Zor zamanlar güçlü insanlar doğurur.” diye meşhur bir söz vardır. Tarihin adeta aynası niteliğindedir. Gerçekten zorluklar karşısında dayanıklı, kolay kolay savrulmayan ve karakterleri oturmuş insanların geçmişinde hep bir başkaldırı olur genelde. Bir vakanüvis en çok bunu yazmıştır tarih boyunca... Zorlukların geliştirdiği karakterleri, aydınlanmaları ve bu sayede ürettiği fikirleri…
Bu günlerde hemen her yerde karşımıza çıkan bir videoyla gündem bayağı meşgul oldu. Sorun, muhafazakâr kızların karşısına çıkacak Müslüman erkek sayısının çok az olduğu ve Müslüman erkeklerin de daha çok seküler kızlara yönelmesinden dolayı muhafazakâr kızlarımızın layık bir eşle evlenememesiydi. Bu dengesizliğin Müslüman neslinin yetiştirilme hususundaki handikabından ve bunların da istikbale dair soru işaretleri olmasından dem vuruluyordu.
Konunun öznesinin “muhafazakâr kızlar” olması gerçekten yüzyıllık bir makus talihe işaret ediyordu. Yani bu kümedeki kadınlar neden her dönemin mağduruydu acaba? Hatta o kadar çok mağdur oluş vardı ki bu kızların hayatının akışında, bu kadrodan başka bir yerde kaderi ve şansı olmayan, Ziya Paşa’nın deyimiyle gökten yağmur yağsa eteğine bir damlası düşmeyecek o bahtsızlardan olmayı nasıl başarıyorlardı?
“Benim nenem de başörtülüydü” cümlesindeki nenelerimizden, 28 Şubat sürecinde itilmiş ve kakılmış, işe veyahut okula alınmamış bizlere, arkadaşlarımıza, haklar geri geldiğinde artık orta yaşı geçmiş ve yaşamın tozlu yollarında nefes darlığı çeken o nesle kadar bir grup geride kaldı ve bu makus talihe bıraktığı yerden bakıyor.
Fakat başka türlü vaziyet alanlar da oldu. Şartlar lehine çevrildiğinde arşı alayı titretecek haksızlıklara karşı susan ve haksızlığın yanında çekincesiz yer alan başörtülü bacılarımız da oldu mesela. Ben onlardan da bahsetmek isterim.
Günümüz siyasi hayatı her daim kendimize de itiraf ettiğimiz üzere, adam öğütme, tüketme, harcama mezrası. Bu uğurda sayfalardan silinen kişi sayısı buradan aya yol olur. Politik işleyişin ıslahının, yine bu politik sistem içinden çıkacak adamlarla olacağı biz mütedeyyinlerin ya da mütedeyyin olmaya çalışanların büyük hayaliydi. Bu kısır döngüyü kırabilecek sıçrayışları yapabilme cesareti ve enerjisine sahip olabilmek, daha açık bir ifadeyle “gücün cazibesine teslim olmama” gelecek ideallerimizin başında ipi göğüslerdi. Zamanlar zamanları kovaladı. O güç bir gün ele geldi.
Dünyanın bir yerinde Müslümanlar soykırıma uğrarken bizim burada dert sahibi bir vekil “Gazze” diye meclis kürsüsünden bağırırken ve İsrail’le olan ticaretimizi kınarken yere düştüğünde “işte layığını buldun” diyebilecek o izana dönüşüverdik. Güç sarhoş etmedi, resmen ilahlaştırdı. İşte bu muhafazakarlığı konuşalım diyorum.
Sayısız insan bu ülkenin yerleştirdiği keyfemayeşa kararlar altında inim inim inlerken sesini Allah rızası için tek kelime söylemeye harcamayan o eskinin mağduru yeninin güçlüsü başörtülü kadınlarımız nerede konumlandı, bunları da konuşalım.
Yani bu insanların dine dair ülküleri mesela? Aylarca İsrail’le ticaretin durdurulması için bağıran, hak arayan gençler tutuklanırken “yahu siz ne yapıyorsunuz” demek yerine “konjonktür böyle” demeleri kutsayanlar mesela. Onlar içerisinde Müslüman bayanlarımız yok muydu? Hadi el verin yüzleşelim.
Yani gerçekten canımızı çok yakan, aklımıza geldiğinde nefesimizi kesecek kadar hazin süreçler yaşadık fakat itiraf etmeliyiz ki yolun sonu buraya varmamalıydı. O mağduriyetler bu ilahsızlığa evrilmemeliydi.
Şunu çok net şekilde söyleyebilirim ki bu post-dava döneminin en endişe verici tıkanması, hak aramak üzere yola çıkmış, haksızlığa uğrama timsali mağdurlarımızın, tüketilme ve yitirilme sonrası geçirdikleri bu metamorfozun başına geçirdikleri meşruiyettir.
Bir zamanlar düşmanı imgeleyen her şey zamanla ehlileştirilir, tıpkı nakledilen bir organın vücuda uyumu gibi. Fakat burada dönüşüm bir ruh haline, bir zihin yapısına doğru oldu, işin en acıklı kısmı burasıdır. Bu yeni tarz-ı hayat da artık üzerlerinde de ilk zamanki kadar iğreti durmuyor. Masum bir öykünme, birebir benzemeye evrildi. Sizlere müstahak demek ki.
Taha Kılınç şu vaziyeti es geçmiş, geçiyor ki muhafazakâr bayanın layık bir Müslüman eş bulamamasından önceki derdi artık layık bir Müslüman ortamın olmayışı bu konu hakkında konuşmuyor. Dindarın yetiştiği, yetişeceği flora artık sinek ilacı sıkılmış sokaklar gibi puslu ve tekinsiz. Din bir hayal gibi olmaya başladı bu topraklarda. Çünkü dindar olarak pembe günler vadedenler kendi tebaasından başka kimseyi abat etmedi.
Yani aslında hususen yeni gençlik arasında hiçbir ideali içermeyen din, onu temsile soyunanların gadrine uğramamış mı ülkede? “Bunlar dindarsa biz artık değiliz” diyen kaç kişi var mesela. Bu soruyla kimsenin, en dert sahibi olduğunu sandıklarımızın bile yüzleştiği yok hisseli harikalar kumpanyasında.
Yüzleşmezseniz muhafazakarlığını devam ettirmeye azmetmiş ve ısrarla direnen ve layık bir eş bulamamaktan mustarip o küçük grubu da kaybedersiniz. Bu vaziyetle en azından din adına bir hesaplaşma, suçları günahları açıkça söyleyebilecek cesur bir idrak beklerdik. Kimse yapmadı bunu; bunların gadrine uğramış birkaç korkusuz hariç…
Bu üzerinde konuşmaya değmeyecek gündemlere dalıp, gündem oluşturacak yetkinliği kaybetmenin sancısını taşımayanların, sorunun ancak küçük bir parçasına duydukları hassasiyet bir çare değil kısaca. Dostlar alışverişte görsün gibi küçük bir derdin dile gelişi. Turpun büyüğü heybede…
Şimdi zincirini son adımda fark eden bir mahkûm gibi çaresiziz. Artık sosyo-politik düzen de boşluk kaldırmıyor. Adamınız yoksa adamların dolduracağı boşluklar bir şekilde dolmuş ve en hazin vaziyet bürokrasinin ana mekanizması hatta yürüyeni olmuş. İşler bir şekilde ilerliyor; şöyle ya da böyle... Muhafazakâr ya da seküler… Ancak günün sonunda ya da yılın ya da asrın bir medeniyet olarak elimizde zihni ve ruhu emekliye ayrılmış bir yığın kalmış. Bundan daha trajik bir vaziyet de olamaz.
Bakmışsın ki Feridüddin-i Attar’ın dediği gibi “yolcu da kalmamış hatta yol da…”