Kaddafi döneminde sosyalizme yakınlık gösteren Libya, Rusya’nın hep ilgi alanındaydı. Zaten bugün oradaki varlığı da bu yakınlığın göstergesi.
Libya’daki karışıklıkların ilk yıllarında Rusya’nın gündemi Ukrayna ve Kırım’dı. Yasadışı ilhak sonrası Kırım nispeten unutulmaya başlayınca Rusya tekrar başını kaldırdı ve rotayı Libya ve Suriye’ye çevirdi. Libya sanki fiziki olarak doğu ve batı diye ikiye bölündü. Kendi içinde çatışmalar başlayınca dışarıdan gelen güçler “demokrasi ve barış” getirdiklerini iddia ederek aslında başıbozukluktan fayda sağlamaya çalıştılar. Üstelik Libya Afrika’nın farklı bölgelerinden gelerek Avrupa’ya göç veya iltica etmeye çalışan grupların geçiş noktası haline dönüştü. Dışarıdan bakılınca anlaşılması biraz zor olan husus ise Hafter gibi ismi üzerinde derin şüpheler bulunan bir generalin nasıl olup da kendisine taraftar toplayabildiğidir.
12-13 Kasım 2018 tarihinde bölgenin eski sömürgecisi İtalya’nın başbakanı Giuseppe Conte’nin girişimleriyle Palermo kentinde Libya Barış Müzakereleri adı altında bir konferans düzenlenmişti. Toplantının ikinci gününde Türkiye adına delegasyon başkanı olan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay bir takım gizli toplantıların yapıldığını öne sürerek “derin bir hayal kırıklığı” ile toplantılardan çekildiğini açıklamıştı. Herkes potanın dışına çıkıyor diye düşünürken Türkiye o günden sonra kimsenin beklemediği çok önemli bir adım attı. BM nezdinde tanınan Ulusal Mutabakat Hükümeti ile Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Anlaşması’nı yaptı. Bu, Libya’daki kurulan ve kurgulanan dengeleri değiştirdi. Gerek Libya’ya komşu ülkeler, gerekse de Doğu Akdeniz’de farklı hesapları olan Mısır, Yunanistan, İsrail, Fransa, Rusya, İtalya, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerin hesapları birbirine karıştı. Bu noktada şunu ifade etmek gerekir ki, bu imzanın atılması sürecinde askeri bürokrasiden, hükümet üyelerine kadar kimin en küçük bir katkısı varsa her birisi ayrı ayrı teşekkürü hak ediyor. Buraya kadar her şey tamam ve Libya’da yaşanan gelişmeler aşağı-yukarı bunlar.
Bu süreçten sonra ortalıkta pek görünmeyen ABD Libya’da daha aktif olmaya başladı. Amerika’nın bu inisiyatifiyle birlikte NATO tarafından çeşitli açıklamalar yapıldı. Bu arada Türkiye, Libya’da Amerika ile birlikte çalışma mesajlarını sıklaştırdı ve hükümet yetkilileri peş peşe bu yönde değerlendirmeler ortaya koydular.
Bunun yanında objektifler Libya üzerinde yoğunlaşmışken, Suriye’de sanki sona geliniyor gibi bir hava ortaya çıktı. Amerika, Suriye’de görevli askeri bir istihbarat polisinin kod adından yola çıkarak Suriye’ye karşı Sezar Yasası adı altında yaptırım kararları aldı ve bu kararlar 17 Haziran’da yürürlüğe girdi. Amerika bu yasayla Suriye’ye destek veren Rusya, İran gibi ülkelere, Suriye Merkez Bankası’na, bu ülkelerin ABD’deki mal varlıklarına ve Amerika’ya girişlerine yasaklar getirebilecek.
Diğer taraftan Suriye ve Irak’ta aylardır mekik dokuyan ABD’li yetkililer, aralarında derin anlaşmazlıklar bulunan grupların aynı çatı altında bir araya gelmelerini sağladı. PYD/YPG ve Kuzey Irak’taki gruplar uzlaşma açıklaması yaptılar. Suriye’de olmaz, bir araya gelmezler denilen gruplar arasında buzlar çöz(dür)üldü. Tabi bu gelişmeler doğal olarak Suriye’de neler oluyor sorusunu akıllara getirdi. Geliniz şimdi bu doğrultuda bazı düşündüren ve can sıkıcı soruları sıralayalım.
Türkiye Amerika’nın Suriye’de “grupların konsolidasyonu” sürecine nasıl bakıyor? Bu doğal bir durum mu, yoksa Suriye’de Bosna-Hersek gibi parçalı bir yönetim dönemine mi hazırlanıyoruz?
Libya’da “Amerika ile birlikte çalışma” mesajları ile ABD’nin Suriye’de yaptıklarını doğrudan eleştirmemek arasında bir bağlantı var mı? İsrail bu sürecin neresinde bulunuyor ve Suriye’deki bu gelişmelere nasıl bakıyor?
Türkiye “Suriye’nin toprak bütünlüğü” tezinden vaz mı geçiyor? Eğer vazgeçme gibi bir durum söz konusu ise Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtları ile elde tutulan bölgeler Türkiye’nin siyasal-sosyal bütünlüğünü ve sınır güvenliğini korumaya yetecek mi?
Libya’da elde edilen başarının bedeli, Suriye’de fiili bölünmeler olarak karşımıza çıkacaksa, bu çok önemli ve stratejik bir ufuk çizgisini ortaya koyan “Mavi Vatan” tezimizin delinmesi ve içinin boşaltılması anlamına gelmez mi?