Yeni ekonomik modelin Türkiye’de “başarılı” olabilmesi için yapısal sorunlar var. Örneğin ihracat odaklı üretim yapan bir ekonomik modelde oluşan ticaret fazlası emeğin ücretinin artmasına sebebiyet veriyor. Emeğin ücretinin artışı artan alım gücüyle enflasyonun artışı demek. Enflasyondaki artış ise ihracat tarafında maliyetleri artırıyor.
Cumhurbaşkanlığı genelgesiyle ihraç ürünlerinde, her türlü faaliyet ve yazışmalarda “Made in Turkey” yerine “Made in Türkiye” ibaresinin kullanılmasına karar verildi. (1) Genelgede uluslararası ticarette ülkenin gururu olarak nitelendirilen ihraç ürünlerin bundan böyle “Türkiye” markası ile tanıtılacağı belirtiliyor.
Yeni “Türkiye” markasını Türkiye’nin yeni ekonomi politikalarından, yeni ekonomi politikalarını ise iktidarın yeni anlatısından bağımsız düşünmemek gerekiyor. Bu anlatı sekiz ana unsur içeriyor.
Birincisi, ihracata dayalı büyümenin Türkiye’nin yeni ekonomi politikası olduğu resmi kaynaklardan deklare ediliyor. İkincisi, faiz politikaları neticesinde TL’nin aşırı değer kaybı ile fiili devalüasyon yaşanıyor. Üçüncüsü, TL’nin aşırı değer kaybına bağlı olarak artan yoksulluk şiddeti kamuoyunda daha fazla seslendiriliyor. Dördüncüsü, muhalefet partileri yükselen toplumsal itirazı sandığa yönlendiriyor. Beşincisi, MGK Bildirisi ile yeni ekonomi politikalarının bir devlet politikası olduğu tescil edilirken bu politikalara itiraz milli güvenliğe yönelik bir tehdit olarak algılanıyor. Altıncısı, kamuoyunda suç örgütü lideri olarak tanınan ve toplumsal ağırlığa sahip ünlü isimler yeni ekonomi politikalarına itirazı hainlik olarak üst perdeden ifade ediyor. Yedincisi, ekonomi politikalarıyla eşgüdümlü dini ve milli kavramların yeniden üretilerek siyasal söylem hâline geliyor. Sekizincisi, bu yeni ekonomi politikalarını uygulayacak etkin bürokratik kadrolar tesis ediliyor.
Yeni ekonomi politiğe yakından bakalım.
İktidar tarafından düşük faiz-yüksek üretim olarak formüle edilen Türkiye’nin yeni ekonomi politikalarında yüksek istihdam, yüksek ihracat, düşük cari açık ve düşük borç hedeflendiği ifade ediliyor.
Faizin sebep, enflasyonun sonuç olduğu anlayışına dayanan bu ekonomik modelde ihracat artışından gelen gelirin Türkiye’nin önemli ithalat kalemleri olan enerji, hammadde ve ara malı yatırımlarına yönlendirileceği, böylelikle bu kalemlerde ithalata bağımlılığın azalacağı öngörülüyor. (2)
Bu ekonomik modele göre, faiz oranları aşağı çekilerek yurt içindeki para yatırım ve üretime kanalize ediliyor. Ülkedeki üretim hacminin genişlemesiyle istihdam ihtiyacı artıyor. Buna ek olarak, yerel para biriminde yaşanan değer kaybı ile yurt içinde üretilen ürünler daha az maliyetle üretildiği için uluslararası rekabette güç kazanıyor ve bu ürünlere olan dış talep artıyor. Sonuç olarak, ithalat azalıyor, cari denge pozitife dönüyor ve devamında ülkenin dış borcu azalıyor.
Her ne kadar kamuoyuna “Çin modeli” olarak yansısa da Türkiye’nin öngördüğü bu ekonomi modelinin Malezya’nın 1997 Asya Mali Krizi ve 2008 Küresel Mali Krizlerinde uyguladığı ekonomi politikalarına daha çok benzediği kanaatindeyim.
Ekonomideki imkânsız üçleme hipotezine göre; sermaye hareketlerinin serbestliği, sabit döviz kuru ve bağımsız para politikası uygulaması aynı anda var olamıyor. Eğer bir ekonomide sermaye hareketleri serbestse ve sabit döviz kuru rejimi uygulanıyorsa o zaman bağımsız para politikası uygulamak mümkün olmuyor. Böyle bir durumda para politikasının sermaye hareketleri ve döviz kurundaki eğilimlere göre biçimlenmesi gerekiyor. (3)
Bu dönemde Malezya’da sabit döviz kuru rejiminin uygulandığı ve sermaye hareketlerinin kısıtlandığı bir model hayata geçiriliyor. (4)
Malezyalı İktisatçılar Dr. Mah-Hui Lim ve Dr. Soo-Khoon Goh’un 2012 yılında yapmış oldukları çalışmada İMF tarafından uygulamaya konan programların Asya Mali Krizinin etkilerine cevap verememesiyle ortodoks ekonomi politikalarının dışına çıkarak Malezya’nın 1998 yılının başlarında artan kurlara rağmen faizleri düşürdüğünü, arbitraj gelirini amaçlayan kısa vadeli sermaye işlemleri önlemeye yönelik araçları hayata geçirdiğini, yatırıma ve üretime odaklı politikaları öncelediğini ifade ediyor.
Bu çalışmaya göre, Malezya’da bu dönemde ilk olarak, yerel para birimiyle off-shore piyasalarda işlem yapılması yasaklanarak mevduat sahiplerine mevduatlarını geri getirmek için süre veriliyor ve sabit döviz kuru politikası uygulanmaya başlıyor.
İkinci olarak, yabancı kurum ve kişilerin hisse satışından elde ettikleri gelirin yurtdışına transferinin engellenmesi gibi birçok alanda seçici sermaye kontrolü sağlanıyor. Böylelikle spekülatif kısa vadeli işlemler ve yurt dışına sermaye çıkışı engellenmeye çalışılıyor.
Üçüncü olarak, teşvik paketleri kurgulanarak genişleyici mali politikalar uygulanmaya başlıyor. Kriz sebebiyle daralan özel sektör talebi kamu eliyle sübvanse ediliyor.
Son olarak, borç yapılandırma kuruluşları kurmak gibi hem finans kuruluşlarının hem de finans sektöründe yer almayan kuruluşların borçlarının yeniden yapılandırılması için çeşitli birçok politika uygulanıyor.
Bu sürece tarihsel olarak baktığımızda, 1997-2000 yılları arasında Asya Mali Krizinin etkileri hâlen sürerken yurt içi faiz oranlarını yükseltmesine rağmen büyük sermaye çıkışları sebebiyle yerel para biriminde büyük değer kayıpları yaşayan Malezya’nın bu dönemde döviz kurunu sabitleyerek döviz kurundaki oynaklık ve sermaye kaçışı konularını öncelemeden faiz oranlarını düşürebilmek için politikalar geliştirdiği görülüyor.
2001-2005 döneminde sermaye kontrollerini azaltıyor ancak sabit kur sistemini uygulamaya devam ediyor. 2005’ten sonra ise döviz kuru ve sermaye akımı politikalarını neredeyse tamamen serbestleştiriyor. Bu politikayı uygulamaya başladığı 1999 yılından beri Malezya’nın cari hesap fazlası, ülke GSYİH’nin yaklaşık %10’una tekabül ediyor ve bu oran artmaya devam ediyor.
2008 Küresel Mali Krizine bu konjonktürde giren Malezya’nın bu dönemde de -1997 Asya Mali Krizi’ndeki politikalara benzer şekilde- ihracata odaklı makroekonomi politikaları yürütüyor.
Türkiye’de Bu Politika “Başarılı” Olur mu?
Bu ekonomik modelin Türkiye’de “başarılı” olabilmesinin karşısında birçok yapısal sorun bulunuyor.
Birincisi, ihracat odaklı üretim yapan bir ekonomik modelde oluşan ticaret fazlası emeğin ücretinin artmasına sebebiyet veriyor. Ücretin artması alım gücünün artması, alım gücünün artması ise yurt içinde talebin artması, talebin artması ise enflasyonun artması anlamına geliyor. Bu durum ihracatı olumsuz etkilerken ithalatı olumlu etkiliyor ve ekonomik model kurgulanırken asıl varılmak istenen cari fazla durumu böylelikle azalmaya başlıyor. Bu durumu engellemek için devletin yurt içindeki tüketimi baskılamaktan başka bir çaresi bulunmuyor. (5) Seçim arifesindeki Türkiye için böyle bir ihtimal “normal şartlarda” mümkün görünmüyor.
İkinci husus ise ülkenin üretimde ihtiyaç duyduğu enerjiye olan bağımlılık derecesi. Düşük kurla ticaret avantajı için ülkenin enerjiye olan bağımlılık seviyesinin düşük olması gerekiyor. Şayet yüksek bir enerji bağımlılığı söz konusuysa, kurun getireceği uluslararası rekabet edebilirlik gücü enerji maliyetlerindeki yükseliş sebebiyle belirli bir oranda azalıyor. Türkiye ise enerjide dışa bağımlı bir ülke.
Üçüncüsü, yaptığınız ihracatın içerisindeki ithalat payı. Ülke içinde üretilen ürünlerde ithalata bağımlılık dereceniz tıpkı enerji maliyetlerindeki artışın getirdiği negatif etki gibi kurla gelen rekabetçilik getirisini olumsuz etkiliyor. Türkiye’de en önemli ihracat sektörlerinde ihracatın ithal edilen ara mal ve sermaye mallarına bağımlılığının her yıl artıyor. (6)
Dördüncüsü, Türkiye’de tekstil, inşaat ve turizm sektörleri haricinde kayda değer döviz getiren sektör bulunmuyor.
Türkiye’nin ana ihracat sektörlerinden biri olan tekstil sektöründe yoğun kayıt dışı istihdam, fason üretim kabiliyeti, ucuz işgücü öne çıkıyor. Türkiye’deki yoğun sığınmacı nüfus da hesaba katıldığında, nitelikli işgücü gerektirmemesi sebebiyle tekstil sektörü bu modele en uygun sektör gibi görünüyor. Lütfi Elvan yerine Hazine ve Maliye Bakanlığı görevine atanan Dr. Nureddin Nebati’nin de “patron” kimliğiyle tekstil sektöründe faaliyet gösterdiğini hatırlamak gerekiyor.
İnşaat sektörü her ne kadar 2018 Döviz krizinde hasar görse de artan enflasyon sonucu TL’nin değersizleşmesiyle konutların güvenli liman olduğu algısı hâlen etkisini sürdürüyor. Buna ek olarak, kamu bankaları eliyle sağlanan kaynak transferi ile konut sektörü hâlen Türkiye ekonomisinin itici gücü olma konumunu korumaya devam ediyor.
Turizm ise TL’nin değer kaybı ve turizm altyapısına yönelik yatırımların artmasıyla yabancı turist için Türkiye’nin daha cazip bir seçenek hâline gelmesi sebebiyle Türkiye’ye önemli ölçüde döviz getiriyor.
Daha geniş bir perspektifle Türkiye’nin son 20 yılına baktığımızda ise beş husus göze çarpıyor. Birincisi, artan özelleştirmeler ile Türkiye’nin kamusal varlıkları önceki yıllara göre azaldı. İkincisi, yurt dışı menşeili sıcak paraya dayalı ekonomi tasavvuruyla uzun soluklu sanayileşme ve kalkınma planları hayata geçirilemedi. Üçüncüsü, sermaye akımları üzerinde sıkı denetim oluşturabilecek araçların gerekli altyapısını kurulamadı Dördüncüsü, katma değeri yüksek ürünleri üretilebilmek adına bilim ve teknolojiye bütçeden yeterli oranda pay ayırılamadı. Beşincisi, gerekli insan kaynağını oluşturacak eğitim sistemi kurgulanamadı. Bu sebeple Türkiye’nin bu model ile sanayileşmede, kalkınmada, refahta ve gelir dağılımının adaletinde kısa vadede gelişme yaşaması teorik açıdan zor görünüyor.
Modelin Türkiye’de teorik anlamda uygulanabilirliğinin yanı sıra, pratikte uygulaması da tutarsızlıklar içeriyor. Bunlardan ilki, döviz kurunu arttırmaya yönelik plan varken Merkez Bankası’nın birçok defa döviz satarak kura aşağı yönlü müdahale ettiği görülüyor.
İkincisi, eğer düşük faiz politikası hayata geçirilecekse altı ay faiz indiriminin neden yapılmadığı bir soru işareti olarak önümüzde duruyor.
Üçüncüsü, Türkiye’de ihracat ürünleri içinde yüksek oranlı ithal girdi varken, diğer ülkelere karşı nasıl rekabet gücü elde edileceğine yönelik henüz net bir politika görünmüyor.
Dördüncüsü, iktidar kanadında asgari ücretin yüksek oranda artırılacağına dair birçok açıklama yapılıyor. Oysa bahsi geçen modelin teorik olarak işleyebilmesi işgücü ücretlerinin baskılanmasından geçiyor.
Beşincisi, son 3 yılda 4 TÜİK Başkanı, 4 Merkez Bankası Başkanı, 3 Hazine Maliye ve Bakanının görevden alındığı hatırlanırsa, Türkiye’nin uzun vadeli bir strateji gerektiren bu ekonomik modeli uygulayabilecek yeterli bürokratik kadroya sahip olup olmadığı muğlak görünüyor.
Türkiye’yi Ne Bekliyor?
Bu süreç her ne kadar orta sınıfın erimesini, ülkedeki ortalama ücretin asgari ücrete yakınsamasını, alım gücünün daralmasını, ekonomik eşitsizliğin artışını ve emek siyasetinin baskılanmasını gerektirse de bu konjonktürün seçmen davranışına etkisi hâlen gizemini koruyor çünkü “Made in Türkiye” ekonomi politiği kendi seçmen kitlesine yönelik güçlü bir anlatı içeriyor. (7)
İHA gibi yeni teknoloji ürünü savunma sanayisiyle “cihana nizam veren”, içten ve dıştan düşmanlara karşı gelebilmek için bireysel özgürlükleri kısıtlayan, gerektiği kadar laik, gerektiği kadar dindar ve gerektiği kadar milliyetçi bir söylem etrafında toplumu kenetleyen, Batı karşıtlığı üzerinden Çin ve Rusya ile iyi ilişkiler kuran ve topluma sürekli korku hissettirerek devletin varlığının önemini anlatan bu güçlü anlatı yapılan kamuoyu araştırmalarında toplum nezdinde hâlen etkisini sürdürdüğünü gösteriyor. Örneğin Toplumsal Etki Araştırma Merkezi’nin 2021’in Kasım ayı için yapmış olduğu araştırmada Cumhur ittifakına destek azalsa da hâlâ yüzde 44 bandında görünüyor. (8)
Önümüzdeki dönemde bu anlatı içinde Malezya’da olduğu gibi sabit döviz kuru, sermaye hareketlerine kontrol gibi çeşitli ekonomi politikalarıyla karşılaşabiliriz. Lakin bundan daha önemlisi, nasıl Türkiye’nin “ihracata dayalı büyüme” kavramı ile tanıştığı 1980 yılında 24 Ocak kararlarının hayata geçebilmesi 12 Eylül askeri rejimi ile mümkün olduysa, önümüzdeki dönemde “Made in Türkiye” Yeni Türkiye Markası ekonomi politiğinin hayata geçmesi adına katı yönetim politikalarının uygulandığı benzer bir süreç yaşanabilir.
__
Kayna: Farklı Bakış