Maturidi kimliğimiz, Eşari zihniyetimiz

Karar.com´dan İbrahim Kiras´ın konu ile ilgili analizi...

Maturidi kimliğimiz, Eşari zihniyetimiz

Bu serinin ilk yazısında bir ?entelektüel komplo teorisi?nden yola çıkmıştık, hatırlarsanız? Popüler bir anlatıya göre, Anadolu´da 16. asra kadar ?akılcı? Maturidi kelamına dayanan bir din yorumu egemen durumdaydı. Türk Müslümanlığı adı verilen bu İslam anlayışı ?nakilci? Eşari kelamının Osmanlı medreselerinde hâkim konuma gelmesiyle yerini büyük ölçüde ?Arap Müslümanlığı?na bırakmak zorunda kaldı. Eşari anlayışının medreselere hâkim olması ise Yavuz Sultan Selim´in Mısır´dan getirdiği yirmi bin Arap aliminin etkisi sebebiyledir?

Bu anlatının tarihi gerçeklerle ilgisi olmadığını belirtmiştik. Çünkü Mısırlı alimler meselesi bir yana, Eşari kelamının Osmanlı medreselerindeki ağırlığı Yavuz´la başlamaz. En başından itibaren bu ağırlık vardır. Daha önce Selçuklular döneminin medreselerinde de durum böyledir demiştik.

Bu durumda çözülmesi gereken başka bir problem kendini gösteriyor tabii: Peki, o zaman Osmanlı´nın resmi mezhebi ?fıkıhta Hanefilik, itikatta Maturidilik? olarak kabul edilmiş olmasına rağmen medreselerin müfredatında Eşari kelamının ağırlığı nasıl açıklanacak? ?Yavuz´un Mısır´dan getirdiği müderrisler? açıklaması bu sorunu çözüyor görünüyordu ama sen bu çözümü kabul etmiyorsun, yerine ne öneriyorsun?

Aslında ilk yazıda da belli ölçüde bir izah ortaya koymaya çalışmıştım? Bu durumun sebepleri olarak iki husustan söz ederek: ?İlki, Maturidi kelamı İslam dünyasında uzunca bir süre yaygın kabul görmüş değildi. Dolayısıyla kelam alanında eser veren ve İslam dünyasındaki ilim merkezlerinde ders veren alimlerin çoğu Eşariydi. Belki bunda siyasi iktidarların da bu anlayışı teşvik etmesinin payı vardır. İkinci sebep, İmam Gazalî ve Fahreddin Râzî başta olmak üzere Eşari alim ve düşünürlerinin felsefe karşısında konumlandırdıkları ve Sünni yorumun konsolidasyonu için vazgeçilmez değerde olan ?felsefi kelam´ın Eşari yaklaşımından ayrı düşünülemeyecek oluşu.?

***

Osmanlı´daki durumu anlayabilmek için daha önceki devirlerin mirasını analiz etmek gerekiyor. Anadolu´da Selçuklu döneminin medreselerinde de Eşari kelamının esas alındığını biliyoruz. Ancak bu Selçuklunun son dönemiyle ilgili bir durum. Dahası hem Anadolu Selçukluları hem de İran Selçukluları için aynı şey söz konusu. Bu meseleyi daha iyi anlamak için tarih olarak biraz daha geriden başlamak lazım tabloyu okumaya.

Geçen haftaki yazıda da ifade etmeye çalıştığımız üzere, Eşari kelamı dediğimiz disiplin aslında Şafi ve Maliki mezheplerinin itikadî boyutudur. Maturidilik için de Hanefi mezhebinin itikat anlayışının açıklaması denebilir. (Gerçi tabii Mutezile de bu çizginin uzağında değildir ama konuyu fazla dağıtmamak için Eşari-Maturidi farklılaşması üzerinden gidelim.)

Bahsettiğimiz farklılaşma ilk olarak ?ehl-i re´y? ve ?ehl-i hadis? ekolleri olarak tebarüz etmiş, bu ekollerden ilki sonradan fethedilmiş olan Kûfe´de, ikincisi İslam toplumunun doğduğu topraklar olan Hicaz´da benimsenen ve gelişen yorumlardır. Hicaz alimlerinin nakli esas almasına mukabil yeni fethedilen bölgelerin ulemasının aklî muhakemeyi de dinî hükümlerin belirlenmesinde veya yorumlanmasında esas almaları değişen sosyokültürel şartların duyurduğu ihtiyaçla açıklanması uygun olsa gerektir.

Diğer yandan, Şam´ı siyasi merkezleri yapan Emevîlere karşılık Abbasîlerin Irak coğrafyasını siyasi merkez olarak benimsemeleri boşuna değildir.

İran, Horasan ve Maveraünnehir gibi Emevîler döneminde fethedilen topraklarda re´y ehlinin din yorumlarının daha fazla benimsenmesi hem farklılaşan sosyokültürel ihtiyaçları bu ekolün cevaplayabilmesine hem de Emevîlerin bu coğrafyada uyguladığı Mevali politikasına bağlanması gerekir. Yine bu coğrafyadaki yeni Müslüman olmuş toplulukların desteğiyle iktidarı ele geçiren Abbasilerin özellikle belirli bir dönemde Hanefiliğin yayılması ve gelişmesine destek oldukları malum.

***

Ancak miladi 10. yüzyıldan itibaren Hanefiliğin Irak ve İran çevresindeki etkinliğinin Şafi-Eşari ekol lehine giderek azalıp buna karşılık Maveraünnehir ve Harezm bölgesinde güçlenmeyi sürdürdüğüne şahit oluyoruz. Bu bölgeden çıkan Selçukluların Irak´ta siyasi egemenlik tesisinin ardından Hanefilik yeniden siyasi himaye görmeye başlar gibi olmuşsa da bu konjonktürel durum devam etmemiş ve son tahlilde re´y geleneği Ortadoğu´daki hâkim anlayış olma imkanını kaybetmiştir.

Bununla birlikte tam da bu noktada başta Tuğrul Bey olmak üzere Selçuklu devletinin kurucularının hukuk sistemi olarak Hanefiliği, itikadî görüş olarak Mutezile´yi benimsemiş olmaları önemli bir ayrıntı. Çünkü Anadolu´nun ve bilahare Osmanlı toplumunun dinî anlayışına ilişkin bazı belirsiz noktaları açıklayacak bir anahtar olabilir bu.

Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, Maturidi kelamı ne Selçuklu ne de Osmanlı medreselerinin müfredatında yer alır. Osmanlı´nın resmi mezhebi ?fıkıhta Hanefilik, itikatta Maturidilik? olarak kabul edilmiş olmasına rağmen?

Dinî eğitimin karakteri itibarıyla İslam´ın inanç esaslarının yorumu olarak büyük ölçüde Eşari anlayışın benimsenmesine rağmen resmi ?Maturidi kimliğinin? de hiç değilse ?ismen? korunduğu ve bu bakımdan benim ?nominal Maturidilik?demek istediğim bir din fenomeni vardır Osmanlıda.

Ancak hem Selçuklular hem de Osmanlılar için başlangıçtaki durumun farklı olduğunu da unutmamak gerekir. Selçuklu ailesinin mutezile itikadına mensup olduğunu söylemiştik. Bunun özellikle Melikşah´tan itibaren değiştiğini söylemek mümkün. Ünlü vezir Nizamülmülk tarafından kurulan Nizamiye medreselerinin özellikle Eşari anlayışın yayılması ve yerleşmesi yönündeki hizmetleri bunun delili.

Siyasi ve idari anlayış bakımından İran devlet geleneği içinde asimile olduğunu rahatça söyleyebileceğimiz Selçuk ailesinin Türkistan´dan getirdikleri din anlayışının da zaman içinde değişen siyasi ve sosyal şartlara bağlı olarak bir dönüşüm geçirdiği anlaşılıyor.

Mamafih İran Selçuklularını bırakıp Anadolu Selçuklularına baktığımız zaman bu bağlamda biraz daha farklı bir tabloyla karşılaşıyoruz.

Kısmet olursa haftaya devam edelim?