“İnanılmaz bir hızla akıyor zaman.” Hem başlık hem bu ilk cümle, Pınar Öğün’ün cümleleri. Cümleler böyle böyle devam ediyor. Aslında video’nun linkini buraya kopyaladıktan sonra aradan çekilsem, bu hafta da bu sütunda Pınar Öğün konuşsa en güzeli… Bence siz bu kaydı izlemeye başlayın, yazıya bir daha dönmeseniz de olur. Ama dar zamanımda işin kolayına kaçtım sanılmasın diye, yine de buraya bir şeyler yazayım ben.
Sinemada sahneye karşı işleyen, kontra ya da zıt karakterdeki müzik ve ses kullanımını yıllar yıllar evvel, bir Japon Hoca, bir filmden sahneler göstererek anlatmıştı bize. Fonda müthiş neşeli, neredeyse yılbaşı şarkıları gibi cingıl cingıl bir müzik kullanılırken, izlediğimiz sahnede çok ağır ve hüzünlü bir şeyler oluyordu. Hocamız müziğin böyle sahne içeriğine zıt kullanımının, o sahnenin duygusal etki gücünü artırdığını hiç söylemeseydi de biz hissederdik zaten. “Bazen de tam tersi olur” demişti. Bir yeni yıl akşamında, ışıl ışıl bir caddeden koşturarak bir yerlere gitmekte olan mutlu bir çiftin yer aldığı sahnenin arka planında hüzün dolu bir müzik akıyordur. O mutluluğun ne kadar kısa, ne kadar uçucu ve ne kadar tehdit altında olduğunu, sadece sahneye zıt karakterdeki bir müziği kullanarak çabucak anlatma şansımızın olduğunu söylemişti. Böyle hatırlıyorum.
Pınar Öğün, kameraya karşı konuştuğu kaydında, hıçkırıklarını yutmaya çalışarak makyaj yapmaktaydı. “Makyaj yapacağım çünkü dışarı çıkacağım” diyordu. Ağlarken makyaj yapacaksanız su geçirmez ya da suya dayanıklı malzeme kullanmamız gerektiğini söylüyordu. İzlediniz zaten ama yazmadan duramıyorum işte… Çünkü bir haksızlık var. “Çok haksızlık var ve zaman geçiyor… İnanılmaz bir hızla akıyor zaman.” Pınar’ın o güzel cümlelerini tek tek yazmak istiyorum buraya. Hatta hepsini ezberlemek ve herkese ezberden okumak istiyorum. Konuşan Pınarlar olalım istiyorum. Pınar’ı çoğaltalım. Kendi sesimiz ve bedenimizle… Çünkü o kadar güzel cümleler ki çoğalmamız, o “çok haksızlığın” her bir parçasına ses olmamız lazım.
Dünyanın, dünyanın dediysem tabii ki “made in AKP” bir dünyanın, tortusunu yüreğimize çökelttiği acıları, bir ay çöreğine doldurmuş ve bize uzatıyor sanatçı Pınar Öğün… Hayatının sanatına… Sabahın erken saatlerinde bir WhatsApp mesajı eşliğinde telefonumda rastladım ona. İzlerken tanıyamadım. Bir ara yaşını söylediğinde çok şaşırdım, çok daha genç gösterdiğini düşündüm. Oysa oyuncu Pınar Öğün’ü tabii ki biliyordum. Türkan Saylan’ı canlandırdığı Türkan dizisinden (2010) -diziyi izleyemediysem bile- hatırlıyordum adını. Evet, en çok oradan biliyordum adını ve fakat üzerinden çok zaman geçmişti… Bu kadar genç birinin bir yandan da Gezi’de yargılanmaktan ve 2985 yıldan söz ediyor olmasına takıldım tabii. Yirmili yaşların gencecik ve kırılgan dili ve bedeni içinden konuşan bu güzelim kadın Pınar Öğün’müş meğer. Oyuncu Pınar Öğün. Kendi hayatını bir performansa dönüştürmüş anlatıyor. Bir kısa film, bir uzun sürgün hayatı. İnsanın içini kıyım kıyım kıyan bir absürtlük sahnesine dönüştürülen bir hayat…
Pınar Öğün 2985 yılla yargılanıyor. O yüzden de bu videoyu yine en iyi kendisi tanımlıyor: “Aslında çok ilginç bir durum bu. Yani bir sanallık içinde çok gerçek bir şey yaşıyorum. Ne kadar tuhaf di mi, gerçeğin içinde de acayip sanal bir şey yapmaya çalışıyorum.”
İnsan sesinden yaralanır mı? Evet, yaralanır… Çok iyi biliyoruz. İçinde yaralı bir kuşun sessiz çığlıklar attığı o sesi ben artık çok iyi biliyorum. Pınar’ın sesinde kuşlar çırpınıyor. Bastırmaya çalıştığında sesini çiziyor, sesini perde perde yırtıyor çırpınışları.
Bugün bir tarafta Gezi Davası vardı. Öte tarafta, binlerce kadın “Aysel Tuğluk’a özgürlük” diyordu. Gezi Parkı davasında bir karar çıkmadı, duruşma pazartesi (25 Nisan) gününe ertelendi. Bir tarafta Osman Kavala…
Yani “Elin kolun bağlı ve haksızlık var ve zaman geçiyor.”
Absürtlük dedim de şöyle devam ediyor Pınar:
“Galiba anın içinde kalmak isteyen birisi olmak istiyorum. Çok fazla istiyorum bunu. Yapamıyorum. Kalamıyorum anın içinde… Çünkü gerçeğin içinde sanallık sanalın içinde gerçeklik birbirinin içine girdi. Dedim ya başta hani. Deliriyor muyum diye. Belki de çoktan delirdim diye. Şimdi şöyle bir absürtlük var. O kadar yüksek ki sayı yani… verilen yıl. Mesela İsa var burada. Bu ülkede İsa’ya inanılıyor. İsa’nın doğumu… 2022 yıl önce. Bana verilen ceza 2985 yıl. Yani diyelim ki ben öldüm, üzerinde… Bir saçım kaldı tarakta, şurada bir saçım kaldı (tarağı gösteriyor). Diyelim ki beni klonladılar, 2 bin yıl sonra, yine geri dönemiyorum ben ülkeye. Ne kadar saçma ya. Çok saçma… Aşırı saçma.”
Ay çöreğinin hiçbir şey ziyan olmasın diye yapıldığını anlatıyor. Sevgiye inandığını söylüyor. Hiçbir şey ziyan olmasın, en çok da duygular ziyan olmasın diyor Pınar. Bu ülkenin bu güzelim insanlarını ziyan etmek istiyorlar. Ülkeyi ziyan ediyorlar…
Sevgiye inanıyoruz, evet. Zaten bir tek biz, naif bir biçimde sevgiye inanmaya devam ediyoruz. Diz boyu absürtlük içinde.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, sırf çete mafya düzeninin koruyucuları, “İBB’de terörist istihdam edildi” diye saldırdığı için, terörist olmadıklarını göstermek için sekiz terör iltisaklısı tespit etmiş ve işine son vermiş! Biri de kim biliyor musunuz, barış imzacısı, meslektaşımız Veysi Altıntaş! Benimle aynı gün, aynı 679 sayılı KHK ile meslekten çıkarılan Veysi Altıntaş. Lafı dolandırmayacağım. İBB Veysi Altıntaş’ı -tıpkı AKP gibi- işten çıkarmış, ikinci kez ihraç etmiş… Ayrıntısını buyrun buradan okuyun. Şu paragraf da Veysi’nin bize özeti olsun:
“Korktular, sindiler. Bunun yanında ya da arkasında durmak yerine kestirip attılar. Bu ikiyüzlü ve ilkesiz tutumun bir noktada afişe edilmesi gerekiyor. Eğer bir iktidar hedefleri varsa bunun sorunsuz yollardan geçmediğini, ilkesel olarak bilmeleri gerekiyor. Ben suçlu değilim, mahkemeler beni suçlu bulmamış ama beni iltisaklı diye çıkardılar. İktidar bizi yaftalayıp KHK ile işten attı, İBB de iltisaklı deyip kapı dışarı etti. Zihniyet olarak aynılar.”
Kemal Kılıçdaroğlu iktidar değiştiğinde barış imzacılarını bir hafta içinde göreve döndüreceğini en az birkaç farklı yer ve toplantıda söyledikten sonra oluyor bunlar.
Absürtlük diz boyu. Ben bu satırları yazarken, Cebeci’nin yıkıntıları arasında, bizden sonra bizler ve üniversite için mücadeleden bir an vazgeçmeyen arkadaşımız, Doç. Dr. Meltem Kayıran’ın görevine üçüncü kez son verildi. Üçüncü kez işten atıldı. Çünkü rektörlük vazgeçmiyor. Çünkü “devlette tutarlılık ve devamlılık esastır.” Çünkü bir tür “kan davası” güdüyorlar. Herkese, her şeye karşı… Bir Osman es geçilmediği, bir Aysel es geçilmediği gibi, kırılgan bedenleriyle itirazı sürdüren bir Meltem, bir Pınar da es geçilemez. Olmaz öyle şey!
Pınar Öğün bunu o kadar iyi anlatıyor ki. Kibar kibar… “Karşı olmanın” günümüzde şaşırtıcı bir biçimde matah bir şeye dönüştüğünü söylüyor. Gerçekten de karşı olmaktan ibaret bir yaşam sürüyorlar. Onlar bu ülkenin bütün Pınarlarına karşı…
“Karşı olurlarsa” yarattıkları distopik sahnelerin altını daha kuvvetle, daha etkileyici çizeceklerini sanıyorlar.
Kibarlık başa bela, bu ülkenin güzelim güzelim insanlarını ziyan etmek isteyenlere, Allah bir an evvel belanızı versin diyemiyorsun… Kibarlığımız da bağlıyor bizi.
Elin kolun bağlı ve haksızlık var ve zaman geçiyor… Kaynak: Farklı Bakış