Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Mecburi istikamet: Kürtlerle birlikte demokrasiyi inşa etmek-2

Ümit Kardaş'ın Artı Gerçek'ten yayınlanan yazısı; Lozan’a bir telgraf çekme kararı alıp, ortak devlet vurgusuyla ayrı bir Kürt devletine karşı olduklarını belirtiyorlardı.

Mecburi istikamet: Kürtlerle birlikte demokrasiyi inşa etmek-2

Lozan’da Kürtlerin kaderleri tartışılırken Mustafa Kemal’in önerisiyle Kürdistan mebusları ulusal kıyafetleriyle Meclis’e geliyor, Lozan’a bir telgraf çekme kararı alıp, ortak devlet vurgusuyla ayrı bir Kürt devletine karşı olduklarını belirtiyorlardı.

1808-1918

19. yüzyılın başlarında imparatorlukta çöküş başlamıştı. 1808 yılında II. Mahmud başa geçtiğinde Kürt emirlikleri artık yarı bağımsız olmaktan çıkmış, tam iktidar sahibi derebeyleri haline gelmişlerdi. Hatta atanan valiler dahi merkezi dinlemiyorlardı.

Oysa Avrupa’nın izinden gitmeye kararlı II. Mahmud döneminde merkeziyetçiliği güçlendiren ve doğrudan yönetimi sağlamayı amaçlayan askeri ve idari reformlara başlanacaktı. Bu siyasetin kaçınılmaz sonucu, merkez ile derebeyleri arasında çatışmaydı

Böylece Kürt emirliklerinin devlet benzeri örgütlenmelerinin sonuna gelinmiş oldu. Sonrasında söz konusu yapılar çok daha basit toplumsal ve siyasi biçimlere gerileyeceklerdi. Devlet merkezi gücünü ne kadar arttırırsa, aşiretler de o kadar küçülüyor, yapıları basitleşiyordu. Mirlerin ardından merkez bu yerlere valiler atadı. Ancak valiler döneminde bölgede can ve mal güvenliğini sağlamada zaaflar oluştu.

Mirlerin yerine atanan valiler halkın nezdinde meşru sayılmıyorlardı. Valilerin aşiretler arası kan davalarını ve çatışmaları çözebilecek yetenek ve güçleri yoktu. Geçmişte mirler, aşiretler arası kan davalarının halledilmesi noktasında katı ve acımasız yöntemler uyguluyorlardı ama bunlar, halk nezdinde kabul edilir çözümlerdi. Artık benzer bir çözümü sağlayacak meşruiyete sahip bir yönetici güç kalmamıştı.

Bu koşullar sonucu şeyhler hızla politik önder rolünü üstlenerek bu çatışmalara çözüm getirmeye başladılar. Kısa sürede şeyhlerin otoritesi aşiret sınırlarını aşarak onları politik önderler haline getirdi. Ancak onlar da aşiretler arası çelişkileri otoritelerini güçlendirmek için kullanır oldular.

Abdülmecid’in 1858 yılında çıkardığı Arazi Kanunnamesi (Toprak Yasası) Kürdistan’ın sosyal ve ekonomik örgütlenmesini büyük ölçüde etkileyecekti. Bu yasa ve diğer reformlarla amaçlanan aşiret yapılarının çözülmesiydi. Ancak uygulamada bu amaca ulaşılamayacaktı. Kanunname sonrası ağalar, şeyhler, tüccarlar, yüksek memurlar büyük arazileri kendi adlarına kaydettirdiler. Ortaya kentlerde yaşayan toprak beyleri çıktı. Bunlara ilaveten birçok ağa da toprak beyi oldu. Aşiret üyelerinin payına ise kiracı-ortakçı olmak düştü. Toprağı işleyenler geleneksel haklarını yitirirken zamanla ücretli toprak emekçisi haline geldiler.

Toprak yasasının bir diğer neticesi de, politik güce kavuşan şeyhlerin geniş topraklar elde etmesiydi. Şeyhler böylece zengin toprak ağaları haline gelecek, politik güçlerini daha da arttıracak ve milli duyguların odağı haline geleceklerdi. Sonuç itibariyle merkezin doğrudan yönetimi arzu edildiği şekilde gerçekleşememiş ve İmparatorluk yerel güçlü aşiret reisleri vasıtasıyla dolaylı yoldan yönetime geri dönmüştü.

Abdülhamit 1891’de Ermeni ve Ruslar’a karşı koyabilmek, bunun yanında Kürt aşiretlerini bölerek güç dengelerini değiştirmek amacıyla Hamidiye Alayları'nı kurdu. Bunun için, aşiret reislerinin yönetiminde bir aşiret milisi oluşturuldu. Aşiret reisleri subay yapılarak, yeni yetkilerle donatıldılar. Abdülhamit ücretli ve yüksek prestijli bir iş olanağı sağlayıp, baskın ve yağma hakkı tanıyarak belli Kürt aşiretlerini kendisine bağlamıştı.

Bu olanaklardan yararlanan Kürtler, Abdülhamit’e Bava Kurdan (Kürtlerin babası) diyorlardı. Bunun tahmin edilebilir bir sonucu, sisteme dâhil olan aşiret reislerinin gücünün artmasıydı. Diğerlerine göre güçlenen aşiretler, bölgedeki güç dengesini değiştirdiler. Değişen güç dengesi aşiretler arası kan davalarına ivme kazandırdı.

Denilebilir ki merkezin yeni siyaseti, bir ölçüde başarılı olmuştu, çünkü bu siyaset sonucu arzu edilen amaçlardan biri (Ermeni faaliyetlerini bastırmanın yanı sıra) aşiretler arası kan davalarından yararlanarak merkezi yönetime karşı aşiretlerin birleşmelerini önlemekti. Bu siyasetin de olumsuz yan etkileri yok değildi. Mesela Hamidiye komutanlarından (Miranlı Mustafa Paşa, Milanlı İbrahim Paşa gibi) bazıları sonunda devlet için tehlike oluşturacak denli güç kazanacaklardı.

1908’de Abdülhamid’in devrilmesiyle Hamidiye alayları dağıtıldı. Ancak Kürt aşiret birlikleri sınırlarda ordunun tamamlayıcısı olarak muhafaza edildi ve Hamidiye benzeri milis örgütlenmeleri oluşturulmaya devam edildi. Bu milisler Balkan Savaşı’na, I. Dünya Savaşı’na ve Kurtuluş Savaşı’na katıldılar. Bu milislerin komutanları arasından, 1923 yılında Kürt Milliyetçi Partisi Azadi’nin (özgürlük) üyeleri çıkacaktı.

I. Dünya Savaşı sonunda Batılı güçler bağımsız bir Kürt devleti vaat etmiş olmalarına rağmen Kürdistan’ın paylaşılması yoluna gidildi. Türkiye, Irak ve Suriye’nin sınırlarının aşiretlerin arazilerinin ortasından geçmesi arazilerin bölünmesine yol açtı. Göçerler yerleşik düzene geçti. Kışlık ve otlaklar yetmemeye başladı. Bu koşullar altında bölgede yeni bir de meslek doğdu: Kaçakçılık.

1919-1935

I.Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda Osmanlı halklarının çoğu ulusal devletlerini kurarken Kürtler, Türklerle birlikte hareket etmeyi tercih ettiler. Nitekim Mustafa Kemal, Kürt önderlerine yazdığı mektuplarda emperyalistlere karşı İslam dini için birlikte mücadele etme ve ortak devlet kurma sözü verdi.

22 Ekim 1919 tarihli Amasya Protokollerinden ikincisi Kürtlerin ırki ve içtimai hukuklarını kabul ediyordu. Nitekim 24 maddelik 1921 Anayasasının 12 maddesi özerklik düzenlemeleriyle ilgili olacaktı. Fakat bunlar fiiliyata geçirilmeyecek ve 1924 Anayasası ile katı bir merkeziyetçiliğe yelken açılacaktı.

Oysa İsmet İnönü Lozan’da, bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını savunan İngilizlere, ortak devlet teziyle karşı çıkıyor, kurulacak Kürt devletinin bir sömürge olacağını, soylu Kürt halkının bunu asla kabul etmeyeceğini belirtiyordu.

Lozan’da Kürtlerin kaderleriyle ilgili tartışma devam ederken Mustafa Kemal’in önerisiyle Kürdistan mebusları ulusal kıyafetleriyle Meclis’e geliyor, Lozan’a bir telgraf çekme kararı alıyor, telgrafta ortak meclis ve ortak devlet vurgusuyla ayrı bir Kürt devletinin kurulmasına karşı olduklarını belirtiyorlardı.

Lozan Antlaşması’nın imzalanması ve yeni devletin tanınmasıyla birlikte rejim, Lozan’da sunduğu gerekçelere tamamen aksi yönde hareket etmekten çekinmedi. Kürt varlığının her alanda yok edilmesi temel devlet politikası haline geldi. Nitekim Lozan’a telgraf çeken Kürt mebusları İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp cezalandırılacaklardı.

Kısacası Lozan sonrası süreçte devletin Kürt siyaseti de tekrar şekilleniyordu. Bu siyasetin ilk işaret fişeği 1921 yılında ateşlendi. 1921 yılı başlarında Koçgiri civarındaki Kürtlerin taleplerine (ki bu talepler arasında özerkliğin yanı sıra, Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin salıverilmesi, Kürtlerin çoğunlukta bulunduğu illerden Türk memurların çekilmesi, Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri çekilmesi gibi hususlar vardı. ) Ankara’nın cevabı, Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa’yı konuyla ilgilenmesi için görevlendirmek oldu.

Bir ayaklanmaya dönüşmüş bulunan bölgedeki rahatsızlık, acımasızca bastırıldı. O kadar ki, Nurettin Paşa’nın sert uygulamaları Meclis’teki Koçgiri görüşmeleri sırasında eleştiri konusu yapıldı. Meclis’te Kürt vekiller asıl suçlunun hükümet ve ordu olduğunu, isyancılara çok sert davranıldığını öne sürmekte ve vekiller arasında şiddetli tartışmalar yaşanmaktaydı.

Mustafa Kemal Nutuk’ta Meclis’in Nurettin Paşa’nın görevden alınmasına ve yargılanmasına karar verdiğini ancak kendisinin Fevzi Çakmak ile görüştüğünü, Nurettin Paşa’yı Meclis’te savunduğunu ve ağır bir işleme maruz kalmaktan kurtardığını, 8 ay sonra da Birinci Ordu Komutanlığı’na getirildiğini belirtecekti.

Devam edeceğim…

KAYNAKÇA

Ahmet Kahraman -“Kürt İsyanları” Evrensel Basım Yayım, İstanbul, 2003

Basil Nikitine - “Kürtler “ Örgün Yayınları,İstanbul,2010

Bletch Chirguh – “Kürt Sorunu : Kökeni ve Nedenleri “ Avesta Yayınları, İstanbul,2009

Bülent Tanör -“Türkiye’de Kongre İktidarları, YKY, İstanbul, 2009

Erik Jan Zürcher -“Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” İletişim, İstanbul, 2013

Faik Bulut -“Devletin Gözüyle Kürt İsyanları” Yön Yayıncılık, İstanbul, 1991

François Georgeon -“ Sultan Abdülhamit” İletişim, İstanbul, 2012

Fuat Dündar-“ Modern Türkiye’nin Şifresi”, İletişim, İstanbul, 2008

Martin Von Bruinessen –“Ağa, şeyh, Devlet”, Çev. Banu Yalkut, İletişim, İstanbul, 2003

Michael Gunter -“The Kurdish Problem in Turkey”, Middle East Journal, 42, 1988

Serap Yeşiltuna –“Atatürk ve Kürtler” İleri Yayınları, İstanbul, 2007

Mecburi istikamet: Kürtlerle birlikte demokrasiyi inşa etmek-1

Kürtlerin kimlikleri, dilleri ve kültürleri yok sayıldı. Bölünme korkusuyla üzerlerindeki baskı sürekli kılındı. Bugün gelinen noktayı anlayabilmek için imparatorlukta özerk yapılanmalar halinde yaşayan Kürtlerin tarihsel serüvenine bakmak gerekir.

Ah ne kadar yorgunum bu korkak, / yaşlı,/ yabani vatanımdan

Salvotare Espriu i Castello - Katalan şair

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da ruh hali Katalan şairinki gibi. “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmalarına imkan vermiyor.” diyor ve ekliyor Tanpınar: “Yedin beni Türkiye”. Devletin mağdur ettiği kesimlerle birlikte aklı ve vicdanı olan farkındalık sahibi her yurttaş bu yorgunluk içinde.

İnsan hakları alanında fikir-hukuk üretememiş, ilk anayasasını kendine bağlı prensliklerden sonra yapabilmiş, siyasi, sosyal, tarihi sorunları güvenlik boyutuyla ele alarak çözülemez hale getirmiş, müzakere-uzlaşma kültürü gelişmemiş, sivil toplumu güdük kalmış kozmopolit bir imparatorluk bakiyesi üzerinde kurgulanan tek etnik kimliğe ve inanca sahip toplum tasavvurunun varacağı nokta belliydi... Modernleştirici gücün yarattığı cumhuriyet rejimi, katı merkeziyetçilik ve milliyetçilik sütunları üzerinde yükselecekti.

Cumhuriyet halkın iradesini seçim sandığına yansıttığı bir rejim getirdi. Ancak halkın egemenliği çoğu zaman her kesimiyle temsili olarak dahi adaletli bir şekilde parlamentoya yansımadı. Üstelik gerçek bir cumhuriyetin temeli olan eşit yurttaşlık ilkesi bir türlü gerçekleşmedi.

Devleti temsil eden askerlerin egemen olduğu bürokrasi, koşulların sonucu bir ulus yaratmak zorunluluğu ile karşı karşıya kalmıştı. Siyaset, kozmopolit, çoklu bir imparatorluk bakiyesi üzerinde dayatmacı, tekçi, ötekileştirici, bir paradigmaya dayalı olarak şekillendi.

Oysa ki tek etnik kimlik, tek din, tek mezhep, tek dil ve tek kültür anlayışının demokrasiyle ilgisinin olmamasının ötesinde, ötekileştirici ve yabancılaştırıcı etkisi nedeniyle toplumsal ve siyasi barışı sağlama imkanı da yoktu.

Türkiye bağlamında ilginç olan, kurgulanan sistemin bir çoğunluk baskısından ziyade, çoğunluğa yapılan bir baskıya dayanıyor oluşuydu. Böylesi bir kurulu düzenin işlemesi de, sürekli canlı tutulan korkularla garanti altına alınmak istendi. Toplumun önemli bir kısmı modernlik ve laiklik üzerinden “şeriat gelecek” korkusuyla, bir bölümü birliğin sağlanması bağlamında “bölüneceğiz” korkusu yaratılarak baskı altına alındı.

Rejim, siyasi birliğin sağlanması bakımından tehlike olarak gördüğü Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi kesimleri şiddet politikalarıyla bastırırken, Alevilerin hayat damarlarını keserek asimile etmeye, muhafazakar Müslüman kesimi de Diyanet İslamı içinde eritmeye çalıştı.

Böylece etnik kimlik, din ve mezhep çeşitliliğine sahip imparatorluktan cumhuriyete geçişte her farklı kesim bir potada eritilmeye çalışılırken, teklik kavramı içine girmeyen kesimler kriminalize edilip hedef gösterilerek sürekli bir korku ve endişe iklimi yaratıldı.

Türkiye toplumunun siyasetteki temsilcileri, bugüne değin, bu kadim zihniyetin dışına çıkabilmiş değil.Cumhur İttifakı da sivil siyaset kültürünün askerden farklı olmadığını, demokrasi-hukuk bilinç ve kültüründen nasibini almadığını, merkeziyetçilik, milliyetçilik, tekçilik ve hukuksuzlukta zirve yaptığını gösterdi.

İmparatorluktan bu yana cumhuriyet dahil devlet, Kürt meselesinde böl ve yönet politikaları uyguladı. Devlet, asimile edebildiklerini kendi safına çekti, direnenleri inkar, tenkil, tehcir ve imha etti. Kürtlere vaat edilen haklarının tanınacağına ilişkin söz yerine getirilmedi. Kimlikleri, dilleri ve kültürleri yok sayıldı. Bölünme korkusuyla üzerlerindeki baskı sürekli kılındı.

Bugün gelinen noktayı anlayabilmek için imparatorlukta yüz yıllarca özerk yapılanmalar halinde yaşayan Kürtlerin tarihsel serüvenine bakmak gerekir.

16-17. YÜZYIL

Ortadoğu ilginç bir coğrafyadır. Bugünü anlamanın yolu çoğunlukla yüz yıllar öncesini doğru şekilde kavramaktan geçer. Kürdistan coğrafyası için de uzanılması gereken tarih, Safevi-Osmanlı mücadelesinin başladığı dönemlere denk gelir. Bir şeyh hanedanı olan Safevilerin soyundan gelen Şah İsmail 16. yüzyılın başlarında Azerbaycan’dan sonra Kürdistan’ı da ele geçirmek ister. İsmail’in Kürt politikası Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın politikası ile aynıdır: Kürt reislerini ortadan kaldırıp, kendi adamlarını vali yapmak. Bu politikaya direnen Kürt reislerinin ayaklanmaları kanlı şekilde bastırılır, Kürt reisleri hapse atılır.

Şah İsmail’in on iki imam Şiiliğini devlet dini ilan ettiği dönemde Kürtlerin çoğu Sünni Müslüman’dır. Kürt önderleri kendilerini bu durumdan kurtaracak tek gücün Sünni Osmanlı İmparatorluğu olduğunu kavramışlardır. Bu sebepten, Yavuz Sultan Selim’in Safevilere karşı sefere başlamasından önce başta İdris-i Bitlisi olmak üzere 20 kadar Kürt miri sultana bağlılıklarını bildirir. Yavuz Sultan Selim, İdris-i Bitlisi’yi hizmetine alır, Bitlisi de Kürt mirlerini ikna eder. Bunun üzerine Şah İsmail askerlerini Kürdistan’a gönderir. Kürt mirleri Osmanlılardan aldıkları destekle Kızılbaş ordularına karşı koyarlar. (Safevi ordusundaki askerler, başlarını Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın icadı olan ve 12 imam inancını hatırlatan 12 kıvrımlı- kızıl renkli kumaş ile sardıklarından dolayı “kızılbaş” olarak adlandırılır.)

Bu dönemde Kürdistan’da Kürt önderleri arasındaki rekabetten doğan çatışmalar ile Osmanlı-Safevi çatışmaları birbirlerine karışır. Ancak sonuçta Kürt aşiret askerleriyle Osmanlı’nın düzenli birlikleri Kızılbaş ordularına karşı zafer elde edeceklerdir. Artık Kürdistan’ın büyük bölümü Osmanlı İmparatorluğu’nun olmuştur. İmparatorluğa katılan topraklar üç yeni eyalete ayrılır: Diyarbakır (Kuzey Kürdistan’ın Van Gölü’nün batısındaki büyük bölümü), Rakka (Urfa, Suriye’nin Rakka vilayeti) ve Musul (Kuzey Irak’ın bir bölümü).

İşte 1515’te Kürdistan’a getirilen bu yeni yönetim düzeni küçük değişiklikler dışında 400 yıla yakın bir süre devam eder. Bu sürekliliğin sağlanmasında ilk idari örgütlenmeyi Diyarbakır’da gerçekleştiren İdris-i Bitlisi’nin payı büyüktür. Zaten Yavuz Sultan Selim bunun için Bitlisi’ye tam yetki tanımıştır.

Bitlisi, Kürdistan’ın eski yönetici ailelerinden olan mirleri önemli mevkilere getirir ve onların siyasi durumunu güçlendirir. Yüzyıllarca zaten kralmışçasına iktidar sürmüş olan bu kişiler kadim bir aristokrat sınıf olarak devletçe de desteklenir. Böylece, yeni idari örgütlenme sırasında ulaşılması güç olan yöreler tamamen özerk bırakılır.

Getirilen bu yeni örgütlenmede mezkur bölgelerde kimin asıl yönetici olacağına yerel ölçekte karar veriliyor, diğer yönetici mevkileri ise miras yoluyla geçiyordu. Merkezi yönetim ise yöneticileri tanıdığına ilişkin bir belge gönderiyordu. Kürt hükümeti denilen bu özerk yönetimler vergi ve asker vermek zorunda değillerdi. Ayrıca bu yönetimlerin toprakları da (Cezire, Eğil, Genç, Palu, Hazo) tımar veya zeamet haline getirilemiyordu.

Eyaletin özerk yönetimler durumunda kalan bölgeleri ise 20 sancağa bölünmüştü. Bu sancakların bazılarına merkezden sancakbeyleri atanıyor, Ekrad Beyliği (Kürt Sancağı) adı verilen bazıları ise (Bitlis, Kulp, Çermik, Çapakçur, Pertek, Atak, Sağman) Kürt ailelerinin yönetimine bırakılıyordu. Bu sancakların yükümlülükleri diğer sancak beylerinkinden farklı değildi.

Teoride merkez, beylerbeyi vasıtasıyla yönetime müdahale ediyor, her görevli beylerbeyi tarafından atanıyordu. Ancak fiiliyatta beylerbeyi bu görevlileri yönetici ailelerin üyelerinden seçiyordu. Kısacası devlet, aile içi çatışmalar çıktığında kendi çözümünü dayatma olanağına sahip olmasına rağmen yönetici ailenin dışında bir atama yapması fiilen olanaksızdı.

Mesela 1655’te Bitlis Miri Abdal Han’ın ayaklanması olayında Vali ayaklanmayı bastırarak Abdal Han’ın mal varlığına el koymuş, ancak halkın isteğine uyarak onun yerine oğlu Ziyeddin’i görevlendirmişti. Merkezi otoritenin güçlü olduğu dönemlerde Kürt sancakbeyleri askeri ve mali yükümlülüklerinin gereğini yapıyorlar, merkezi otoritenin zayıfladığı dönemlerde ise yükümlülüklerini de pek yerine getirmiyorlardı.

Kürt emirlikleri için Osmanlı Devleti yön gösteren önemli bir merkezdi ve devletin bazı kurumlarının bu emirliklere aktarılması onları devlet benzeri yapılar haline getirmişti. Örneğin Bitlis Emirliği bir aşiretler konfederasyonuydu. Bu emirliğin imparatorluğa entegrasyonu ancak kısmen gerçekleşmişti. Bitlis miri gelirin büyük bir kısmını alıkoyuyor, kendisi için daha çok asker bulunduruyor ve yargı alanında bağımsız davranıyordu.

Sonuç olarak bu dönem boyunca Osmanlı’nın Kürt politikası Kürt emirleri aracılığıyla dolaylı yoldan yönetim olmuştu. Sınırlarda konuşlandırılmış bu emirlikler kendilerine bağlı aşiretlerin çatışmalarından (özellikle kan davalarından) da yararlanarak denetim sağlamış ve bu denetimi de aşiret konfederasyonu içindeki aşiretleri birbirlerine karşı kışkırtarak tahkim etmişlerdi.

Devletin mirleri tanıması onları güçlü kılıyordu ama merkezin egemenliği bu emirlikler üzerinde belirgin değildi. İmparatorluk emirlerin bağlılığını, onların ayrıcalığını tanıyarak satın almış oluyordu. İki tarafın da memnun olduğu bu dengenin kaybedeni ise bölge köylüsüydü. Merkezi denetimin zayıfladığı dönemlerde Kürt bölgelerinde köylülüğe yönelik sömürü şiddetleniyordu. Bunun sonucunda da köylüden çifte vergi alınması gibi uygulamalarla karşılaşılıyordu.

Devam edeceğim...

Ümit Kardaş kimdir?

1971'de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1975 yılında askeri hakim, 1985 yılında hukuk doktoru oldu. Çeşitli yerlerde savcılık, hakimlik ve adli müşavirlik yaptı. 1995 yılında emekli olup, serbest avukatlığa başladı. Çeşitli dergi, gazete ve kitaplarda yazıları yayınlandı. Halen internet gazeteleri Artı Gerçek ve Son Medya’da yazmaya devam ediyor. Bülent Tanör eser yarışmasında birincilik ödülü alan "Türkiye'nin Demokratikleşmesinde Öncelikler" isimli çalışması 2004 yılında yayınlandı. "Hukuk Devlete Sızabilir mi?", "Ötekiler İçin Sivil İtaatsizlik Rehberi", "Demokrasi ve Hukuk Krizi, "Zulüm Özür Uzlaşı", Kardaş’ın yayınlanmış kitaplarından bazıları.



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER