Avrupa’da iki önemli seçim yaşandı. Birinde Macaristan’da Orban, altılı birleşik muhalefet adayı karşısında seçimleri kazandı. Diğerinde, Fransa’daki başkanlık seçimlerinin birinci turu sonunda Cumhurbaşkanı Macron ve aşırı sağı temsil eden Le Pen ikinci tur için baş başa kaldılar.
Bu iki seçim, dünyanın demokratik gidişi, Avrupa’daki demokratik alan parçalanmasını, esen yeni siyasi rüzgârları tanımlamak bakımından ve toplumsal hassasiyetleri anlamak için önemli.
Unutmamak gerekir ki, Türkiye’deki otoriter ve popülist Erdoğan rejimi de, bu hattın içerisinde yer alıyor. Daha doğrusu bu iki seçim, ifade ettiği dış dinamik rüzgârıyla, Türkiye’nin geleceği bakımından da bir anlam taşıyor.
Önce Orban…
Orban, Avrupa Birliği’nin kurulmasından bu yana, birlik içinde demokrasi ve evrensel değerlerle en mesafeli olan -hem uygulamada, hem söylemde- lider. Şahsi, keyfi ve otoriter uygulamaların taşıyıcısı. Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra Avrupa Birliği’ne katılan başka ülkelerde de, örneğin Polonya’da da tezahürleri olan bir eğilim otoriterlik. Ancak bu eğilimin gerçek taşıyıcısı Orban. Zira Orban söylem olarak da liberal demokrasiye karşı çıkan, illiberal bir demokrasiden söz eden, demokrasi ile Hıristiyanlık arasında bağlar kuran, yabancı sevmez, kapalı toplum politikası izleyen, basın özgürlüğü, temel hak ve özgürlükler konusunda son derece geride ve gerici bir siyasi sistemi savunan bir lider.
Avrupa’daki beklentiler, en azından temenniler böyle bir liderin birleşik muhalefet karşısında kaybetmesiydi. Ama görülüyor ki mevcut siyasi ortam, göç tehdidi, varoluş meselesi, Ukrayna’ya yapılan Rus saldırısının Macaristan’da yol açtığı endişeler, bunların yarattığı güven arayışı, güçlü siyasi irade tercihini öne çıkardı.
Açıklayıcı unsurlar neler olursa olsun, Orban’ın seçimleri kazanması otoriterliğin hükümranlığı ve otoriterliğe verilen toplumsal destek açısından endişe vericidir.
Sonuçlar Avrupa açısından da endişe verici. Demokratik kültürü Batı’dan kısmen farklı Doğu Avrupa ülkelerinin bir yönünü ortaya koyuyor ve bir yarılmaya işaret ediyor. Bu yarılma, Avrupa Birliği’nin değerler karşısında bir tutum olarak tanımlanmasını zora sokuyor. Bu ise farklı ve faydacı kamplardan oluşan bir dünya riski demek.
Otoriterlik ile ona yönelik toplumsal destek, otoriterlikten medet umma, kişi üzerinden ya da güçlü siyasi lider üzerinden siyasi, ekonomik, kültürel beka meselesi ve bunun öne çıkarttığı bir yeni milliyetçilik ile yabancı sevmezlik hali bir dalga olarak, Türkiye’deki siyasi kültürle de barışık…
Fransa’ya geçelim.
Başkanlık seçimlerinin ilk tur sonuçları da farklı bir çerçeveden benzer bir duruma işaret ediyor.
Merkezde duran, ama partiler üstü şahsi siyaseti temsil eden Macron %28,4 oy alırken, aşırı sağcı Le Pen %23,4 oy aldı. Her ikisi de 2017’de yapılan başkanlık seçimine oranla oylarını arttırdılar. Macron %24’ten %28’e, Le Pen %21’den %23’e çıktı.
Fransız Devrimi’nden beri evrensel değerleri taşıma iddiasında olan bir ülkede, özellikle Le Pen’in ve ona benzer partilerin güçlenmesine vurgu yapan bu sonuçlar kimi değişimlere işaret ediyor.
Nedir bunlar?
Bir kere, Fransa’da sağ ve sol ayrışmasının anlamını kaybetmeye başladığı, bunun yerine Fransızların deyimiyle “ilerici” ve “ulusalcı” kamplaşmasının öne çıktığı bir süreç yaşanıyor. 2017’de belirginleşen bu süreç 5 yıl içinde derinleşmiş görünüyor.
Bunun sonucu olarak, bir tarafta, merkezde büyük bir kayma ve değişim yaşanıyor. Bu değişim, geleneksel merkezin, kurucu unsurların erimesi veya yeniden merkez şekillenmesiyle ilgili. Nitekim, merkez sağ ve sosyalist partiler ancak yüzde 1 ila 5 civarında oy alırken Macron bir şahıs olarak bütün oyları kendisinde topladı. Demokrasi, seçim ve siyasi partiler arasındaki o ideal ve geleneksel kuvvetli bağ örseleniyor ve doku değişiyor.
Diğer uçta, aşırı sağ, toplamda %32,5’la Fransa’da tarihinin en yüksek oyunu almış durumda. Eğer tabloya, merkezin dışındaki oylar çerçevesinde bakacak olursak, bunlara Melenchon’un aldığı komünist oyları eklersek karşımızda yüzde 54,5 civarında merkeze oy vermeyen, uçlara yönelen bir Fransız seçmeni var.
Fransa seçimleri, yerleşik demokrasi kurumlarının, katılım varsayımlarının, temsil mekanizmasının en azından seçmen nezdinde alt üst olduğunu gösteriyor.
Bu da hafife alınmaması gereken bir durum.
Ve asıl büyük sorun: İkinci tur çok başa baş geçecek gibi görünüyor. Muhtemelen Macron kazanacaktır. Ancak onun kaybetme ihtimalinin olması, Fransa’da bile aşırı sağın seçim kazanacak noktaya gelmesi demektir. Ve işaret ettiği istikamet bakımından gerçekten endişe vericidir.
Türkiye’ye de bu mercekle bakmakta yarar var. Özellikle muhalefetin bakmasında… Konu ile ilgili vieonun linki https://youtu.be/kCcKgWp-g7w