Taha Akyol Şükrü Hanioğlu İle Bir Röportaj Yaptı 1-2
Türkiye’de popüler düzeyde muhafazakar, milliyetçi, Atatürkçü ve solcu tarih algıları nasıl?
Kanaatimce popüler tarihçilik, Tek Parti döneminde topluma dayatılan “tekil” tarihten farklı okumalar yapılabileceğini göstererek Türkiye’nin demokratikleşmesine önemli katkıda bulundu. Buna karşılık zikrettiğiniz tarih algılarının hepsi de son tahlilde “tarihler”in varlığını reddeden, mükemmelleştirilmiş, sorunlardan arındırılmış “tekil” örneklerini “gerçekliğin kendisi” olarak kutsayan, diğerlerini ise “sözde,” “sahte,” “yalan” benzeri sıfatlarla aşağılayan yaklaşımlar üretmişlerdir. Diğer bir ifadeyle değişik siyasî eğilimler çoğulcu bir yaklaşıma yönelmek ve farklı tezleri tartışmak yerine kendi “tekil” tarihlerini dayatmaya çalışmışlardır.” Buna fazla da şaşırmamak lâzımdır, son tahlilde, çoğulcu tarih anlayışı toplumun demokratikleşme düzeyi ile orantılıdır. Türkiye belirli demokrasi eşiklerini aşamadıkça değişik eğilimler de “tekçi” tarihler üretmeyi sürdürmüşlerdir. Bunlar aynı yapısal zaafları taşırlar. Tümü tarihe, belge fetişizmini ön plana çıkaran bir “gerçeklik arkeolojisi” olarak yaklaşır, onun, Roland Barthes ya da Michel Foucault’nun vurguladığı gibi bir “söylem” olduğunu unutur ve Reinhart Koselleck’in “tarihsel zaman” kavramı çerçevesinde değerlendirirsek tarihin yaşanan gerçekliği doğuran ve geleceği de belirleyecek lineer bir çizgi olduğunu düşünürler. Sözünü ettiğiniz tarih yaklaşımları, bu nedenle “tarih”e aşırı bir güç atfederek ve onun bir inşa faaliyeti olduğunu göz ardı ederek bir yandan ona güncel ve geleceği belirleme vazifesi yüklüyorlar, öte yandan da onun belgeler yardımıyla bir fen bilimi işlevini göreceğini varsayıyorlar.
TARİHİN ‘TARİH’ OLMASI
Tarihin tarihselleştirilmesi gerektiğini, halbuki bunu yapamadığımızı yazıyorsunuz. Bu ne demek?
Bu tarihî gelişmeleri kendi tarihî bağlamları içinde, onların ürünü olarak, günümüzden geriye doğru bakmadan, güncel değerlerle yargılamadan, tarihselciliğe (historicism) savrulmadan ve anakronizmden uzak biçimde değerlendirmek ve yeniden inşa etmek demek. Bunu yaparken “zamanda öncelik” yaklaşımı ile teleolojik bir bakış açısıyla geçmişe, günümüzü belirleme benzeri bir vazife atfedilmesinden kaçınmak da gereklidir. Frederic Jameson’ın The Political Unconscious: Narrative as a Socially Symbolic Act (1981) çalışmasında kültürel metinlerin ideolojik-siyasî bilinçaltına atıfta bulunurken vurguladığı gibi “her zaman tarihselleştirin,” geçmişi özgün bağlamında yeniden inşa etmeye çalışanların temel yaklaşımı olmalıdır. Doğal olarak bunu söylemek kolay ama yapmak oldukça zordur. Örneğin, günümüzde yakın geçmişimizi anlama alanında kullandığımız iki temel çalışma olan Bernard Lewis’in Modern Türkiye’nin Doğuşu ve Niyazi Berkes’in Türkiye’nin Çağdaşlaşması eserleri Osmanlı geçmişine “modern, seküler Türkiye’yi doğurma” gibi bir vazife yükleyerek, tarihselleştirme yerine teleolojiye savrulmuşlardır. Bunun neticesinde “tarih” belirli bir amaca sahip bir “özne” haline gelerek, büyük çapta oluştuğu bağlamdan koparılmıştır. Bunda şüphesiz zikredilen eserlerin kaleme alındığı dönemin egemen kuramı olan “moderleşme teorisi”nin de etkisi vardır; ama bu örneklerde görüldüğü gibi çağdaşları arasında öne çıkan iki akademisyen bile ele aldıkları dönemleri “tarihselleştirememiş”tir.
Tarihe nasıl bakmalı?
Tarih yalın bir “gerçeklik arkeolojisi” ve tabiat bilimlerine benzer bir disiplin değildir. Onun bir “söylem” ve inşa faaliyeti olduğunu, dolayısıyla “tarih” yerine “tarihler”den bahsetmenin daha anlamlı olduğunu unutmamak gereklidir. Bunun da ötesinde tarihe geleceği doğurma benzeri bir vazife de atfetmemek de anlamlı olur.
‘ALTIN ÇAĞLAR’ YARATMAK
Ulu Hakan ve Ulu Önder kavramlarına ne diyorsunuz?
Yakın tarihimizin önde gelen iki şahıs kültünün yeniden üretilmesi temel olarak altın çağlar yaratılması ve günümüz sorunlarının bu dönemlerdeki siyasetlere dönülmesi ile çözülebileceği tezinin dile getirilmesinde kullanılmaktadır. Bunlar, dinî ve seküler kutsallıklar üzerine inşa edilen entelektüel fanteziler olmanın ötesinde otoriter siyaset yaklaşımlarına meşruiyet kazandırılması alanında araçsallaştırılmaktadır. Yukarıda değindiğimiz tarihselleştirmenin yapılamaması bunların değişik biçimlerde yeniden üretilmesi ve siyasal amaçlar çerçevesinde kullanılmasını mümkün kılmaktadır. İlginç olan modernlik-muhafazakârlık ekseninde farklılaştığı düşünülen iki otoriterlik biçiminin oldukça benzer kült ve yaklaşımlar üretmesidir. Bu dile getirilirken söz konusu kültlerin tarihî Atatürk ve tarihî II. Abdülhamid ile ilişkisinin oldukça zayıf olduğunu belirtmek gereklidir. Bir diğer dikkat çekici husus bu kültler üzerinden çatışan “altın çağ”lar ve onlara dönmemiz halinde bizi kurtaracak mükemmelliklerin kurgulanmasıdır. “Cumhuriyet-Osmanlı” çatışması günümüzde bu iki kült üzerinden üretilmektedir.
TARİHTEKİ ABDÜLHAMİD
İdealizasyon için neden II. Abdülhamit seçiliyor. Tarihsel gerçeklikte nasıl bir padişahtı?
II. Abdülhamid’in kendisini deviren İttihad ve Terakki, sonrasında ise Erken Cumhuriyet tarafından çizilen fazlasıyla olumsuz imajı düzeltilmeye muhtaçtır. Yarı meczup, modernlik düşmanı, ideolojik takıntılar nedeniyle siyasal gerçekliği kavrayamayan bir kişiliği dile getiren söz konusu imaj Engin Akarlı, Selim Deringil, François Georgeon ve merhum Kemal Karpat başta olmak üzere değerli akademisyenler tarafından sorgulanmıştır. II. Abdülhamid 1876 yılında, 1875-78 Doğu Krizi (Eastern Crisis)’ın zirveye ulaştığı bir noktada tahta geçmiş, engellemek istediği 93 Harbi sonrasında büyük toprak kayıpları, Makedonya ve Vilâyât-ı Sitte benzeri kapsamlı ihtilâf alanları ile 1881 yılında Düyûn-i Umumiye’nin tesisini zorunlu kılan bir ekonomi devralmış, Kırım Savaşı ve Paris Antlaşması (1856) sonrasında Avrupa dengesi üyesi büyük devletlerin garanti altına aldığı düşünülen Osmanlı toprak bütünlüğünün tecavüzlere karşı korunmasız kaldığı yeni status quo içinde dış siyaset üretmek zorunda kalmıştır. Ayrılıkçı milliyetçi hareketlerinin yükseldiği, proto milliyetçiliğin Müslüman anâsır içinde de revaç bulmaya başladığı Devr-i Hamidî’nin üçte ikilik kısmının modern tarihin en kapsamlı küresel fiyat deflasyonu ile çakıştığının da vurgulanması gerekir.
II. Abdülhamid yeni bir “Osmanlı modernliği” yaratma girişimini üstlenmiştir. Gelenek ile modernliği bağdaştırmaya çalışan bu özgün yaklaşım Batı coğrafyası dışında hayata geçirilen en çarpıcı modernlik projelerinden birisidir. Sultan dış siyasette Avrupa dengesi içindeki rekabetleri kullanarak imparatorluk merkezini Batı yayılmacılığına karşı korumaya gayret etmiş, milliyetçi ve proto milliyetçi hareketlerle Müslüman unsurları merkezine alan yeni bir Osmanlılık tanımı çerçevesinde mücadele etmeye çalışmış, ekonomide kapsamlı altyapı projeleri başlatmış, sanayileşme ve üretime hız kazandırmıştır. Bu çerçevede değerlendirildiğinde kendisini tahttan indirenlerin yarattığı imajın gerçekçi olmadığı ortadadır.
Buna karşılık, yeni ve güçlü bir patrimonyalizm geliştiren, kişi kültüne dayalı, sadakat temelli, iktidarı bütünüyle saraya naklederek şahsileştiren, hikmet-i hükûmet temelinde siyaset üreten, her türlü siyasal tartışmayı yasaklayan, “esbâb-ı siyasiye” benzeri muğlak zeminlerde karakuşî cezalandırma uygulayan rejim asır sonu ölçütleriyle değerlendirildiğinde bile aşırı otoriterdir. Zaten rejim adına açıklama yapanlar da “despotizm/istibdad”ı reddederken “hürriyet-i kanuniye” olarak kavramsallaştırdıkları “otokrasi”yi kabûllenmişlerdir.
II. Abdülhamid kültünün 1950’lerde canlandırılması büyük çapta modernleştirici kurucu lider kültüne karşı muhafazakâr bir rakip kült çıkarılması çabasının neticesidir. Bu şüphesiz çağdaşı muhafazakârlar, bilhassa da İslâmcı liderlerin şiddetle karşı çıkacağı bir yaklaşımdır. Unutulmaması gerekir ki, Hoca Muhyiddin, Hoca Kadri Nâsıh, Mehmed Âkif (Ersoy), Said-i Nursî II. Abdülhamid rejimi ve kültüne sert eleştiriler yöneltmişlerdir. Beyânü’l-Hak’dan Sırat-ı Mustakîm’e ulaşan yelpazedeki İslâmcı dergiler de bu rejim ve külte cephe almışlardır.
II. Abdülhamid’in ilerleyen dönemlerde rol modeli haline getirilmesinin düşünsel arka planında ise otoriter, hikmet-i hükûmet ve sadakat temelli siyaset meşrulaştırılması bulunmaktadır.
YARIN: İttihat ve Terakki, Lozan, Atatürk ve Cumhuriyet
*
Bir Siyasal Düşünür Olarak Dr. Abdullah Cevdet ve Dönemi: Hanioğlu’nun doktora tezidir. Osmanlı’nın son döneminde ‘mektepliler’ arasında yayılan bilimci ve materyalist cereyanları Abdullah Cevdet’in kişiliğinde inceliyor. Bu yönüyle erken dönem Cumhuriyet aydınları üzerindeki etkilere de ışık tutuyor.
Kendi Mektuplarında Enver Paşa: Enver Bey’in bir Alman kadına yazdığı mektuplarda Balkan savaşı döneminde Osmanlı’nın ve Enver’in ateşli Osmanlı vatanseverliği duyguları okunuyor.
Atatürk, An Intellectual Biography: Princeton University yayınlarından çıkan kitap Atatürk’ün entelektüel biyografidir. Gençliğinden itibaren etkilendiği kaynakları, düşüncelerinin dönemler boyunca değişimini anlatıyor. Selanik’teki Jön Türk muhiti, orduda Alman askeri doktrini, önemli kaynaklar arasında. Cumhuriyet döneminde de antropoloji önem kazanıyor.
A Brief History Of The Late Ottoman Empire: 1789-198 arasındaki Osmanlı modernleşme tarihine siyaset, kültür, zihniyet, eğitim hareketleri, kurumlar ve ekonomi gibi açılardan çok yönlü olarak baktığı gibi, Avrupa ile ilişkiler ve bu ilişkilerin iç dinamiklere etkisini de anlatıyor. En önemli sorun olarak azınlıkların ayrılıkçı milliyetçiliğe yönelmesi görülüyor
Preperation for A Revolution: Oxford Üniversitesi’nce yayınlanan bu araştırmasında Hanioğlu, 1908’de Meşrutiyet ilanıyla sonuçlanan Jön Türk hareketinin çalışmalarını, gazete, kitap ve bildiri yayınlarını, örgütlenişini ve eylemlerini anlatıyor. Eser, Osmanlı’dan ayrılan Balkan ve Orta Doğu milletlerinin tarihleri bakımından da çok önemli bir kaynak.
The Young Turks in Opposition: Oxford Üniversitesi’nce yayınlanan bu araştırmasında Hanioğlu, İttihat ve Terakki’nin belgelerine dayanarak İttihat ve Terakki’nin tarihini anlatıyor.
Yakın tarihimizin önde gelen iki şahıs kültünün yeniden üretilmesi temel olarak altın çağlar yaratılması ve günümüz sorunlarının bu dönemlerdeki siyasetlere dönülmesi ile çözülebileceği tezinin dile getirilmesinde kullanılmaktadır… Dinî ve seküler kutsallıklar üzerine inşa edilen entelektüel fanteziler olmanın ötesinde otoriter siyaset yaklaşımlarına meşruiyet kazandırılması alanında araçsallaştırılmaktadır.
TAHA AKYOL - EĞRİSİ DOĞRUSU
ABDÜLHAMİT OLSAYDI
Osmanlı Dünya Savaşı dışında kalabilir miydi? İttihatçılar hatalı mı, mecbur muydu? Abdülhamit olsaydı…
2 Ağustos 1914 Osmanlı-Alman ittifakı genellikle savunulanın tersine önemli bir diplomatik başarıydı. Hem 1908’den beri tüm çabalara karşılık gerçekleştirilemeyen büyük devlet korumasını getiriyor, hem de ilerleyen günlerde savaş Almanya tarafından ilân olunacağı için Harb-i Umumî’ye girişi zorunlu kılmıyordu. İttihadçıların temel sorunu, dağılma sürecindeki bir bölgesel gücün küresel bir devle yaptığı asimetrik ittifakı yönetmesindeki zorlukları küçümsemeleriydi. Bir diğer çetrefil mesele de böylesi bir gücün Osmanlı karar alma süreçlerini manipüle edebilecek kapasiteye sahip olmasıydı. İttihad ve Terakki bu ittifakı yönetememiş, savaşın beklenenden uzun süreceğinin anlaşılması sonrasında Almanya’nın baskılarına ve Osmanlı siyaset yapımına müdahalelerine karşı koyamamıştır.
II. Abdülhamid eski rejim koşulları içinde iktidarda kalsaydı böylesi bir ittifakı nasıl yönetirdi sorusuna karşı olgusal tarih yazımının sakıncalarını göz ardı etmeksizin cevap verecek olursak, uyguladığı siyasetlerden yola çıkarak savaşa dahil olma konusundaki Alman baskısına elinden geldiğince karşı durmaya çalışacağını söyleyebiliriz. Selim Deringil’in de dile getirdiği gibi II. Abdülhamid’in dış siyaseti İsmet İnönü’nün 1938-50 arası yaklaşım ve uygulamaları ile ilginç benzerlikler gösterir.
Böylesi bir siyaset izlerken II. Abdülhamid’in Osmanlı siyaset yapımını tekel altına almış olmasından doğan bir avantajı olabilirdi. Ancak bu yorum eski rejimin sürdüğü varsayımına dayanmaktadır. Meşrutî rejim hükümdarı olarak iktidarda kalabilse o da Almanların Osmanlı siyasetine müdahalelerini önlemekte zorlanırdı.
İttihat ve Terakki’ye nasıl bakmalıyız, nasıl bir tarihi bağlamda düşünmeliyiz? Osmanlı’yı yıkmak için bir “proje” miydi?
İttihad ve Terakki bir anlamda modern siyasetimizin sıfır noktasını oluşturan fazlasıyla karmaşık (olumsuz değil, complex anlamında) bir örgütlenmedir. Değişik siyasal eğilimlerde, farklı ideolojileri benimsemiş bireyleri güçlü örgüt kültü ve “vatan kurtarıcılığı” iddiası etrafında bir araya getirebilmiştir. İdeoloji ve siyaset yapımı alanlarında günümüze uzanan etkileri olan bu yapılanmayı bir dış proje ya da komploya indirgemek her türlü anlamsızlığın ötesindedir. Fakat böylesi basitleştirici yaklaşımların kolaycı fikir konforu sağlaması onların sıklıkla dile getirilmesine neden olmaktadır. İttihad ve Terakki asır sonu dünyası düşünce akımları ve siyasal gerçekliğinin ürünü idi. Onun iki savaş arası dönemin para-militer karakterli tek partilerinin göz ardı edilen öncülü olduğunu belirtmek yanlış olmaz. Dolayısıyla onun uzun süreli etkisinden bahsetmek mümkündür; ama İttihad ve Terakki ve İttihadçılık ancak asır sonu bağlamına yerleştirilerek anlaşılabilir.
“Atatürk bir kuramcı ve geleceği gösteren kâhin değil bir tasavvuru hayata geçirmeye çalışan, oldukça pragmatik bir devlet kurucusu idi. Onun vizyonu, bilimcilik (scientism) temelli ve seküler milliyetçi ideolojiye dayanan bir devlet kurmak ve bulunduğu coğrafyada ‘Batı kültürünü temsil eden’ bir millet inşa etmek idi.”
TARİHTEKİ ATATÜRK
Atatürk neden bir idealizasyon konusu? Tarihi gerçeklik açısından nasıl bakmalıyız.
Tarihî Atatürk’ün araştırılması son derece önemli, ancak bunun hayata geçirilmesi son derece zordur. Onun etrafında oluşturulan kurucu lider kültü modernlik sonrasının en güçlülerinden birisidir. Seküler kutsallık temelli bu kült onun bir kurucu lider, siyasetçi ve literatus olarak değerlendirilmesini imkânsız kılmaktadır. Örneğin, Atatürk’ü etkileyen düşünceleri ele aldığınızda onun “kimseden etkilenmeyen, her konuda doğruyu bilen, yanılmaz bir dâhi olduğu” eleştirisi ile karşılaşıyorsunuz. Halbuki, her bireyin olduğu gibi, Atatürk’ün düşünceleri de, doğal olarak, içinde oluştuğu tarihî bağlam ve gerçekliğin ürünüdür. Bunları söz konusu bağlam ve gerçeklikten soyutlarsak “anlamsızlaştırmakla” kalmayarak “tarihsizlik”e de mahkûm etmiş oluruz. Dolayısıyla yapılması gereken Atatürk’ün özgün bağlamlarda dile getirdiği ifadelerin değişik gerçekliklere uyarlanması değil onların tarihselleştirilmesidir. Onun ifadeleri ve yazılarına, Nostradamus kehânetleri biçiminde yaklaşmak herşeyden önce ona yapılan bir saygısızlıktır.
Atatürk etrafında oluşturulan şahıs kültü, uzun yıllar Türkiye’yi bir ideokrasi ve logokrasi olarak yönetmeye çalışan yaklaşımlar tarafından yeniden üretilmiş ve değişen şartlara uyarlanmıştır. Mükemmelleştirme merkezli, ihtiyaç duyduğunda vecize üreten bu kültün Atatürk’ün düşünceleri ile ilgisi oldukça zayıftır, ancak popüler düzeyde onun günümüze ait reçeteler sunan, hatadan münezzeh eşsiz bir felsefeci kral olduğu algısı yaratmaya ve bunu kutsal bir dokunulmazlık ve tartışılmazlık zırhı ile kuşatmaya muvaffak olmuştur. Buna karşılık Atatürk böylesi bir kuramcı ve geleceği gösteren kâhin değil bir tasavvuru hayata geçirmeye çalışan, oldukça pragmatik bir devlet kurucusu idi. Onun vizyonu, bilimcilik (scientism) temelli ve seküler milliyetçi ideolojiye dayanan bir devlet kurmak ve bulunduğu coğrafyada “Batı kültürünü temsil eden” bir millet inşa etmek idi. Bunun yanı sıra tekil bir modernlik yaklaşımı ve estetik modernleşme aracılığıyla toplumunu Batı’dakilere benzetmek istiyordu. Bu vizyonun ancak bir bölümünü hayata geçirebilmiştir.
“Lozan Antlaşması’nın gizli maddeleri ve süresi tabii ki yok. Lozan Antlaşması’na ‘zafer-hezimet’ ikilemi çerçevesinde yaklaşmak onun değerlendirilmesini ve tarihselleştirilmesini fazlasıyla zorlaştırmaktadır. Bu antlaşma kendisini ‘savaş galibi’ olarak gören iki taraf arasında çetin pazarlıklar sonrasında üzerinde ulaşılan bir ‘paket’tir.”
***
LOZAN’A NASIL BAKILMALI?
Lozan zafer mi, hezimet mi?
Lozan Antlaşması’na “zafer-hezimet” ikilemi çerçevesinde yaklaşmak onun değerlendirilmesini ve tarihselleştirilmesini fazlasıyla zorlaştırmaktadır. Bu antlaşma kendisini “savaş galibi” olarak gören iki taraf arasında çetin pazarlıklar sonrasında üzerinde ulaşılan bir “paket”tir. Sınırlardan Osmanlı borçlarına, kapitülasyonlardan azınlık haklarına, tarihî eserlerin muhafazasından Boğazların statüsüne uzanan alanları düzenleyen antlaşmanın pazarlıklarında sorunlar, “bizatihî kendileri” olarak tartışılmalarının yanı sıra, bu “büyük paket”in parçaları olarak da değerlendirilmişlerdir. Bu nedenle bir alanda alınan “taviz” ilişkisiz gibi gözüken bir diğer konudaki taleplerden fedakârlık yapılmasını gerekli kılabilmiştir. Bu antlaşmanın I. Dünya Savaşı sonrasında dayatılmış fevkâlâde ağır şartları değiştirmesi Türkiye açısından önemli bir muvaffakiyettir. Buna karşılık Lozan Antlaşması “kutsal ve tartışılması geleceğimizi tehlikeye düşürecek” bir belge değildir. Zaten Türkiye uzun süre bu anlaşmaya böylesi bir kavramsallaştırma çerçevesinde yaklaşmamış, tam tersine, iki savaş arası dönem koşullarından istifade ederek onun hükümlerini kendi lehine değiştirmeye çalışmış, bunda da başarı kazanmıştır (1936 Montreux Sözleşmesi ve Hatay’ın Türkiye’ye katılması). Pazarlıklara dönecek olursak Türkiye’nin Ege adaları ve Musul konusunda farklı tezler geliştirmesi kazanımlarını artırabilirdi. Örneğin, hukukî zemini zayıf, Semadirek (Samothraki) adasının iadesi ile Kuzey Ege Adaları’nın bir bölümü için özel rejim talep etmek yerine, diğer alanlarda olduğu gibi status quo ante bellum tesis edilerek, 14 Ocak 1914 tarihli Büyük Devletler notasında zikredilen düzenlemelerin uygulanması ve Ouchy Antlaşması’na (1912) saygı gösterilmesi istenebilirdi. Benzer şekilde “hem Musul hem petrol” tezi yerine başından daha tavizkâr bir yaklaşım geliştirilebilirdi. Bu değerlendirmeler yapılırken, bu alanlarda karşımızda savaş arası dönemin yükselen gücü Faşist İtalya ve 1918 sonrasında orantısız güç kazanmış Büyük Britanya’nın olduğunu unutmamak gerekir.
NEDEN İSMET PAŞA?
Lozan’a neden İsmet Paşa’yı tercih edildi? Başka kimler olabilirdi, sonuç değişir miydi?
Burada İsmet Paşa’nın Lozan öncesi kariyerine bakmak anlamlı olabilir. İsmet Bey, 1918 yılında kısa süre sadarete getirilecek Ahmed İzzet (Furgaç) Paşa’nın güvendiği kurmay subaylardan birisi olmuştur. İzzet Paşa 1911 yılında özel görevle gönderildiği Yemen’de Zeydî lider İmam Yahya Hamideddin ile anlaşmaya çalışırken, İtalyan desteği ile Asir’de bir sufî devleti kurmuş bulunan Muhammed Ali el-İdrisî ile de görüşmeler yapmıştır. İzzet Paşa bu vazifesinde binbaşı rütbesindeki İsmet Bey’i beraberinde Sana‘a’ya götürmekle kalmamış, Seyyid İdrisî ile yapılacak pazarlıkları yönetmek için tam yetkiyle Asir’e de göndermiştir. Paşa Bâb-ı Âlî’ye arzettiği raporlarda genç kurmay subayın çalışmalarından övgü dolu sözlerle bahsetmiştir. İsmet Bey’in gerek Da’an görüşmeleri sırasında Yemen gerekse de İtalya müdahaleleri nedeniyle neticeye ulaşılamamasına karşılık Asir’de gösterdiği performans şüphesiz Lozan’a gönderilecek delegasyonun başına getirilmesinde önemli rol oynamıştır. Onun Balkan Harbi sonrasında Bulgarlarla İstanbul’da yapılan barış görüşmelerinde sınır çizimine yönelik teknik müdahalelerinin Osmanlı heyeti başkanı Talât Bey (Paşa) ve diğer siyasî liderlerin takdirini kazandığı da unutulmamalıdır.
İsmet Paşa bu müktesebâtının da etkisiyle İstiklâl Harbi sonrasında Mudanya Mütarekesi görüşmelerinde (1922) de TBMM hükûmetini temsil etmiştir. Kendisi Lozan’da şüphesiz 1911-22 yılları arasında üstlendiklerinden çok daha önemli bir görevi yerine getirmeye çalışmış ve daha kapsamlı yetkilere sahip olmuştur. Lozan’a galip olarak gidildiğini vurgulamak için askerî bir lider seçilmesi tercih olunduğunda sahip olduğu sicil İsmet Paşa’yı ön plana çıkarmıştır. Burada Lozan görüşmeleri ve neticesinde şekillenen antlaşmanın Curzon ve sonrasında Rumbold ile İsmet Paşa arasındaki tartışmalara indirgenmesinin ve murahhas heyete başka bir kişinin başkanlık etmesi durumunda farklı bir uzlaşma sağlanabileceğinin savunulmasının sakıncaları da vurgulanmalıdır. I. Dünya Savaşı sonrası “status quo”suna son noktayı koyan, Osmanlı tasfiyesini neticelendiren ve Ortadoğu düzenini şekillendiren bir sürecin “kişilik” bağlamında açıklanması mümkün değildir. İsmet İnönü’ye barış antlaşmasının kaleme alınmasındaki rolü nedeniyle “kahraman” ya da “beceriksiz” yaftasının iliştirilmesi, Lozan’ın ucu açık, neticesi yapanın becerisine kalmış bir pazarlık olduğu benzeri fazla da anlamlı olmayan bir varsayıma dayanır.
Lozan’ın gizli maddeleri ve süresi (2023) var mı?
Pek tabiî ki yok. Ama buna ciddî biçimde inanılması Türkiye’deki tarih algısı ve gelişmeleri komplo kuramları çerçevesinde açıklama çabasının yaygınlığı hakkında ilginç ipuçları sunmaktadır.
TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR
Tarihi dinamiklere, dip dalgalarına bakarsak, Türkiye nereye gidiyor?
Bunlara bakarak Türkiye’nin nereye gittiğini söyleyebilmek fazlasıyla “tarihselci (historicist)” bir yaklaşım olur. Ben Türkiye’nin küresel eğilimlerden, örneğin demokrasi karşıtı yeni dalganın güç kazanması, temsilî demokrasinin tıkanması, siyasetin başkanlaşması, gerçeklik sonrası siyaset ve popülizmin yükselmesi benzeri gelişmelerden etkilendiğini ve bunlarla uyumlu bir dönüşüm yaşadığını düşünüyorum. Kendimiz merkezli açıklamalar yerine bu çerçevede değerlendirirsek, Türkiye küresel değişim çerçevesinde dönüşüyor; ama değişim daha radikal oluyor ve etkileri daha güçlü biçimde hissediliyor. Bunun dışında yaklaşık bir asır sonrasında küresel, bölgesel ve yerel güçlerin katılımı ile Ortadoğu’da yeni bir status quo şekilleniyor. Oldukça uzun sürecek bu sürecin nasıl neticeleneceğini tahmin etmek şüphesiz kolay değil. Ancak bunun Türkiye’yi derinden etkileyeceğini söylemek mümkündür.
I. Dünya Savaşı sonrası “status quo”suna son noktayı koyan, Osmanlı tasfiyesini neticelendiren ve Ortadoğu düzenini şekillendiren bir sürecin “kişilik” bağlamında açıklanması mümkün değildir.