhuriyetin Türkiye sınırları içinde yaşayan insanları yurttaş kılması ve eşitliği sağlaması imkansızdı.
1935-1938
Bu döneme damgasını vuran yer Dersim’dir. Cumhuriyet döneminde ilk Dersim harekatı 1926 yılında Koçuşağı aşiretinin çevrede talan yapmaya başlaması üzerine gerçekleştirilmiş ve Dersim’in tebdiline Albay Mustafa Muğlalı memur edilmiştir.
Harekat esnasında Kılabuz deresi cesetlerle dolar. Harekat sonunda yapılan resmi yazılı açıklamada ordunun kaybı asker sayısı olarak belirtilirken, Koçuşağı aşiretinin kayıpları hayvan olarak verilir, insan olarak değil (Açıklamada, “Asilere bir hayli kayıp verdirilmiş ve 1084 küçükbaş, 342 büyükbaş hayvan ganimet alınmıştır.” denilmektedir.)
Devletin kendi yurttaşından ganimet almasından da anlaşılacağı üzere, aslında mevcut rejimin demokrasiyle bir ilgisi bulunmamaktadır ( zaten o zamanlar demokrasiden ne anlaşıldığını göstermek bakımından, 1935 yılında yapılan CHP IV. Büyük Kurultayı’nda Genel Sekreter Recep Peker’in serdettiği görüşlere bakmak yeterlidir. Peker Türk demokrasisinin amacının kuvvet yoluyla ulusal birliği sağlamak olduğunu söyler. CHP ulusalcılığı politik bir silah olarak kullanmaya kararlıdır.)
Gelişmeler rejimin Osmanlı’nın sorunlara yaklaşımındaki anlayışı aynen tevarüs ettiğini göstermekte. Vali Cemal Bey’in soygunculuk hareketlerinin sebebi yaşamak hissi ve endişesidir şeklindeki kanaati de devleti Dersim’i tedip ve tenkil düşüncesinden vazgeçiremez.
1935 yılına gelindiğinde bölgede ama özellikle Dersim’de huzursuzluk devam etmektedir ve Kürtlerin devlete olan güveni yok olmaya yüz tutmuştur. İsmet İnönü’nün 1935 yılında bölgeye yaptığı gezi sırasındaki tespit, gözlem ve önerilerinden oluşan “Şark Islahat Raporu” Dersim için özel bir plan öngörür.
İsmet İnönü’nün Şark Islahat Raporu’ndaki önerilerini hayata geçirmek üzere ilk adım olarak 25.12.1935 tarihli “Tunçeli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun” çıkarılır. (Kanunun isminin operasyonu ima eder şekilde “Tunçeli” olarak isimlendirilmesi devletin ezici gücüne bir gönderme olarak düşünülmüş.) Hukuk dışı, keyfi uygulamalara imkan sağlayan bu kanun Umumi Müfettiş de olan vali ve komutana, kişileri yakalamak, itham etmek, yargılamak, idam kararı vermek, idamları infaz etmek yetkilerini vermektedir.
Böylece sanıklara iddianamenin verilmediği, savunma hakkının tanınmadığı, mahkeme kararlarının kesin olup temyizinin mümkün olmadığı bir sürece geçilmiştir. Kanunun 1. maddesi uyarınca Dersim’e vali, komutan ve 4. Umumi Müfettiş olarak Korgeneral Abdullah Alpdoğan atanır. Bu komutan Kürtlerin tanıdığı bir ismi çağrıştırır. Alpdoğan, Koçgiri Ayaklanması'nı bastıran Merkez Ordu Komutanlığı kurmay başkanı ve ayaklanmayı bastıran Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa’nın damadıdır.
Bölgede hukukun, vicdanın ve ahlakın dışında ağır bir rejim uygulanmaya başlanır. Kürtler asimilasyon politikalarından, anadilini konuşanlara eziyet edilmesinden, Kürtçe gazete ve yayınların yasaklanmasından, göçe zorlanarak yollarda telef olmaktan şikayetçidirler. Kürt aydınları ve halk kurşunlanmakta, asılmakta ya da sürgüne gönderilmektedir.
21 Mart 1937’de başlayan Dersim Ayaklanması hava bombardımanı dahil yangın bombaları ve boğucu gazlar kullanılarak en ağır şekilde bastırılır.
Dersim’e yapılan I. Harekât sırasında Başbakan olan İsmet İnönü harekât tamamlandıktan sonra 18 Eylül 1937’de Meclis’e bilgi verirken amacın hasıl olduğunu belirten şu konuşmayı yapar:
Cumhuriyet ordusu ve zabıtası, bu hadise esnasında yaptığı takiplerde, hurafe olarak zihinlerde yerleşen ne kadar uçurum halinde dere ve ne kadar çıkılmaz dağ varsa, hepsini Ankara sokakları gibi baştan başa geçmişlerdir. (...) mukavemet vaziyetini bertaraf ettikten sonra halkının refah ve serbestisi için takip edilen programa devam ediyoruz.
Ancak Mustafa Kemal ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, İnönü ile aynı görüşte değildir. Onlara göre harekât yeterli değildir, sorunun köklü çözümü için imha ve tehcir harekatlarının devamı gerekir. Bu nedenle İnönü, 25 Ekim 1937’de başbakanlıktan alınır ve yerine Celal Bayar getirilir.
15 Temmuz 1938’de Mareşal Fevzi Çakmak’ın emriyle Dersim’e ikinci harekat başlatılır. Mağaralarda saklananları dışarı çıkarmak için zehirli gaz ve dinamit kullanılması sivil halkın özellikle de kadın ve çocukların çok kayıp vermesine neden olur. İkinci harekatta öldürülen isyancıların sayısı verilirken, silahsız sivil halkın kayıpları “ağır zayiat verdirildi” ifadesiyle geçiştirilir.
Kendisi de Dersimli olan Kemal Kılıçdaroğlu, 1986 yılında, Dersim olayları sırasında Malatya Emniyet Müdürü olan eski Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı Vekili İhsan Sabri Çağlayangil ile görüşür. Çağlayangil’in tanıklığı ve tespitleri yaşanan trajediye açıklık getirir:
Ben de Malatya Emniyet Müdürüyüm. Haliyle otomobile bindik Elazığ’a gittik. Abdullah Paşa bizi misafir etti. Harekat başlayalı 1-2 ay olmuştu. Abdullah Paşa dedi ki ‘Bu kefereyi kıstırdım; ekinlerini yaktım uçakla. Mağaralara iltica ettiler. Fakat dağlık arazi karargâh-ı Munzur’da’ dedi. ‘Bu dağları tuttular. Bu dağları bir mavzerli alay tutabilir. Öyle geçitler var’ mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içerisinden bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi.
10 Ağustos’ta üçüncü harekat başlar. Uçakların bombaladığı Aliboğazı mevkiinde ne kadar insan öldüğü konusunda bilgi verilmez. Harekat kıyım, imha ve tenkil hareketi olarak devam eder. Söz konusu harekatlar kamuoyuna manevra olarak açıklanmakta, hakikat gizlenmektedir.
Harekatları bizzat yöneten Mareşal Çakmak, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e çektiği telgrafta manevranın sonuçlarını bildirir, Cumhurbaşkanı cevabi telgrafta manevranın çok faydalı safhalar göstererek bitmiş olmasından dolayı kalbinin orduya karşı takdir ve şükran duygularıyla dolu olduğunu belirtir.
Elazığ’da kurulan İstiklal Mahkemesi'nde yargılanan 58 kişiden Seyyid Rıza ve 6 kişi 15 Kasım 1937’de idam edilir. Seyyid Rıza’nın mezarının nerede olduğu halen bilinmemekte.
Rejimin, Dersim’de son derebeyleriyle mücadele ettiği söylemi gerçeği yansıtmamaktaydı. Rejim aksine derebeylerini imtiyaz, ihale, istimlak, bayilik , ucuz kredi yollarıyla güçlendirip kendine tabi kılıyordu. Cumhuriyet, tüm milliyetçilik vurgusuna rağmen Ortadoğu’daki İngiliz emperyalist sömürge düzenine uyumuyla, feodalizmin bölünmesinden yararlanma politikasıyla şiddeti Kürt sorununun tek çözüm yolu haline getirmiş oluyordu.“İdeolojik tutarsızlık ve çaresizlik” sonucu yaşanan krizler daha sonraları Mustafa Kemal’in kült, tartışılmaz bir lider haline getirilmesiyle aşılmaya çalışıldı.
1921-1938 dönemini en iyi özetleyen ifade “Türkleştirme” olacaktır. Türkleştirme yukarıda yaşandığı belirtilen olayların ve yapılan düzenlemelerin yanında Türk Dil ve Tarih kurumlarının kuruluşu, ”Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarının başlatılması ve Soyadı Kanunu’nun kabulüyle toplumun her alanında uygulanmaya ve yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır.
Mustafa Kemal “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasının başlama nedenini şu sözlerle açıklamaktadır:
Milliyetin çok bariz vasıflarından biri dildir. Türk Milleti’ndenim diyen insan her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse doğru olmaz.
Bu dönemin anlayışında kuşkusuz farklı etnik kimliklere, farklı dillere, farklı dinlere ve mezheplere yer olmamıştır. Dayatılan tek etnik kimlik Türklük ve Diyanet İşleri Başkanlığı çerçevesinde devletleştirilen Müslümanlığın Sünni-Hanefi mezhebidir. Bu temele oturtulmaya çalışılan cumhuriyetin Türkiye sınırları içinde yaşayan insanları yurttaş kılması ve eşitliği sağlaması imkansızdı. İşte bu nedenle homojenliği sağlamanın yolu da her türlü şiddeti kullanan ırkçı, asimilasyoncu politikalardan geçiyordu.
Yukarıda belirttiğimiz tüm düzenlemeler ve uygulamalar 1921-1938 döneminin anlayış ve pratiğini ortaya koymakta .Bunu bazı kesimlerin öne sürdüğü gibi entegrasyon diye sunmak ne hakikate uyar ne de vicdana sığar. Bir kültürü, bir dili şiddet ve baskı yoluyla yok sayıp değiştirmeye zorlamak entegrasyon olamaz. Hukuk, siyaset bilimi ve evrensel ilkeler bakımından bu politikaların nasıl adlandırıldığı bellidir. Homojen kaynaşmış kitlenin temelinde Türklük yatmakta, tek mezhepli Müslümanlık bu etnik kimliği destekleyen bir unsur olmaktadır.
Devam edeceğim...
Ümit Kardaş kimdir?
1971'de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1975 yılında askeri hakim, 1985 yılında hukuk doktoru oldu. Çeşitli yerlerde savcılık, hakimlik ve adli müşavirlik yaptı. 1995 yılında emekli olup, serbest avukatlığa başladı. Çeşitli dergi, gazete ve kitaplarda yazıları yayınlandı. Halen internet gazeteleri Artı Gerçek ve Son Medya’da yazmaya devam ediyor. Bülent Tanör eser yarışmasında birincilik ödülü alan "Türkiye'nin Demokratikleşmesinde Öncelikler" isimli çalışması 2004 yılında yayınlandı. "Hukuk Devlete Sızabilir mi?", "Ötekiler İçin Sivil İtaatsizlik Rehberi", "Demokrasi ve Hukuk Krizi, "Zulüm Özür Uzlaşı", Kardaş’ın yayınlanmış kitaplarından bazıları.
KAYNAKÇA
Doğu Ergil -“Kürt Raporu: Güvenlik Politikalarından Kimlik Siyasetine” Timaş Yayınları, İstanbul, 2009
Erik Jan Zürcher -“Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” İletişim, İstanbul, 2013
Faik Bulut -“Devletin Gözüyle Kürt İsyanları” Yön Yayıncılık, İstanbul, 1991
Fikret Başkaya -“Paradigmanın İflası: Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş” Özgür Üniversite, Ankara, 2007
Fuat Dündar - “ Modern Türkiye’nin Şifresi”, İletişim, İstanbul, 2008
İsmail Beşikçi -“Doğu’da Değişim ve Yapısal Sorunları”, Doğan Yayınevi Ankara, 1969
Kazım Karabekir -“Kürt Meselesi” Emra Yayınları, İstanbul, 2004
Lucien Rambart -“Çağdaş Kürdistan Tarihi”, Komal Yayınları, İstanbul, 1978
Mahmut Alınak -“HEP, DEP ve Devlet: Parlamentodan 9. Koğuşa”, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1996
Mehmet Çetin (Yayına hazırlayan) - “Yas Kitabı” Sur Kitaplığı, İstanbul, 2010
Naşit Hakkı Uluğ -“Derebeyi ve Dersim” Kaynak Yayınları, İstanbul, 2009
Saygı Öztürk- -“İsmet Paşa’nın Kürt Raporu” Doğan Kitap, İstanbul, 2007
Serap Yeşiltuna –“Atatürk ve Kürtler” İleri Yayınları, İstanbul, 2007
Tuğba Yıldırım (Derleyen) -“Kürt Sorunu ve Devlet” Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2011
Ümit Kardaş - “Demokrasi ve Hukuk Krizi”, İletişim, İstanbul, 2010
Vecihi Timuroğlu - “Dersim Tarihi”, Yurt Yayınları, Ankara, 1991
Mecburi istikamet: Kürtlerle birlikte demokrasiyi inşa etmek-6
Yayınlanma: 14 Ağustos 2024 Çarşamba 00:01
Devletin tüm olumsuz yaklaşımına rağmen Kürt toplumu, 1960’lı yıllar boyunca 'Kürt organik entelektüellerinin' yayımladıkları dergilerle kendini anlama ve kendi üzerinde düşünme fırsatı elde etti.
1940-1980
Devletin 1920’lerden başlayan modernleştirme ve asimilasyon politikaları 1980’lere kadar değişmeden kaldı. 1946’dan sonra çok partili sisteme geçişin ve eğitimin yaygınlaşmasının sonuçları kendini daha sonraki yıllarda gösterecekti.
Rejimin baskıcı uygulamalarına karşı muhalif bir söylemin varoluş koşulları giderek olgunlaşıyordu. Kürtler arasında eğitimin yaygınlaşması Kürt kültürel ve siyasal hareketinde öncü bir rol üstlenecek aktivist entelektüeller grubunun doğmasına yol açtı. İstanbul ve Ankara gibi büyük kentlerde bulunan üniversitelerdeki Kürt öğrenci sayısının artması ile birlikte Suriye, İran ve Irak’tan gelen Kürt öğrencilerle kurdukları etkileşim ortak Kürt kimliği konusundaki farkındalığı arttırdı.
1941’de Kürt aktivistler tarafından kurulan Dicle Talebe Yurdu ve 1943’te kurulan Fırat Talebe Yurdu gibi öğrenci yurtlarındaki ortam bu süreci hızlandırdı. Musa Anter, 1940’ların ortalarında kuruluşunda yer aldığı Kürtleri Kurtarma Cemiyetinin amacını, Kürt öğrencilerin ulusal bilincini, dilleri, kültürleri ve Türkiye’deki durumları hakkındaki farkındalığını arttırmak şeklinde tanımlamaktaydı.
Gene bu dönemde Musa Anter’in İleri Yurt gazetesindeki yazıları nedeniyle yargılanmaya başlamasının, Kürt öğrenciler ve halkın bir kısmı tarafından protesto edilmesi de kayda değer bir gelişmeydi. Ancak Kürt sorununa halkın dikkatini çeken en önemli olay 17 Aralık 1959’da 50 Kürt öğrenci ve aktivistinin tutuklanması oldu. Bu kişilerden biri gözaltında öldüğü için bu yargılama “49’lar Olayı” olarak adlandırıldı.
Aslında bu dava, siyasi bir projenin parçasıydı. Zamanın Demokrat Parti hükümeti, MİT’ten istediği “Kürt Raporu”nda dile getirilen tavsiyeler uyarınca bir operasyon başlatmıştı. Raporda 2.500’e yakın Kürt'ün ayrılıkçı faaliyetler içinde olduğu belirtiliyor ve bu kişilerin ülkede “bölücü”, yurt dışında da “komünist” olarak ilan edilmesi ve idam istemiyle yargılanmaları öneriliyordu. Tutuklananlar ulusal birliği ve ülkenin toprak bütünlüğünü bozmakla suçlanacaklardı. 1967 yılına kadar süren davanın sonunda sanıklar suçsuz bulundu. Fakat davanın bu denli uzaması, Kürt sorununun gündemde kalmasına neden oldu.
27 Mayıs 1960 darbesi ile yönetimi ele geçirenler de, devletin Kürt sorununa bakışında hiçbir farklılığın olmayacağını daha işin en başında açık ettiler. Darbeden 4 gün sonra içlerinde aşiret liderleri, kanaat önderleri, şeyhler ve belediye başkanlarının bulunduğu 485 kişi hiçbir mahkeme kararı olmadan, keyfi bir şekilde gözaltına alınıp, Sivas-Kabakyazı’daki askeri kışladan bozma bir kampa konuldular ve 9 ay burada tutuldular.
Sivas Kampı, 7 Ekim 1960 tarihinde çıkan 105 No'lu Mecburi İskân Kanunu'ndan sonra dağıtıldı. Ancak bu kanunla birlikte, kamptaki 55 kişi Antalya, Isparta, Denizli, İzmir, Burdur, Muğla, Afyon, Manisa ve Çorum'a sürüldü. Kanunun gerekçesinde şöyle deniyordu: "Sosyal bazı reformları yapabilmek, Ortaçağ'ın Türkiye'de yaşayan düzenini yıkmak, ağalık, şeyhlik gibi müesseseleri yok etmek..."
Devletin tüm olumsuz yaklaşımına rağmen Kürt toplumu, 1960’lı yıllar boyunca “Kürt organik entelektüellerinin” yayımladıkları dergilerle kendini anlama ve kendi üzerinde düşünme fırsatı elde etti. Kürt hareketindeki bu yeni dinamik, Avrupa’daki ve Irak Kürdistan’ındaki Kürt hareketinin canlanmasıyla da örtüşüyordu.
1967’ye gelindiğinde artık Kürt siyasal hareketi, pek çok kasaba ve kentte düzenlenen “Doğu Mitingleri” sırasında siyasal ve ekonomik taleplerini ifade etmeye başlamıştı. Kürtlerin bu talepleri hükümetler tarafından göz ardı edildi; Kürt entelektüellerinin başlattığı tartışma baskılandı. Benzeri tüm taleplerin bölücülük olarak değerlendirilmesi ve yasal kısıtlamalar nedeniyle “Kürt”, “Kürtçe” ya da “Kürdistan” kelimeleri yasaklı kalmaya devam etti. Bunların yerine mesela “Doğu”, “Doğulu” gibi kelimeler tedavüldeydi.
1960’ların ikinci yarısından itibaren Kürtlerin sosyal ve ekonomik eşitlik taleplerini dile getirecekleri yeni bir mecra oyuna dahil oldu: Türkiye İşçi Partisi. Bu süreçte Tarık Ziya Ekinci, Kemal Burkay ve Canip Yıldırım gibi isimler Türkiye İşçi Partisi içinde aktif rol oynadılar ve 1960’ların sonlarına doğru “Doğucu” hareketin oluşumuna ön ayak oldular.
Ancak TİP ve diğer sosyalist gruplar Kürt sorununu bütünlükçü ve tutarlı bir politika içinde programlarına dahil edemediler. Nihayetinde Kürt hareketi örgütlenmede yeni bir aşama kaydetti ve Irak’taki Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) benzeri bir özerkliği savunan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) 1965 yılında ilk gizli parti olarak kuruldu. TKDP, Kürt taleplerini Kürt ulusu üzerinden tanımlarken bunu eşitlik bağlamında formüle etmiş, ancak Kürt kimliğine vurgu yapmamıştı.
Sürecin devamında 1969’da İstanbul ve Ankara’da yasal olarak örgütlenen ve Kürt öğrencilerden destek alan Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) merkezleri kuruldu. Ancak 12 Mart 1971’deki askeri müdahaleden sonra DDKO ve onunla somutlaşan Kürt siyasetinin yasal durumuna son verildi. DDKO üyeleri Diyarbakır sıkıyönetim mahkemesinde “ulusal duyguları zayıflatmayı veya yok etmeyi hedefleyen örgüt kurmak” suçundan mahkum edildiler.
Bununla birlikte 1970’li yılların ortalarına kadar aktif bir şekilde faaliyette bulunan birçok Kürt devrimci örgütü ortaya çıktı. Bu dönemde Kürt kimliği etnik bir temele dayandırılarak Newroz ve Kawa efsanesiyle bir köken mitine dönüşmeye başladı.
1970’li yılların ortalarına doğru Kürt sosyalist hareketi parçalanmaya yüz tutmuştu. İlk Kürt sosyalist grup, TİP’in Kürt üyeleri tarafından 1974 yılı Aralık ayında kurulan Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi (TKSP- Kurucu Kemal Burkay) oldu. Bu hareket 1975-1979 arası yasal aylık bir dergi olan Özgürlük Yolu’nu çıkardı ve üyelerinden Mehdi Zana, 1977 yılında bağımsız olarak katıldığı seçimlerde Diyarbakır belediye başkanı seçildi. Artık Kürt siyaseti yepyeni bir aşamanın eşiğindeydi.
Bunun dışında DDKO’nun devamı olarak Rizgarî örgütlenmesi veya Devrimci Demokratik Kültür Dernekleri (DDKD) de dönemin diğer adı anılması gereken Kürt siyasal hareketleriydi. 1974 yılında Türkiye’nin birçok yerinde kurulmaya başlanan ve eski TKDP üyeleriyle bazı öğrencileri kapsayan DDKD hareketinden üç grup doğdu.
İlk grup 1976’da kurulan Maoist Kawa hareketiydi. Bu hareket de 1978 yılında bölündü ve ortaya Dengê Kawa çıktı. İkinci grup 1976’da kurulan sosyalist Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları (KUK) oldu. Devrimci Demokratlar olarak bilinen Kürdistan İşçi Partisi (KİP) ise üçüncü grubu oluşturuyordu.
Yukarıda belirttiğim örgütlenmelerin hiçbiri 1980 askeri darbesinden sonraki süreçten ve sıkıyönetim yargılamalarından sonra hayatta kalmayı başaramayacaktı.
Bölge örgütlenmelerle birlikte hareketli bir dönemi yaşarken, bölgenin dışında beklenmedik bir oluşum yaratılıyordu. 1970’li yılların başında Ankara’da üniversite çevresinde başını Abdullah Öcalan’ın çektiği sol bir grup yeni bir hareket oluşturuyordu. Hareket, 1975’in sonuna kadar kadrolarının çoğunu Kürtlerin yaşadığı bölgelere gönderdi. 1977 yılında grubun siyasal programı sempatizan kitlelerle paylaşıldı. Hareketin örgütlenmeye dönük ilk girişimleri bölgede diğer gruplarla çatışmalara yol açtı.
27 Kasım 1978’de yapılan kongrede gizli bir siyasal partiye dönüşme kararı alındı. Kuruluş bildirisinde PKK (Partiya Karkarên Kurdistan - Kürdistan İşçi Partisi) ismi yer aldı ancak bu isim 27 Nisan 1979’a kadar kullanılmadı. Örgütün hedefinin bölgede Marksist-Leninist temele dayalı bağımsız Kürdistan devletini kurmak olduğu sadece bir slogan olarak kullanılıyor ancak bunun dışında hiçbir siyasi alt metin, siyasi analize dayalı propaganda bulunmuyordu.
PKK kuruluşunu ilan etmek için 30 Temmuz 1979’da Siverek’teki devlet yanlısı Bucak aşiretine saldırdı. 1979-1980 yıllarında halk arasında örgütün lideri Abdullah Öcalan’ın isminden dolayı Apocular olarak da adlandırılan PKK bölgede birçok şiddet eyleminde bulunacaktı. Siyasi hedef için yöntem şiddet ve terör eylemleriyle propaganda yapmaktı. Her eylemin sonunda dağıtılan bildirilerde eylemin nasıl gerçekleştirildiği anlatılıyor, bildiri siyasi nitelikli tek cümleyle bitiriliyordu. "Yaşasın Marksist-Leninist bağımsız Kürdistan".
80 sonrası dönemde de hayatta kalmayı başaran tek örgüt şiddet eylemleriyle askeri propagandayı yöntem olarak benimseyen PKK olacaktı. Devlet, Kürtlerin haklı siyasi mücadelesinin zeminini PKK’nın şiddet uygulamalarını ve silahlı örgütlerin birbirleriyle çatışmalarını bahane ederek ortadan kaldırdı.
PKK ve diğer silahlı Kürt örgütleri ile mücadele edilirken, Kürtlerin hak talepleri için siyasi zeminde şiddet kullanmadan mücadele etmek isteyen örgütler ve aktörler sahadan silindi. PKK ile mücadele yürütülürken esas hedefin demokratik yollarla sonuç almak isteyen barışçıl Kürt siyasi hareketini yok etmek olduğu anlaşılıyordu.
Devam edeceğim...
KAYNAKÇA
Ahmet Alış -“Modern Kürt Siyasi Tarihinin İçinden Musa Anter’i Okumak”
Birikim Dergisi, İstanbul, 20 Eylül 2010
Cengiz Güneş -“Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketi”, çev. Efla-Barış Yıldırım, Dipnot Yayınları, Ankara, 2013
David McDowall -“”Modern Kürt Tarihi” Doruk Yayınları, İstanbul, 2004
Erik Jan Zürcher -“Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” İletişim, İstanbul, 2013
Musa Anter -“Hatıralarım” Avesta Yayınları, İstanbul, 1999
Oktay Pirim-Süha Örtülü-“PKK’nın 20 Yıllık Öyküsü”, Boyut Kitapları, İstanbul, 1999
Tuğba Yıldırım (Derleyen) -“Kürt Sorunu ve Devlet” Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2011
Ümit Kardaş - “Demokrasi ve Hukuk Krizi”, İletişim, İstanbul, 2010
Mecburi istikamet: Kürtlerle birlikte demokrasiyi inşa etmek–7
Yayınlanma: 21 Ağustos 2024 Çarşamba 00:01
1980-1981 yıllarında askeri savcı olarak Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı’nda görev yaptım. Benim sanıkların durumlarını inceleyerek durumu tutuklamayı gerektirecekleri tefrik etmem uygulamaya çomak sokmak olarak algılanıyordu.
1980-1993
1980 askeri darbesinin sonrasında başta PKK olmak üzere diğer örgüt üyeleri ile Kürt siyasi önder ve aktivistlerinden yurt dışına kaçmayanlar ya da bunu başaramayanlar yakalanıp, insanlık dışı işkencelerden geçirilecekleri Diyarbakır Askeri Cezaevi’ne gönderildi. Böylece Diyarbakır Cezaevi, Kürt siyasal hareketinin ve direnişinin adeta merkezi halini aldı.
1980-1981 yıllarında askeri savcı olarak Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı’nda görev yaptım. Henüz 30 yaşında, yüzbaşı rütbesindeydim. Başsavcı dışında birçok askeri savcı görev yapıyordu. Benden önceki savcının soruşturmaları, yapılmamış dosyaları bana kalmıştı. Bu dosyalar PKK’nın Urfa merkez, Viranşehir, Suruç ve Birecik’teki terör eylemlerini kapsıyordu. Savcıların çoğu dosyaya başkaca delil koymadan şüphelilerin işkenceyle alınmış ifadelerine dayanarak ağır cezalar talep edilen iddianameler düzenliyorlardı.
Bu eylemlere ilişkin davaları açmadan önce emanet bölümünde günlerce çalışıp, olay yerinde bulunan boş kovanlarla şüphelilerden elde edilen silahları eşleştirerek balistik incelemeye gönderdim. Yapabildiğim kadar yüzleşmeler ve tanık anlatımlarıyla balistik sonuçlarını destekledim. Daha sonra her bölgenin PKK’nın şiddet eylemlerine ilişkin iddianameleri düzenledim. Aynı olayın işkenceyle alınmış şüpheli ifadelerinde farklı anlatıldığı, olaya katıldığı iddia edilen kişilerin farklılaştığı, tutarsızlıklar oluştuğu için şüpheli ifadelerinden hareketle iddiada bulunmanın maddi gerçeği ortaya çıkarmayacağını düşündüm.
12 Eylül sonrası şiddet barındırmayan eylemleri yapanların, örgüt üyelerine korku nedeniyle destek verenlerin, kamusal alanda yasaklanan Kürtçeyi kullananların, hatta hastasıyla Kürtçe konuşan doktorların ve kamu görevlilerinin gözaltına alınması, 90 günlük gözaltından sonra tutuklanmaları adaletsizliğin boyutlarını büyütüyordu.
Gözaltı merkezlerinde sistematik işkenceler yapıldığı, işkencenin kurumsal bir hal aldığı, 90 günlük gözaltı süresinin bölüm bölüm değişik gözaltı merkezlerinde geçirtildiği açıktı. Suçunun ağırlığı, delil durumunun yeterliliği gözetilmeden her şüphelinin 90. günün sonunda savcının önüne getirilmesi istisnasız bir uygulamaydı. 90 günlük gözaltı sonunda getirilen şüpheliler ifade verme sırasında giysilerini çıkararak işkence izlerini gösteriyorlardı. İddiaları ve gördüklerimi ifade tutanağına geçiriyor, gerekli işlemlerin yapılması için sıkıyönetim komutanlığına ihbarda bulunuyordum. Kuşkusuz bu uygulamam Sıkıyönetim Komutanı'nı ve karargahı rahatsız ediyordu.
Savcıların önüne 10-15 kişilik dosyalar geliyordu. Savcılardan istenen ifade almayla ve dosya incelemeyle oyalanmadan tüm sanıkları blok halinde tutuklamaya sevketmekti. Tutuklama talebinde bulunmayan savcı, tutuklama yapmayan hakim baskıya maruz kalıyordu. Bazı şüphelilerin olay yerinin çevresinde bulunmaktan başka haklarında bir delil bulunmadığını görüp serbest bırakıyordum. Savcının tutuklamaya sevk konusundaki takdirinin önüne geçmek için komutanlığın tutuklama talebi olduğu yazıyla belirtilmeye başlanmıştı. Bu da hakimler üzerinde baskı yaratıyordu.
Benim sanıkların durumlarını inceleyerek durumu tutuklamayı gerektirecekleri tefrik etmem uygulamaya çomak sokmak olarak algılanıyordu. Dosyaları incelerken 8 aydır tutuklu bir sanığın hiçbir delil olmadan dosyasının dava açılmadan bekletildiğini gördüm. İfadesini tekrar alarak takipsizlik kararı verdim. Komutanlığa tahliye yazısı gönderdim. Bu gelişme üzerine Komutanlık serbest bırakılan kişileri aynı anda başka bir suç icat ederek ikinci kez gözaltına almaya başladı.
Amaç halkı da mağdur edip korkutarak, örgütün halk içinden destek almasını önlemekti. Oysa mezrada yaşayan yurttaşın devletin düzeni sağlamada zaaf gösterdiği bir dönemde evine silahla gelmiş örgüt üyelerine direnmesi mümkün değildi. Halk, örgütün baskısıyla devletin korku ve dehşet salan uygulamaları arasında çaresiz kalmıştı.
Ancak aşiretler arası çekişmelerden dolayı bir aşiretin diğer bir aşireti PKK’ya yardım ediyor diye ihbar ederek mağdur etmeye çalışması da bölgenin başka bir gerçeğiydi. Bu ihbar üzerine aşiretin bütün erkekleri gözaltına alınıyor, geride çocuklar ve kadınlar kalıyordu. Devletin sindirme politikası sadece PKK’nın değirmenine su taşıyor, halkta taban bulmasını sağlıyor, Kürt milliyetçiliğinin yükselmesine yarıyor, uzlaşı, barış ve huzurun sağlanmasının yolunu tıkıyordu.
Gözaltında tutulan iki gencin işkence sonucu öldürülmesi olaylarının soruşturması sırasında karşılaştığım güçlükler ve dönemin sıkıyönetim komutanıyla yaşadığım gerilim; (devletin işleyişi, hukuku işlevsiz kılma ve yargıyı araçsallaştırma alışkanlığı , sorunlara bakışı ve sorunları çözme yerine şiddet ve baskıyla bastırma zihniyeti ve halkın çaresizliği) genç yaşta farkındalığımı arttırmış, sadece vicdanımı dinleme konusundaki gayretimi pekiştirmişti.
1980 yılı Aralık ayında cezaevindeki PKK üyeleri ve sempatizanlardan bir grup açlık grevine başladı. Mazlum Doğan 21 Mart 1982’de intihar etti. 18 Mayıs 1982’de dört PKK üyesi kendi bedenlerini ateşe verdiler. 14 Temmuz 1982’de başlamış olan ölüm orucu PKK’nın dört üst düzey yöneticisi olan Kemal Pir, Mehmet Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek’in peş peşe ölümleriyle sonuçlandı.
PKK üyeleri, sıkıyönetim mahkemelerindeki savunmalarında Kürtlerin bağımsız bir ulus olarak varlıklarını, tarihsel ve kimliksel niteliklerini savundular. Bu direnişler ve savunmalar Kürtlerin PKK’ya eğilim duymasının yolunu açıyordu. PKK’nın Diyarbakır Askeri Cezaevi'ndeki direnişi kendisine bir direniş miti kurmasına da imkan sağladı. PKK, 1980 boyunca aşamalı olarak Avrupa’nın önemli şehirlerinde kültürel ve sosyal örgütlenmelere gitti. Lübnan, Suriye ve Avrupa’daki örgütlenmeler vasıtasıyla Kürt halkında taban bulmaya başladı ve gerilla savaşı başlatabilmek için gerekli olan örgütsel ve mali desteği de sağlamış oldu.
15 Ağustos 1984’te PKK, Türk güvenlik güçlerine iki saldırıda bulundu. PKK’nın silahlı güçleri Kürdistan Kurtuluş Güçleri (HRK) ismi altında örgütlendi. Bu örgütlenme 1986’da Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu (ARGK) adı altında yeniden şekillendi. Bölgede 1987 yılında Olağanüstü Hal ilan edildi ve OHAL Bölge Valiliği kuruldu. 1985’te kurulan “koruculuk sistemi” ise devlet yanlısı bir Kürt milis grubu meydana çıkardı. 1984-1992 yılları arasındaki dönemde, çatışma ve insan kaybı en yüksek noktasına ulaştı.
1990’lı yılların başında PKK’nın gücü artarken çatışma da geniş bir bölgeye yayılmış bulunuyordu. PKK şiddetinin temel hedefi devletin güvenlik güçleri ve köy koruyucularıydı. PKK şiddeti yöntem olarak kullanırken diğer taraftan yarattığı medya ve enformasyon ağıyla çok sayıda Kürt’e de ulaşmayı başarmıştı. Böylece PKK, ülke sınırları dışındakilerle birlikte sayıları birkaç milyona ulaşan destekçi ve sempatizan kitlesine sahip bir harekete dönüştü. Bunda 12 Eylül askeri darbesini yapanların bölgede uyguladıkları şiddet politikasının rolü bulunuyordu.
1992’den sonra PKK, karşılaştığı askeri zorluklar nedeniyle başkaldırıyı ulusal halk ayaklanması aşamasına getiremedi. Başlangıçta öne sürdüğü Marksist-Leninist temele dayalı bağımsız, birleşik Kürdistan hedefinin gerçekçi olmadığını kabul ederek doğrudan çatışmadan siyasi bir mücadeleye evrilme yönünde söylemini değiştirdi. Bu strateji bağlamında Halkın Emek Partisi (HEP) 7 Haziran 1990’da SHP’den ayrılan 10 milletvekili tarafından kuruldu. HEP’in siyasal süreç içinde resmi kurumlarla ilişkiye geçmesi, siyasal uzlaşma ve diyalog sürecini savunması önemli bir gelişmeydi.
Ancak Türkiye’nin tamamını temsil eden bir parti olma iddiası gerçekleşmedi ve hep bir Kürt partisi olarak algılandı. Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın faili meçhul bir cinayete kurban giderken, HEP’in siyasal alandaki girişimleri, bürokrasi, medya ve yargıda tepkiyle karşılandı. HEP’in talepleri PKK ile bağlantılı olarak terörizme destek şeklinde değerlendirildi. Nitekim PKK, 1993 yılı Mart ayında tek taraflı ateşkes ilan etti ise de, HEP, 14 Temmuz 1993’te Anayasa Mahkemesince kapatıldı.
HEP kapatılmadan, 7 Mayıs 1993’te Demokrasi Partisi (DEP) kuruldu. Yeni partinin hazırladığı barış deklarasyonu demokratik çözüm önerilerini sıralıyordu. Talepler Kürt kimliğinin tanınmasından, Kürtçenin eğitim dili olmasına, Terörle Mücadele Kanununun kaldırılmasından, köy koruculuğu sistemine son verilmesine, yıkılan köylerin yeniden kurulmasından, yerel ekonominin güçlendirilmesine kadar birçok öneriyi kapsıyordu. Ancak DEP’in PKK ile olan bağlantısı, söz konusu talepleri bastırmak için gerekçe olarak kullanıldı. 1991-1994 yılları arasında HEP ve DEP üyesi 50’den fazla kişi öldürüldü. Partili çok sayıda kişi işkence gördü, haklarında dava açıldı.
Devam edeceğim...
Mecburi istikamet: Kürtlerle birlikte demokrasiyi inşa etmek - 8
Yayınlanma: 28 Ağustos 2024 Çarşamba 00:01
Sur, Cizre, Nusaybin, Yüksekova gibi yerleşim birimlerinde göç eden, evleri yıkılan, operasyonlar sırasında öldürülen, cesetleri aşağılanan ve gömülemeyen insanlara yönelik insanlık ihlallerinin boyutları önümüzdeki süreçte anlaşılabilecektir.
22 Şubat 1994’te Başbakan Tansu Çiller, DEP milletvekili Hatip Dicle’yi “hain” olarak niteledi. Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, benzer söylemlerle DEP milletvekillerini suçladı. 2 Mart 1994’te Meclise SHP listesinden giren DEP milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı ve milletvekilleri polis zoruyla TBMM'den alınıp DGM’ye gönderildi. Bu sahne demokrasi için bir yüz karası olarak belleklere kazındı. DEP 6 Haziran 1994’te kapatıldı. Hatip Dicle, Orhan Doğan, Leyla Zana ve Selim Sadak 15 yıl hapis cezasına mahkum edildiler. Diğer milletvekillerinin çoğu yurt dışına çıktı. Böylece Kürtlerin Mecliste siyasal taleplerini ifade edecekleri zemin yok edilmiş oldu.
11 Mayıs 1994’te kurulan Kürt sorununun çözümünü devletin ve toplumun demokratikleşmesi ile irtibatlandıran ve yeni anayasa ihtiyacını vurgulayan Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) de, kendisine dair var olan “Kürt partisi” ve “ayrılıkçı” algısını değiştiremedi. Parti 1999 yılı Şubat ayına kadar devam eden PKK lideri Abdullah Öcalan’ın takibi, yakalanması ve tutuklanması sürecinde protesto olaylarına öncülük etti. 1994-2002 yılları arasında üyelerinin çoğuna dava açıldı ve 2003 yılında kapatıldı.
9 Kasım 2005’de Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un eş başkanlığında Demokratik Toplum Partisi (DTP) doğdu. Tüzüğüne % 40 kadın kotası koyan DTP’nin de hedefleri, kapatılan diğer partilerinkiyle aynıydı. Kürtlerin kimlik ve kültürel talepleri eşitlik ve demokrasi taleplerinin bir parçası olarak dile getiriliyordu. DTP, 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde 99 belediye kazanırken aldığı oylar 2.339.729’du. Daha da önemlisi Kürtlerin önemli bir kesimi, DTP aracılığıyla tekrar parlamenter temsile de sahip oldu.
Bu durum DTP’nin bölgesel bir güç olarak ulusal düzeyde de varlığını pekiştirdi. Ancak Mecliste temsil edilmelerine ve bölgede çok sayıda belediyeyi yönetmelerine rağmen, DTP siyasal sistemin bir parçası olarak diğer aktörlerin teveccühüne mazhar olamadı. DTP ile PKK talepleri arasındaki benzerlikten hareketle ve 2005’de ateşkesin sona ermesinden sonra hükümet ve ordu DTP’yi marjinalleştirmek için çabaladı.
AKP hükümeti bu dönemde DTP’yi PKK’yı kınamamakla ve etnik Kürt milliyetçiliği yapmakla suçladı. DTP üyelerinden tutuklananlar oldu. Partiye karşı açılan kapatma davasında DTP’nin PKK’yı alenen bir terör örgütü olarak ilan etmemesi, ilişkinin delili olarak kabul edildi. Parti, 12 Aralık 2009’da Anayasa Mahkemesince kapatıldı. 37 kurucu üye siyasetten men edildi.
DTP’nin kapatılmasından önce 2 Mayıs 2008 tarihinde kurulan Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) de önceki partiler gibi yeni bir anayasa yapılmasını, Kürt dilinde eğitimi ve merkezileşmiş siyasi yapıya karşı adem-i merkeziyeti savunmaya başladı. Sivil itaatsizlik eylemleriyle Kürt taleplerini kamuoyuna yansıttı.
2011 Genel Seçimleri’ne, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, Emek Partisi, Ezilenlerin Sosyalist Partisi, Sosyalist Demokrasi Partisi, Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi, Barış ve Demokrasi Partisi, sendikalar, feminist gruplar, LGBTİ+ gruplar Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu olarak bağımsız adaylarla katıldı. Blok, adaletsiz ve antidemokratik % 10 barajını bağımsız adaylarla aşarak Mecliste temsil imkanına kavuştu. Son olarak 2013 yılında Halkların Demokratik Partisi (HDP) başta sol kesim olmak üzere daha geniş muhalif kesimleri bir araya getirmek amacıyla kuruldu ve BDP ile işbirliğine gitti.
27 Ekim 2013'te yapılan kongrede, Halkların Demokratik Kongresi'nin partileşmesi ile Halkların Demokratik Partisi adını aldı. Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel eşbaşkan seçildi. 22 Haziran 2014'te yapılan kongrede eşbaşkanlığı Figen Yüksekdağ ile Selahattin Demirtaş devraldı. HDP, 2015 genel seçimlerine parti olarak katılmaya karar verdi ve ülkede uygulanan %10 seçim barajı nedeniyle HDP'nin parti olarak seçime katılması çeşitli tartışmalara konu oldu. Halkların Demokratik Partisi 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde %13,12 oy alarak 80 milletvekiliyle TBMM'ye girdi. AKP’nin aldığı oylar ise geriledi ve milletvekili sayısı güvenoyu için yeterli olacak sayının altına düştü.
HDP’nin bu başarısının devleti rahatsız ettiği seçim gecesi anlaşıldı. MHP Genel Başkanı hiç beklemeden seçim gecesi HDP’yi siyaseten sahanın dışına iten ve ötekileştiren açıklamalarda bulundu.17-25 Aralık soruşturmasıyla sıkışan ve güç kaybeden Cumhurbaşkanı Erdoğan HDP’nin “seni başkan yaptırmayacağız” söylemiyle seçimde başarı sağlayan HDP’yi dışlayarak eski rejimle uzlaşmaya gitti. Dolmabahçe protokolünü reddederek barış sürecini sona erdirdi. Ahmet Davutoğlu’nun koalisyon görüşmelerinden sonuç alması istenmedi.
7 Haziran seçimlerinden sonra Kasım ayında tekrar seçim yapılması kesinleşti. Tekrar seçim kararı alındıktan hemen sonra 20 Temmuz’da Suruç’ta 32 kişinin ölümü ve 104 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan bir katliam gerçekleşti. Bu vahşi eylemle ilgili soruşturmada hiçbir gelişme sağlanamadığı gibi aileler ölülerinin eşyalarına ve otopsi raporlarına ulaşamadı. Meclis araştırması engellendi. Azmettirenler perdelendi.
Bu katliamdan hemen iki gün sonra Ceylanpınar’da iki polis kaldıkları evde silahla vurularak öldürüldüler. Bu cinayeti PKK üstlenmedi. Ancak PKK şiddet alanına çekilmiş oldu ve şiddet eylemlerine başladı. 20 Temmuz-10 Ekim arasında yani 82 günlük sürede 145 güvenlik görevlisi öldürüldü. Operasyonlar sırasında kaç PKK’lının, kaç sivil yurttaşın öldüğü bilinmiyor. 1 Kasım 2015 seçimlerine bu atmosferde gidildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 7 Haziran’dan sonra AKP’ye izlettiği strateji ve uygulattığı güvenlik politikalarıyla hem MHP'den hem HDP’ye oy veren muhafazakar Kürtlerden oylarını geri aldı. HDP barajı kıl payı geçerek 59 milletvekili çıkardı.
Devlet iktidarı ABD’nin İncirlik Üssü'nü kullanma isteğini karşılayarak seçimden sonraki süreçte içte ve dışta PKK’ya operasyon düzenleme imkanını elde etmiş oldu. PKK barış sürecinde şehirlerde yerleşmiş, örgütlenmiş ve fiilen yarattığı durumun süreç sonunda yasal hale gelmesini beklemeye başlamıştı.
Böylece PKK kırsaldan şehre gelerek kendi mevzilerini buralara taşımıştı. Artık sürecin sonunda özerkliğe dayalı bir yapılanmayla siyasi sisteme bağlanmayı umuyordu. Rejimin bu konudaki kırmızı çizgileri aşılmış durumdaydı. TSK bu durumdan rahatsızdı. Başkanlık hedefini gerçekleştirmede ve AKP’nin oylarını arttırmada artık barışın değil, kamu düzeni-istikrar vurgusu üzerinden gerilim ve savaşın etkili olacağı düşünüldü.
Erdoğan’ın HDP’yi PKK ile özdeşleştirerek baraj altına düşürme niyeti ön plandaydı. Asker de çok önceden PKK ve KCK’nın şehirlerdeki yapılanmasına müdahale edilmesini istiyordu. Nitekim tanklar, bombalar şehirlere yapılan operasyonlarda kullanıldı. Devlet, kadın.çocuk , yaşlı merkezlerde yaşayan insanların ölümlerini göze aldı. PKK da devlete meydan okuyarak, sivil kayıpları göz ardı ederek, devlet şiddetinin örgüte yarar sağlayacağını hesap ederek, kentler içinde hendek ve barikatlar kurup herkesin kaybedeceği ve kadın, çocuk sivillerin de öleceği bir savaşı göze aldı.
PKK’nın güç gösterisiyle fiilen mevzi kazanma konusundaki basiretsizliği, devletin uzlaşma imkanınından uzak durup, hak taleplerini şiddetle bastırmak istemesindeki ısrarı halkın mağdur olmasına neden oldu. Operasyon yapılan şehirlerde hak ve özgürlükler askıya alındı, çatışmalarda halktan ölenler oldu. Bütün bu çatışmalarla birlikte insaniyetin yerle bir edildiği, onarılmaz travmalara neden olan insanlık dışı ve suç oluşturan eylemler gerçekleşti.
Bu insanlık dışı eylemlerden biri Şırnak’ta meydana geldi. HDP Şırnak Milletvekili Leyla Birlik’in kayınbiraderi olan Hacı Lokman Birlik özel harekat polisleri tarafından öldürüldü. Ardından Hacı Lokman’ın cesedi bir polis panzerinin arkasına bağlanarak hakaretlerle yerlerde sürüklendi. Cesedin polis aracının arkasına bağlanarak metrelerce sürüklendiğini gösteren fotoğraf önce @J_I_T_E_M adlı twitter hesabından paylaşıldı. Hesapta “Ben askerime, polisime leş taşıtmam...” sözleri yayımlandı.
Bu korkunç olaydan sonra benzer bir iddia da Silvan'dan geldi. Sokağa çıkma yasağı ile birlikte 4 gün boyunca yoğun saldırıların yaşandığı Konak Mahallesi'nde yaşayan 17 yaşındaki Vedat Akcanım'ın bir evin çatısından atılarak öldürüldüğü, boynu panzere zincirlenmiş bir şekilde çıplak vücudunun hakaretler edilerek yerlerde sürüklendiği görgü tanıklarınca iddia edildi. Ancak fotoğraflanıp servis edilmediği için kamuoyu farkında olmadı.
Sur, Cizre, Nusaybin, Yüksekova gibi yerleşim birimlerinde göç eden, evleri yıkılan, operasyonlar sırasında öldürülen, cesetleri aşağılanan ve gömülemeyen insanlara yönelik insanlık ihlallerinin boyutları önümüzdeki süreçte anlaşılabilecektir. Bunun yanı sıra asker ve polis ölümlerinin Batı’da yarattığı travma empati yapma imkanını zayıflattı Kişi ve toplum psikolojisinde meydana gelen bu travmanın etkileri önümüze ödenmesi gereken bir bedel olarak durmakta.
Devam edeceğim…