Tarih: 11.04.2021 16:10

Âlimlik, siyaset ve Ayasofya Başimamı örneği

Facebook Twitter Linked-in

Metin Karabaşoğlu yazdı;

Serbestiyet: Yakın dönemde dinî ilimler alanında öne çıkmış bazı isimlerin özellikle sosyal medyada siyasetin sözcüsü imiş gibi bir tutuma girdiklerini görüyoruz. Nitekim Ayasofya Camii imamlığına tayin edilmiş bir ilahiyat profesörü, en sonunda görevden alınmasına veya istifasına yol açacak şekilde, bu konuda özellikle gündem konusuydu. Bu durumu nasıl açıklamak gerekir?

Metin Karabaşoğlu: Kur’ân’ın yirmiüç yıllık nüzul sürecinde en son indirilen sûrelerden biri Tevbe sûresidir. Bu sûrenin son âyetlerinden birinde (âyet 122), mü’minlerin hepsinin birden cihad için yola çıkmalarının uygun olmadığı belirtilir. Bilakis, mü’min toplulukları içinden bir kısım insanlar cihada katılırken, her bir topluluktan bir grup insanın da geride kalıp ‘dinde tefakkuh etmesi,’ yani dinde derin kavrayış sahibi olması, din ilimlerinde derinleşmesi gerekir. Âyet, bu ilâhî emri, “Ola ki uyarılmanız gerekir” diye gerekçelendirmektedir.

Bu âyet, açıkça, İslâm toplumu içinde bir işbölümü emreder. Bazıları cihad gibi daha dışa dönük görevleri üstlenirken, bazıları da ‘dinde derin kavrayış’ için daha içe dönük bir sorumluluğu yüklenecektir. Çünkü cihad gibi dışa dönük görevler, savaş şartlarında duyguların akla galip gelmesi, savaşlar güç kullanımına dayandığı için gücün kullanımında haddi aşma gibi sorunların yaşanması, yenilgi veya başarı durumunda farklı olumsuz duygu durumlarının oluşması gibi riskler içerir. İşte bütün bu durumlar karşısında, geride kalıp dinde derinlikli bilgi ve kavrayış sahibi olanlar, yani âlimler ‘norm’u hatırlatıp onları uyararak, istikametin yeniden doğrultulmasını sağlayacaklardır.

Cihadın yanında güç kullanımı içeren başkaca işlerin, bu arada siyasetin de kapsama alanı içine alınabileceği bu dışa dönük işlerle ilgili uyarı görevini geride kalan ve dinde derinlikli kavrayış sahibi olan âlimlerin gerçekten ve gerektiği şekilde yapabilmesi için ise, onların diğerleriyle olan ilişkilerini böyle bir uyarı imkânını zayi etmeyecek bir mesafede tutmaları gerekir. Her türden gücün, ama özellikle de siyasî kudretin doğru kullanılmadığında haksızlığa zemin aralayıcı bir tarafı da vardır. Keza, başarı şartları da yozlaşmaya açık bir taraf içerir. İşte gücün ve başarının yozlaştırıcılığı karşısında, ‘dinde tefakkuh eden’ler uyarı görevini ifa edebilsin, uyarıları da yerini ve adresini bulabilsin diye, İslâm tarihinin ilk asrından itibaren âlimler genel tercih olarak siyasetin emrinde ve hizmetinde olmaktan uzak durmayı tercih etmişlerdir.

“Zâlim sultanın yanında gerçeği söylemek, en büyük cihaddandır” (Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî 13; İbn Mâce, Fiten 20) ve “Sultanın kapısına gelen fitneye düşer. Kişi sultana yakınlığını arttırdığı nisbette Allah’tan uzaklaşır” (Ebû Dâvud, Sayd 4; Tirmizî, Fiten 69; Nesâî, Sayd 24) gibi hadisler de, Tevbe sûresindeki ilgili âyetin belirlediği bu görevi ve bu mesafeyi teyid eder niteliktedir zaten.

Bu sebeple, ‘en büyük imam’ (İmam-ı Âzam) olarak anılan Ebû Hanîfe başta olmak üzere mezhep imamlarının tamamı resmî bir görev üstlenmekten uzak durmuşlardır. Hatta İmam-ı Âzam başkadılığı kabul etmediği için işkenceye maruz kalmıştır. Ahmed b. Hanbel’in ise ömrünün son döneminde Abbasî sultanı tarafından kendisine bağlanan maaşı kabul etmediği gibi, maaşı kabul eden çocuklarının evinde artık asla yemek yemediği de kaydedilir.

Sonraki asırlar için de böyle pek çok örnek vardır. Meselâ İmam Nevevî ile Sultan Baybars arasındaki ilişki buna örnektir. Nevevî’nin verdiği bir fetvadan hoşlanmayan Baybars vezirine ‘ona verilen maaşın kesilmesini’ emretmiş; veziri ise bunun mümkün olmadığını ‘Nevevî’nin hazineden maaş almadığını’ açıklayarak ifade etmiştir. İmam Nevevî’nin sultanın hoşlanmadığı ama dinin doğrusu olan bir fetvayı cesaretle vermesini mümkün kılan, geçim meselesi başta olmak üzere siyasî iktidar karşısında koruduğu bu mesafedir.

Buna karşılık, yine İslâm tarihinde, sultanlara ve saraylara yakınlığıyla tanınan yahut şu veya bu sebeple güç sahiplerinin hoşuna giden fetvalarıyla bilinen âlimler de vardır. Zaman içinde ‘ulemâ-i rüsum’ (resmî ulemâ) veya ‘ulemâi’s-sû’ (ilmini kötüye kullanan âlimler) gibi tanımların zuhuru, uyarı görevi için gerekli olan ama korunamayan mesafe dolayısıyla oluşan yozlaşma manzaraları sebebiyledir. Elbette resmî görev alan her âlimi bu kategori içinde değerlendiremeyiz, ayrıca âlimlerin uyarı kadar doğru gördükleri uygulamalarda yöneticileri takdir etmeye hakları da vardır; ama böylesi olumsuz örneklerin uzağında kalabilmek için buradaki mesafe doğru belirlenme durumundadır.

Velhasıl, güç ve başarıyla ilgili alanlar, özellikle de siyaset alanı, haddi aşmaya, hukuktan ayrılmaya ve yozlaşmaya müsait; dolayısıyla da “Ola ki uyarılmanız gerekir” hükmünün tatbikine ihtiyaç duyulan alanlardır. “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” şeklindeki duasıyla da bilinen Bediüzzaman Said Nursî, Râşid Halifeler gibi az sayıda örnek müstesna, genel durum olarak “Siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar siyasetçi olmazlar” diye özetlemektedir. Nitekim kendisi, reddettiği için hapse atılma pahasına Sultan Abdülhamid’in kendisine bağladığı maaşı kabul etmemiş, 1922’de davet edildiği Ankara’da Mustafa Kemal’in resmî görev teklifini de reddetmiştir. Onun ifade ettiği üzere, din ve iman dersinin, “siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârâne telâkkiyatlarından müberrâ ve sâfi olan bir makamda” verilmesi gerekir. Din ve iman dersinin üzerine siyaset gölgesi düştüğünde, söylenen sözün tesirinde, elmasın cam parçasına dönüşmesi derecesinde bir düşüş gerçekleşir.

Dahası, isterse dinî kimliğiyle öne çıkıyor olsun, siyasetçi son tahlilde sonuca odaklıdır. Yüzde 50 artı 1 ona yetiyorsa, yüzde 50 eksi 1’i karşı kampta konuşlanmasını umursamayıp, ‘kanırta kanırta’ sonuca ulaşmayı pekâlâ göze alabilir. Ama dinî kapsama alanı toplumun yüzde yüzüdür; hangi siyasî tercihte olursa olsun, bütün insanlar ve toplumun bütün fertleri dinî davetin ayrımsız muhataplarıdır. O yüzden de âlimlerin siyasetle eklemlenmekten uzak durmaları, hele ki adı üstünde bütün inananları cem’eden, ibadet için biraraya toplayan ‘câmi’lerin imamlarının, adı üstünde toplumun sadece bir kısmını temsil eden ‘parti’lerin siyasetlerinin sözcüsü konumuna kendilerini düşürmemeleri gerekiyor.

Olmazsa ne mi olur?

Şekil 1-A’da görüldüğü gibi olur.

Bundan herkes zarar görür; en çok da din zarar görür…




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —